Aktaş: “Bizim bu orduya verecek ne bir saniye ne de bir kuruş paramız yoktur.”

Vicdani retçi Ercan Jan Aktaş: Bizim bu orduya verecek ne bir saniye ne de bir kuruş paramız yoktur. Gençleri TSK’nin bir parçası olmak yerine vicdani retlerini yaparak, özgürlük mücadelesinin parçası olmaya çağırıyorum.

Aktaş: Askere gitme!

19/05/2018
SELMA AKKAYA/PARİS
15 Mayıs Dünya Vicdani Ret günü… Bu uluslararası günün Türkiye ile bağlantısı Kürdistan’da yaşanan kirli savaşa karşıtlık temelinde gelişiyor. 1989 yılında ilk kez iki vicdani retçi ortaya çıkıp “askere gitmeme” kampanyası başlattılar. Türkiye’de ilk vicdani reddin görünürlüğü bu sürece dayanıyor. Ardından savaş karşıtları hareketi örgütlenmeye başlarken, Savaş Karşıtları Derneği kuruluyor. Bu hareket kendi içerisinde gelişim seyri yaşarken, 1993’te, Ören-Milas’ta, 40 ülkeden 90 katılımcıyla “8. Uluslararası Vicdani Retçiler Toplantısı” (ICOM) gerçekleştiriliyor. Bu toplantıda, 15 Mayıs’ın “Dünya Vicdani Retçiler Günü” olması kararlaştırılıyor.

Türkiye Vicdani Ret hareketinin tarihçesinde önemli bir dönüm noktası da vicdani retçi Osman Murat Ülke’nin 7 Ekim 1996’da, -kendisine verilen sülüsü basının önünde yaktığı için-, “halkı askerlikten soğutmak”tan tutuklanmasıdır. Bu süreçte yürütülen kampanya ile Vicdani Ret daha görünür hale geldi. 1997’den itibaren hemen her yıl, bir gelenek halini alan 15 Mayıs Dünya Vicdani Retçiler Günü etkinlikleri toplu vicdani ret açıklamalarına dönüşmüştü. Bu açıklamayı yapan bireylere dönük baskılar, tutuklamalar ve gözaltılar sürekli yaşanırken, toplumun farklı kesimlerini de içerisine alarak vicdani ret hareketi daha görünür hale geldi.

Son yıllarda vicdani ret yapmış birçok aktivist aldığı cezalar ve açılan davalar nedeniyle Avrupa’ya gelmek durumunda kaldı. Bunlardan biri de Ercan Jan Aktaş. Bu 15 Mayıs’da, vicdani ret mücadelesinin bir parçası olan Ercan Jan Aktaş ile vicdani ret konusunu görüştük.

Vicdani ret, tarihsel olarak nasıl başladı. Bu tarihe dönük biraz bilgilendirebilir misiniz?

Vicdani ret tarihi savaşlar tarihi kadar eskidir. Toplumlar tarihi dediğimizde aklımıza savaşlar gelir. Öyle bir algı oluşturuluyor ki bütün insanlar bu savaşların çok gönüllü bir parçası oldular. Ama durum hiç de böyle değildi. Tarihi egemenler ve savaşları çıkaranlar yazdığı için, bizler hep savaş tarihini okuduk. Ama özellikle 19. yüzyılın yarısından itibaren alternatif yazım tarihinde çok açık bir şekilde her zaman savaş karşıtı bir duruş vardı ve insanlar savaşın parçası olmamak için çok ağır bedeller ödediler. Vicdani rette dair ilk görünürlük Hıristiyan inancı üzerinde görülüyor. Hıristiyanlar inancı gereği askere gitmiyorlar. Roma döneminde ağır bedeller ödeyerek ordunun parçası olmuyorlar. Ortaçağ döneminde ise kendilerinin yerlerine askere gidecek kişiler buluyorlar ve sonra bu durum para ödeme şekline dönüşüyor.

