İçeride tiranlık, dışarıda Vahşi Batı – Ümit Kıvanç

Kimin eli nereye uzanır, gücü neye yeterse yapabildiği, kimseye üzerinde anlaşılmış ortak kurallara dayanarak hesap sorulamayan bir dünyaya doğru mu yol alıyoruz?

18 Ekim, 2018
Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde yaşayan bir beyaz yakalı, “Hayatımızı sürdürebilmek için bu tirana itaat etmekten başka çaremiz yok,” demiş; herkesi sindiren yeni otokrat adayı Prens Muhammed bin Selman’ı işaret ederek. The Independent’in Kaşıkçı cinayeti sonrası Suudi Arabistan’daki haleti ruhiyeyi araştırıp yaptığı haberde yer alıyor bu (Duvar kısmen aktardı, şurada). Söz konusu olan, elbette bugünün koşullarında bile olağandışı, sarsıcı bir olay. Ancak insanî, siyasî, diplomatik, hangi tarafından tutarsanız tutun, soğukkanlılıkla ve müthiş rahatlıkla sergilenen pervâsızlık ve vahşetin olağandışı ve sarsıcı kıldığı bu olay, yakın zamanın başka birtakım haberleriyle bir araya konduğunda -ne yazık ki- sarsıcılığını da olağandışılığını da epeyce yitiriyor.

Peki nedir “bugünün koşulları”? Şu: Ciddeli beyaz yakalının sözünü dünyanın birçok yerinde birçok insan tekrar edebilir. Hattâ bazılarımız edemez, çünkü kimi yerde bu sözü alenî şekilde tekrar edememek bile “bugünün koşulları”ndan sayılır. Birçok ülkede rejimler hızla kuralsız, sınır tanımaz, denetlenemez tiranlıklara dönüşüyor. Öyle ki, bir nevi yüzsüzlük, -adalet kavramı şöyle dursun- en basitinden hukuk kavramı ve kurumuna hayat hakkı bırakmayan otokrasilerin alâmeti fârikası haline geliyor.

1980’lerde dünyayı sarmaya başlayan, bir yaşama ilkesi ve teşkilatlı ideoloji olarak benmerkezcilik, dünyanın “ben”in etrafında döndüğü ve başkalarını umursamamayı becerebildiğimiz oranda mutlu olabileceğimize dair çarpık ideolojik çekirdek; siyaset ve yönetme, hükümetler, devletler, ordular düzeyinde buna eşlik eden, ancak “başkalarının hakları” üzerinde tepinebilenin kendini hakkıyla güç sahibi addedebileceğine ilişkin sapıkça “doktrin”, karşılarına ne çıktıysa ezip geçerek bugünlere geldiler. Gelinen noktada, bu sapkınlık âleminin bazı temel kavramları toplumsal düzeyde, uluslararası ilişkiler düzeyinde kurumlaşıyor.

ANITLAR VE KAİDELERİ

Bunlardan biri, Ciddeli beyaz yakalı ve muadillerinin, çeşitli ülkelerde, ancak tiranlığa boyun eğerek yaşama şansı bulabileceklerini düşünmelerine yol açan, astığı astık, kestiği kestik iktidarların zulüm anıtlarına kaide vazifesi gören kuralsızlık. Bunun iki boyutu var: Ülkeler içinde hukuk ve kurumları yok edilirken, uluslararası âlem de kimin neye gücü yeterse kendini hiçbir kısıtlamaya tâbi hissetmeden yapabildiği bir nevi Vahşi Batı’ya dönüşüyor.

