Asker Doğmayanlar (Kitap/J.Boyne) – A. Ömer Türkeş

Asker Doğmayanlar, birçok trajediyi barındırıyor. Vicdani retçi Wolf ve mutlakiyetçi Will’in ölümlerinin trajedisi, çocuklarını kaybetmenin yasını bile tutamayan Will’in ailesinin trajedisi, savaşta hayatını kaybeden binlerce gencin ortak paydası… Hepsi de ayrı ayrı büyük insani dramlar barındırıyor.

“Savaşı hiç kimse sevmemeli”

John Boyne, Asker Doğmayanlar’da I. Dünya Savaşı’nda cepheye giden, kimi hayatını kimi ruhunu yitiren gençlerin hikâyesini anlatırken yüzleşilmesi gereken bir soruyu da tartışmaya açıyor; “Savaşan mı, yoksa savaşmayı reddeden mi? Kimdir daha cesur olan?”

kitap-asker-dogmayanlar16.01.2015 00:30
Ulaştığı büyük satış rakamlarıyla günümüz İrlanda edebiyatının popüler yazarları arasına katılan John Boyne 1971 doğumlu. Edebiyata öyküyle başlayan Boyne iki kez İrlanda Kitap Ödülü’nü kazandı. Sekiz romanı bulunuyor.

1919 eylül ayında Londra yakınlarındaki Norwidg kasabasına bir günlük ziyaret için gelen Tristan Sandler’in ağzından dinleyeceğiz hikâyeyi. Tristan 21 yaşında, dışarıdan bakıldığında kibar, yakışıklı bir genç. Buna karşılık iç dünyası kendisine duyduğu nefretle, suçluluk duygusuyla tam bir cehennem. İşte bu nedenle aynada kendisine bakarken; “İki yıldan uzun süren çarpışmalardan hırpalanmış ve yara bere içindeki vücuduna; alnına gevşekçe düşmüş, bir zamanlar sarıyken şimdi çamurumsu kumral bir renk almış saçlarına; derisinin altından görünen kaburgalarına, damarlı ve yer yer rengi açılmış sol eline; en hoş görülmez titremelere ve ürpertilere meyilli sağ eline; incecik bacaklarına ve sessizliğe gömülmüş organına bakarken” çok çirkin ve tükenmiş bir mahluğun çehresini görmektedir Tristan. Aslında gördüğü savaşın çehresidir.

Tristan’ın kasabaya gelme nedeni askerde tanıştığı, savaşta hayatını kaybeden arkadaşı Will’in ablası Marian’la konuşmak, ona kardeşinin mektuplarını teslim etmek isteği. Ancak bunun bir bahane olduğunu, Tristan’ın bu görüşme konusunda huzursuzlandığını -iç monologlarından- anlıyoruz; “Buraya neden geldim, diye düşündüm. Aklımdan ne geçiyordu? Aradığım kefaretse, bulabileceğim bir kefaret yoktu ki. Anlayışsa, bana anlayış gösterebilecek kimse de yoktu. Bağışlamaysa aradığım, hiç hak etmiyordum.”

Bu karmaşık, kaotik ve karanlık ruh halinin içinde boğulan Tristan’ın anıları başlangıçta bölük pörçük dökülüyor ortaya. 16 yaşındayken evinden kovulmuş, iki kez âşık olup iki kez acı çekmiş, yaşını büyük gösterip savaşa gitmeye gönüllü olmuş…

Tristan’ın belleği Marian ile buluştuğunda canlanıyor ve anlatı 1916 yılına, Will ile ilk karşılaşma anına dönüyor. Bu andan sonra iki zamanlı ilerliyor hikâye. Tristan’ın Marian ile geçirdikleri saatlerle savaşa, cepheye, Will’e ilişkin anıları -hesaplaşması- yan yana akarken yavaş yavaş cephede yaşanan büyük trajedi aydınlanıyor. Anlıyoruz ki Will’in trajedisinin sonlandığı an Tristan’ın trajedisinin başladığı andır ve Tristan ömrü boyunca o trajedinin başrolünde oynayacaktır…

Savaşa ve şiddete hayır!..
Asker Doğmayanlar’ın orijinal adı The Absolists; Türkçe karşılığı “Mutlakçılar”. Mutlakçılık, savaş karşıtlığının en radikal biçimi; savaşa katkı sağlayacak hiçbir şey yapmayanlara verilen isim. Will, cephede şahit olduğu insanlıkdışı uygulamalar karşısında savaştan tiksinmiş ve mutlakçılığını ilan edecek, bu vicdani seçim ona vatan haini yaftası yapıştırılmasına neden olacaktır. Ailesi ise toplumsal dışlanmayla karşı karşıyadır.