Politik olarak görünürlük ise Birinci Dünya Savaşı dönemindedir. Avrupa’nın hemen her ülkesinde liberal, sosyalist, hümanist, anarşistler “bu savaş bizim savaşımız değildir” diyerek savaşa gitmeyi reddediyorlar. Bunun için Rusya’da, Almanya’da, Fransa’da idam edilenler ve kurşuna dizilenler var. Daha sonrası ikinci önemli aşama. İkinci Dünya Savaşı ve Vietnam savaşıdır. Bizler Vietnam savaşı döneminde vicdani retçileri barış hareketi içerisinde çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Politik ifadesini bu süreçte daha net görebildik. Daha önce inancı gereği olan vicdani red bu süreçlerde yaygın olarak politik bir tavır olarak ortaya çıkıyor.

Bu aşamadan sonra ne tür gelişmeler oldu? Zorunlu askerliğe karşı mücadelenin sonuçları ne oldu?

Öncelikle vicdani reddin ilk kazanımı İngiltere’de 1. Dünya savaşı sonrası 1917’de gerçekleştiriliyor (inanç gereği). Daha sonrası Avrupa’da vicdani ret tartışmaları yaygınlık kazanıyor. 1954 tarihinde BM vicdani reddi; inancı gereği yerine, bir düşünce ve ifade özgürlüğü olarak kabul ediyor. Süreç içerisinde Avrupa’da zorunlu askerliğe karşı mücadele daha yaygın bir hal alır. Devletlerin güncel politik durumları, ekonomik sebepleri zorunlu askerliğin kendisini sorgular hale getiriyor. Özellikle 68 kuşağının yükselen özgürlük talepleri ile birlikte zorunlu askerlik Avrupa’da kaldırılmaya başlandığını görüyoruz. Ancak bu durum Avrupa’nın savaş sanayi durumunu değiştirmiyor, savaş politikalarını değiştirmiyor, asıl olarak savaşları kendi coğrafyalarının dışına itiyorlar diyebiliriz. Özellikle ABD için Latin Amerika, Avrupa için Asya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu bu savaşların merkezleri haline getiriliyor.

Diğer bir durum zorunlu askerlik kalkarken diğer taraftan bu ülkelerde toplumun kendisi militarize ediliyor. Zorunlu askerlik kaldırılsa da militarist toplum Avrupa ülkelerinde inşa edilmeye devam ediliyor. Bugün de bu militer kültür çok yaygın ve güçlüdür. Örneğin toplum Irak’ta yaşanan bir savaşın faturasını ödemek durumunda kaldıklarında ırkçılaşıyor. Kendi devletlerinin rolünü görmek yerine yabancılara karşı daha şiddet içeren bir eğilim güçleniyor. Yabancının ötekileştirilme sürecinde bu da bir neden olarak güncel olarak işliyor. Aktüel olarak Suriye savaşı ve Suriyeli göçmenlere yaklaşıma bu anlamda bakmakta fayda var.

Bu tarih içerisinde Türkiye vicdani ret meselesi nerede duruyor? Nasıl başladı?

Türkiye’de vicdani ret çok geç başladı. Bunun en temel nedeni Türkiye toplumunun askerliği sorgulanamaz bir doğru olarak kabul etmesi ve sol ve sosyalist yapıların da bunu pasifist bir konumda görmeleridir. 1989 tarihinde anarşist gruplar içerisinde vicdani ret başlıyor. Açıklamalar doğrudan Kürdistan’daki savaşı görür niteliktedir. Eleştiriler içeriyor. Militarist kültürü eleştirip sorgularken, aynı zamanda sosyalist yapıların hiyerarşisini sorguluyor bu yapılanmalar. Ve kendisini anti-militarist bir mücadele hattı üzerinde kuruyor. Uzun yıllar anarşist gruplar arasında oldu. 2005 tarihinden itibaren sosyalist yapı ve gruplar içerisindeki bireylerde özellikle Kürdistan’daki savaşı gerekçe göstererek vicdani ret eylemini yapmaya başladılar.

Ercan Jan Aktaş bu tarihin neresinde?