Bizdeki vaziyet mâlûm: Ortada yönetim erkini dizginleyebilecek herhangi bir güç kalmadı. Cumhurbaşkanı, son olarak, “dördüncü kuvvet falan, neymiş o öyle!” havasında, tasarladığı rejimde bağımsız basına dahi yer olmadığını açıkça söyledi. Macaristan’da, Polonya’da yeni otokratlar, başa gelir gelmez anayasa mahkemeleri gibi kurumlara ve kendi kişiliği, yerleşik itibarı, gücü olan basın kuruluşlarına saldırdılar. “Havuz sistemi” muhtemelen Türkiye’nin bu işe katkısı olarak tarihte yerini alacaktır; metrobüs gibi: Yapıyorsun, ama kendi rengini, tadını katarak. Çin’de, sorgusuz sualsiz insan “kaybetme”, olağan bir iktidar pratiği. Pekin’e sorun çıkaran Uygurların bölgesi Sincan’da yürütülen gözetim-denetim uygulamaları, Urumçi’yi parçalara bölüp, şehir sakinlerinin birinden öbürüne giderken kontrolden geçirilmesine, devlet görevlilerinin insanların evlerinde vakit geçirip her yeri didiklemelerine varmış durumda. Yaklaşık bir milyon kişi “yeniden eğitim” kamplarında. İktidar, sürekli kayıt tutma-gözetleme-denetleme sistemlerinin biri eskimeden öbürünü yürürlüğe sokuyor, ödül mekanizmaları ekliyor, kimsenin dışına çıkamayacağı bir “uyumlu” yaşama alanı ve tarzı yaratıyor. Batı’da, şimdilik birtakım hukuk teamülleri, kurumları ve toplumların önemli kısmının mutlak itaat düzenine elverişli olmayışı nedeniyle, gözle görünür, muazzam tek tipleşme, otoriterleşme adımları atılamıyorsa da, Trump ABD’si bu alanda başı çekiyor, Batı dünyasını bir yerlere sürüklemeye çalışıyor. Beyaz ABD yurttaşları değilse de siyahlar ve özellikle Güney-Orta Amerikalı göçmenler, itirazı, direnmeyi affetmeyen, insafsızca ayrımcılığa ve faşizan uygulamalara maruz kalıyorlar. Siyahlar sokaklarda kolayca öldürülüyor, ufacık göçmen çocukları kafeslere konuyor. ABD’nin birçok eyaletinde polis, silah, teçhizat ve en önemlisi davranış bakımından aşırı ölçüde askerîleştirilmiş durumda.

Uluslararası düzlemde de, başta ABD, birileri, eline kuvvet geçirenin başkalarının toprağına göz dikmesini olabildiğince önlemek üzere kurulmuş veya dünyanın yardıma muhtaç yörelerine imkânları daha bol yerlerden destek ve yardım aktarılabilmesi için çalışan, toplumları yakınlaştırmayı, devletleri işbirliğine yöneltmeyi amaçlayan mekanizmaları etkisizleştirmek, yok etmek için uğraşıyor. Hukuk, kavram ve kurum olarak, yok edilmeye çalışılıyor.

Aydın Selcen’in dün Duvar’da ele aldığı, “kutupsuz dünyanın kuralsızlığı”ndan söz ediyoruz. Selcen’in hatırlattığı “global hayat” örneklerine (Interpol’ün Çinli direktörünün ülkesine gittiğinde ortadan kaybedilmesi, Putin’in eski ajanı ile kızını, askerî istihbarat ajanlarını gönderip Britanya topraklarında zehirlettirmesi) bir-iki ek yapayım: 2006’da yine Putin’in, yine Britanya’da eski subay, sonra muhalif Alexander Litvinenko’yu çayına radyoaktif polonyum-210 attırarak öldürtmesi, geçen yıl Kuzey Kore diktatörü Kim Jong Un’un üvey kardeşini Malezya’da havalimanında VX sinir gazıyla öldürtmesi. İsrail’in dünyanın çeşitli yerlerinde giriştiği “av”ları ve yakın zamanda Türkiye’nin çeşitli ülkelerden -meselâ Kosova- “FETÖ’cü” kaçırmasını bunların yanına katmalıyız. Belki hepsinden önce, ABD’nin, çeşitli ülkelerden, bir şekilde şüpheli saydığı insanları uçaklara koyup oradan oraya dolaştırması, ya bizzat uçaklarda ya bazı havalimanlarında ya da anlaştığı ülkelerin işkencehanelerinde sorgulaması hatırlanmalı. Tam bir uluslararası hukuksuzluk gösterisiydi. Suudi Arabistan’ın fiilî kudret sahibi Muhammed bin Selman’ın İstanbul’da sergilediği marifetten sonra kabaca şöyle diyebiliriz belki: Kimin eli nereye uzanır, gücü neye yeterse yapabildiği, kimseye üzerinde anlaşılmış ortak kurallara dayanarak hesap sorulamayan bir dünyaya doğru mu yol alıyoruz? (Bu konuda AP bir özel haber derledi!)

KAFA YORMAMIZ GEREKİYOR

Oysa insanlığın karşısındaki esas büyük sorunlar, tam tersini, dünya çapında işbirliğini zorunlu kılıyor.