Asker Doğmayanlar, birçok trajediyi barındırıyor. Vicdani retçi Wolf ve mutlakiyetçi Will’in ölümlerinin trajedisi, çocuklarını kaybetmenin yasını bile tutamayan Will’in ailesinin trajedisi, savaşta hayatını kaybeden binlerce gencin ortak paydası… Hepsi de ayrı ayrı büyük insani dramlar barındırıyor. Ancak bu romanın can alıcı trajedisi Tristan’ın yaşadıkları dolayımıyla gösteriyor kendisini. Tristan ile Will arasında yaşanan ilişki, Tristan’ın tutkusu, Will’in ilişkiden duyduğu utanç ve okuru sarsacak kadar büyük bir süprizi barındıran final sahnesi gerçekten de Yunan tragedyalarını hatırlatan kurgu ve duygu yoğunluğuyla anlatılmış.

Boyne, her itirafın ya da çağrışımın ardında daha derin bir şeylerin yattığını sezdirerek ağır ağır anlatıyor hikâyesini. Sonu kötü bitecek bir hikâyenin içinde olduğumuzu daha ilk baştan bilmemize rağmen “belki de öyle olmamıştır” diye dilemekten kendimizi alamıyoruz. Beklentiler ve duygular yoğunlaşıyor. Ne var ki ağda kıvamına getirmiyor Boyne. Popüler edebiyat kalıplarını kullanarak edebiyat yapmanın üstesinden gelmeyi başarmış. Belki de onun edebiyat kariyerindeki hızlı yükselişinin, pek çok ülkede okunmasının ve çok satmasının formülü de bu konudaki başarısında gizli. Romanda iki karakterin karşı karşıya geldiği her sahneyi, mekânlarla birlikte duyguların, düşüncelerin, geçmişin acılarının sergilendiği bir sahneye dönüştürüyor Boyne. Kışlayı, cepheyi, çamuru, pisliği, böcekleri, teri, kokuyu tasvir ederken tiksintiyi, ürpertiyi, dehşeti, öfkeyi, nefreti, tutkuyu, utancı da çıkarıyor ortaya. Kısacası sahne kurmayı iyi biliyor.

Kendisine ün sağlayan -sinemaya da uyarlanan- Çizgili Pijamalı Çocuk romanı II. Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampında geçiyordu. Türkçeye çevrilen Romanov’ların Son Evi’nin tarihsel geri planında toplumsal çalkantılar ve savaş vardı. Asker Doğmayanlar’la savaşı bir kez daha romanının merkezine yerleştiriyor. Üç romanından yola çıkarak genelleme yapmak doğru olmayabilir ama savaş sürecinin bireylerde bıraktığı izlerin Boyne’un edebiyatına çok uygun temalar barındırdığını söyleyebilirim. Ancak hemen eklemek gerekir ki temaların duygusal açıdan işlenmesi ve yoğunlaştırılması basitçe okurun ilgisini çekmek kolaycılığına indirgenmemeli. Tersine, okuru irkiltmeyi ve düşündürtmeyi hatta yüzleştirmeyi önüne koymuş Boyne; Asker Doğmayanlar’da savaşın, askerliğin, erkeklik kültürünün radikal bir eleştirisini yapıyor.

Boyne’un en büyük başarısı okurun Will ve Tristan’ın duygularına eşlik etmesini sağlamak. Okur bu eşlik sırasında kendisini mutlaka sorgulamak zorunda; roman kahramanlarına biraz olsun yakınlık duymuşsa, onların başına gelenlerden üzüntü duymuşsa eğer, roman kahramanlarıyla aynı yaştaki gençlerin askere gitmesine, savaşmasına, ölmesine hatta öldürmesine isyan etmesi gerekmez mi? İsyan etmemek ya da kayıtsız kalmak savaşı ve şiddeti tırmananlarla suç ortaklığı sayılmaz mı? “Bir askerin ölümünü milli bir utanç değil de iftihar kaynağı saymak” size de garip gelmiyor mu?

Bizim gibi her gün şiddet sahnelerine maruz kalan toplumlarda şiddete karşı oluşan bağışıklık ve kayıtsızlık, sorunu yine şiddet dolu önlemlere havale etme eğilimi şiddetin meşrulaştırılmasıdır. Ne tuhaf; savaş çığırtkanlığı yapmanın cesaret, savaş karşıtlığının korkaklik sayıldığı bir dünyada -ve ülkede- yaşıyoruz. Savaşı övmek o kadar kolay ve sıradanken savaş karşıtı olmak suç sayılıyor, vatana ihanet etmiş muamelesi gormeyi, hapse düşmeyi, kaçak yaşamayı göğüslemeyi gerektiriyor. Öyleyse “Savaşan mı yoksa savaşmayı reddeden mi? Kimdir daha cesur olan?”

Asker Doğmayanlar
John Boyne
Çeviren: Özlem Yüksel
Doğan Kitap
2014, 305 sayfa, 26 TL.

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/savasi-hic-kimse-sevmemeli-413768

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org