Kürt, Alevi ve emekçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyorum. Daha çocukluğumda televizyon ekranlarında savaş görüntüleriyle büyüyorum. Üniversite sürecim politik olarak duracağım yeri aramakla geçiyor. Özellikle 1990’lı yılların Nusaybin, Cizre’deki Newroz olaylarında Türk devletinin uyguladığı vahşeti görünce kendimi bu politik hat üzerinde kurmaya başlıyorum. Sonrası üniversite öğrencisiyken tutuklanma, 9 buçuk yıl PKK üyeliğinden cezaevi yatma durumu oldu. Bütün bunlar bir araya geldiğinde TSK içinde yer almayacağımı biliyordum. Ama bunun karşılığının vicdani ret olduğunu cezaevinde iken Yıldırım Türker’in Radikal gazetesindeki bir makalesinden öğrendim. Artık netleşmişti. Politik ve ahlaki duruşumun bir gereği olarak vicdani retçi olmaya karar verdim. Cezaevinden çıktıktan sonra bana verilen askere gitmek üzere celp kağıdının zarfını hiçbir zaman açmadım. Askere gitmedim. 2005 Mayıs 15’inde Uluslararası Vicdani Ret gününde vicdani reddimi yaptım.

Bu aşamadan sonra neler yaşadınız?

Türkiye’de vicdani retçi olmak “başka bir hayat mümkündür”ü bütün boyutlarıyla yaşamak demektir. Hiçbir şekilde demokratik olmayan bir sistem içerisinde biz vicdani retçiler gündelik hayatımızın bütün aşamalarında bu baskı ve şiddeti yaşıyoruz, yaşıyorduk. En barizi bir adresin olmaması, evinin olmaması, sosyal güvenceli bir işin olmaması, serbest seyahat hakkı, konaklama hakkı ve kent içerisinde dolaşma hakkı bütün bunlar elinizden alınıyor. Onun için Türkiye’de vicdani retçi olmak “yeraltı” hayatını kabullenmek anlamına geliyor. Ancak biz vicdani retçiler görünür olmaktan geri durmadık. Sokakların bir parçası olmaktan geri durmadık. Kendi güvenliğimizi saklanmakla değil daha açık olmak, daha söz ve eylem üretmek üzerinden kurduk. Türkiye’de her zaman yüz binlerce asker kaçağı var. Bunlar askerlik yapmak istemiyorlar. Çok ağır bedeller ödüyorlar. Yaşadıkları sıkıntılar aile ve çevreleriyle sınırlı kalıyor. Ancak bizler oluşturduğumuz mücadele hattı ile hiçbir zaman yalnız olmadık, yalnız kalmadık. Bir dayanışma ağı şeklinde, hem hayatın zorluklarına karşı kendimizi koruduk. Hem de mücadelemizi yürüttük.

Vicdani red konusunda hukuksal olarak yaşadıklarınız?

2016 yılında hakkımda 3 dava açıldı. Bunlar anti-militarist anarşist bir vicdani retçi olarak yürüttüğümüz mücadele ve yazdıklarımdan kaynaklıydı. Birincisi, Kürdistan’daki savaşı Erdoğan şahsında eleştirdiğim için “devlet büyüklerine hakaretten madde 301”; ikincisi “insanları askerlikten soğutma madde 318” ve yine Kürdistan’da yürütülen savaş nedeniyle yazdığım yazılar nedeniyle “terör örgütü propagandası” nedeniyle davalar açıldı. Avrupa’ya geldikten sonra hakkımda yakalama kararı çıkarıldı. Türkiye’de olsaydım muhtemelen cezaevinde olacaktım.

Uluslararası bir vicdani ret örgütlenmesi mevcut mu?

Biz Türkiye’de uzun yıllar “savaş karşıtları” şeklinde bir ağ olarak mücadele yürüttük. Bu ağ, her zaman dünyanın birçok yerindeki vicdani ret ağlarıyla bağlantı içerisindeydi. 2014 yılında dernekleştik. Şu an Avrupa Vicdani Ret ofisinin (EBCO) bir parçasıyız. Ayrıca merkezi Londra’da olan WRI (Uluslararası Savaş Karşıtları), Almanya’da “Conection E.V”, Fransa’da “Peniche de la Paix” ile iletişim içerisinde çeşitli çalışmalar yürütüyoruz.

Daha önce Efrîn konusunda bir kampanya başlattığınız basına yansımıştı? Detayları hakkında bilgi verebilir misin?

Türkiye’nin Efrîn işgali ile Avrupa’da yaşamak durumunda bırakılan Türkiyeli ve Kürdistanlı vicdani retçiler olarak bir imza kampanyası başlattık. Bu kampanyamız halen devam ediyor. Bu kampanyayı 14 Haziran tarihinde Paris’te EHESS üniversitesinde yapacağımız bir konferans ile tamamlayacağız.

Diğer yandan zaman zaman bizim de bir bileşeni olduğumuz Uluslararası Savaş Karşıtları (WRI), zaman zaman Türkiye ve Kürdistan’a giderek oradaki savaşa dair raporlar hazırlayıp kamuoyuyla paylaşıyor.

Kampanyaya katılım ne düzeyde?

Bu kampanya sayısal katılımın yüksekliğiyle değil asıl olarak bu savaşa karşı tutum geliştirme konusunda kurumsal bir tavırdır. Bu açıdan bakılması gerekiyor. Birlikte durduğumuz uluslararası kurum ve bireyleri yaşanan savaşa karşı duyarlı olmaya ve daha aktif bir şeyler yapmaya çağırıyoruz. Daha çok politik anlamı öne çıkıyor. Bu kampanya çerçevesinde çok sayıda toplantı, etkinlik ile savaş gerçeğini insanlara aktarma şansı bulduk.

Bir vicdani retçi olarak bugün Kürdistan ve Türkiye’de yaşayan genç kuşaklara bu anlamda neler söyleyebilirsiniz, mesajınız nedir?

Uzun yıllardır bir mücadele içerisinde olmamıza rağmen Türkiye ve Kürdistan’daki halklara ve onların çocuklarına ne yazık ki vicdani reddi iyi bir şekilde aktaramadık. Savaşın yaşandığı bir coğrafyada vicdani retçilerin sayısı son derece düşüktür. Bunun bir nedeni bizim yeterince anlatamamamız olabilir ancak diğer bir tarafı da Türkiye ve Kürdistan’daki politik yapıların militarizm ve anti-militarizm, vicdani ret konularında kendi statükolarını sorgulamamalarından kaynağını alıyor. Ben bugün vicdani retçi olarak bir Kürdün, Alevinin, bir emekçi sosyalist bir Türkün TSK içerisinde olmasını anlamlandıramıyorum. Birkaç gün önce askerde Kürtçe türkü söylediği için rütbelileri tarafından korkunç bir şekilde linç edilen Vanlı askerin son olmadığını, bundan önce binlerce olayın yaşandığını çok iyi biliyoruz. Hele hele bugün için her şey tamamen savaş ve militarizm üzerine kuran Türkiye Cumhuriyeti’ne Kürt, Alevi, demokrat olmak bir tarafa, asgari düzeyde bir bilince sahip olmak bile hizmet ettirmeyi gerektirmiyor.

15 Mayıs günü Dünya Vicdani Retçiler günü vesilesiyle bir kez daha uzun yıllardır talep ettiğimiz, söylediğimiz, “Bizim bu orduya verecek ne bir saniye ne de bir kuruş paramız yoktur.” Gençleri TSK’nin bir parçası olmak yerine vicdani retlerini yaparak, özgürlük mücadelesinin parçası olmaya çağırıyorum.

Vicdani retçiler: Oyumuz HDP’ye

24 Haziran seçimleri yaklaşırken Avrupa’da da seçim çalışmaları hız kazandı. Düşünceleri ve duruşları nedeniyle sürgünde yaşamak durumunda kalan vicdani retçiler de seçim konusunda aktif çalışma yürütüyor. Seçim konusundaki görüşlerini açıklayan vicdani retçiler, “HDP’ye oy verin” çağrısında bulunuyor.

Sandıkta TAMAM diyelim

Kıbrıs’ta yaşayan vicdani retçi Sergen Sucu, “Ne yazık ki 24 Haziran’da oy kullanamayacağım. Yurt dışındayım, dava neticesinde mevcut bir yakalama kararı söz konusu. Fakat ülkede olsaydım HDP’ye oy verirdim” diyerek seçim sürecine dair açık bir mektup yayınladı.

Sucu mektubunda, “Savaş karşıtı olarak barışın simgesi olan zeytini Efrîn işgaliyle savaşa karıştırdıkları için, Bir coğrafi bölge olan Karadeniz’i gerçekten kararttıkları için, Cizre, Sur, Nusaybin, Farqin ve Geveri doğası ve halklarıyla birlikte katlettiği için, Gezi parkı, Loç Vadisi ve kuzey ormanlarını talan ettikleri için, dört ayaklı minarenin ayağından vurup Hasankeyfi sular altında bıraktıkları için, Metin Lokumcu, Tahir Elçi, Kazım Koyuncu ve mermer ocaklarına karşı direnen ve sermaye eliyle katledilen Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun arkadaşları olarak; bizler talancı, kıyımcı, yıkımcı bu hükümete T A M A M demeliyiz” diyen Sucu, tüm savaş karşıtlarına seslenerek, HDP’ye oy kullanmaları yönünde çağrı yaptı.

Oyum HDP’ye

Hamburg’da yaşayan Gürsel Yıldırım, “Marksist gelenekte hareket etmeye çalışan a-nasyonalist biriyim. ‘Kimlik’ (etnik, inanç, din, cinsiyet vs..) üzerinden politika çıkmaz sokaktır. Olacaksa memlekette demokratik bir devlet, bunun hiçbir kimliği (etnik, inanç, din, cinsiyet vs..) olmamalı. Ezilen, dışlanan kimlikler, kendilerinin toplum tarafından kabulü için mücadele etmeli elbet ama mevcut TC devletinden ‘kimliğimi tanı’ diye bir mücadele de olmamalı diye düşünüyorum. Almanya/Hamburg’da yaşıyorum. Benim çevremdeki insanların çoğu HDP’yi seçecek, bazıları seçimleri boykot etmekten bahsediyor. Alevi kesiminden olanlar da CHP’nin HDP’yi dışladığından yakınıyor ama Erdoğan’ı yenmek için de CHP’yi seçelim diyenlerle önce HDP’yi, ikinci turda da CHP’ye oy verelim diyenler var” diyerek 24 Haziran’da oy kullanacağı ve Demirtaş’a oy vereceğini ifade etti.

Yürüyüşe devam

Paris’te yaşayan vicdani retçi Ercan Jan Aktaş: “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yerde varlık gerekçesi haline getirdiği, bir araya gelmemeleri gerekir dediği ne kadar toplumsal kesim var ise devletin şiddet, asimilasyon ve katliamlarına karşı HDP’de bir araya geldi. Darbelerin, baskı ve şiddetin barajlarını yıka yıka bunu başardılar. 24 Haziran seçimleri bu anlamda çok önemlidir. Onların baskı, işkence, cezaevi, katliamlar ile gasp etmek istedikleri halkların birlikte, bir arada özgürce yaşama ihtimalinin temsilcisi bugün için HDP’dir. Halklarımız da bunun farkındadır. Kesin olan bir şey varsa, o da muhtemelen seçime kadar geçecek altı haftanın en çok duyulacak sözü T A M A M olacak. 25 Haziran’da TAMAMLANDI! demek için, kimin elinden ne geliyorsa bunu yapmaya devam! Yürüdüğümüz özgürlük maratonunda 100 metredir bu süreç, bizler sonucu ne olursa olsun yürümeye devam edeceğiz.”

Kaynak: Yeni Özgür Politikaa

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org