Dünyanın gidişatına dair kafa yormaya çalışan insanların çoğu, başta bizim memlekette, bin türlü fizikî ve manevî baskı altında, kendilerinin ve yakınlarının başına gelenlerle uğraşmak, geleceksizlik ve umutsuzluğun yarattığı karanlıkla boğuşmak zorunda kaldığı için, aslında hiç de uzak bir geleceğe ait olmayan temel sorunlar üzerine konuşamıyoruz. Bugünün maddî kudretinden açgözlülükle lezzet, zulmedebilme imkânından hunharca keyif alma uğruna, çocuklarının geleceğini mahveden muktedirlerin insanları sorgusuz sualsiz öldürebildiği, kaybedebildiği, hapsedebildiği rejimler midir, insanlığın geleceği? Yoksa, bu bencillik ve dargörüşlülükle kullanılacağından bela halini alacak yapay zekânın, birkaç onyıl içerisinde, organ nakilleriyle elitleştirilmiş bir vahşi zengin azınlığın elinde hepimizi insanlığın kısa yoldan mahvına götüreceği bir karanlık mıdır?

Dünyanın bir köşesinde, siyasetçi rolündeki devlet görevlisinin, muhalifleri sindirmesi umulan mafyacıları hapisten çıkarmaya çalışması, emir verdiği mahkemenin bağımsızlığı gibi bir motifi uluslararası pazarlıkta koz yapmaya kalkan hükümdarın memleket çocuklarını nasıl bir dehşet ortamına mahkûm ettiğini umursamayışı, bildiğimiz anlamıyla “insanlık” tarihinin son sayfaları yazılırken, metni şenlendirsin diye araya katılan trajikomik ayrıntı yerine bile geçmeyecek.

Hakkında hiçbir somut iddia olmadığı halde hapiste bir yılını doldurmak üzere olan arkadaşım Osman’ı aklımdan çıkaramadığım için kapıldığım öfkeden, Şırnak’ın sınır köyünden, bombayla parçalanmış kardeşinin acısını sırtlayarak Meclis’e gelen ve karşılığını hapse tıkılarak gören Ferhat’a karşı memleket adına duyduğum utançtan, sıkça geçtiğim bir mahallede lüks döşenmiş bir odada bir insanın pahalı bir masaya yatırılıp kemik testeresiyle doğrandığını öğrenmenin sarsıntısından sıyrılabildiğim ölçüde, dünyaydı, insanlıktı, bazı büyük meselelerden söz etmeye çalışacağım.

Kaynak: Gazete Duvar

YAZININ DEVAMI….

Bugünün yıldızları yakında sönecek

Cuma, 19 Ekim, 2018
Dünya ölçeğinde yükselen dalga, denetim ve baskı altında toplumlar, muhalefetsiz, direnişsiz devlet-toplum ilişkisi, dediğim dedik, astığı astık, kestiği kestik hükümdarlardan meydana gelen bir tür yeni faşizm. Hepsi birbirini çok andıran otokratlar, birbirlerini taklit edercesine işler yapıyor, ülkelerini bu yeni faşizme sürüklüyorlar. (Haydi biz faşizm değil de yeni otokrasi diyelim, solcularla aynı kavramları ağızlarına alırlarsa vatana ihanet etmiş ve günaha girmiş sayılacaklarından endişe duyanlarla da konuşabilelim.)

Faşizan yeni otokrasiler… hay Allah!.. Bu yeni rejimlerin bariz ortak özelliklerinin başında, ülkeyi dünyanın geri kalanından soyutlama çabası var. Zamane Ruhu’na uygun şekilde, bu rejimleri kurmaya çalışanların varlık koşullarından biri olan ikiyüzlülük burada soluk alıp vermeye başlıyor. Çünkü artık hiçbir ülke dünyanın geri kalanından soyutlanamaz. Bugün için “fantaazi” gibi görünen ama aslında gerçekleşmeye başlamış süreç, yani zengin-imtiyazlı ve bu imtiyazlarını bugünün dezavantajlı-yoksul-yoksunlarının sırtından elde etmiş olanların kendilerini öbürlerinden soyutlama girişimleri, bu tespitin yanlış olduğunu göstermiyor. Aksine. Zengin beyaz ABD’li, eğer imtiyazlı yaşantısını sürdürmek istiyorsa, “dışarıdan” geleceklere engel olmanın uluslararası mekanizmalarını yaratmakla uğraşacak. Meksika sınırına duvar çekmek, dışarıdan birilerinin mütemadiyen aşmaya çalışacağı bir duvarın içeride ciddî meseleniz olması demek. Afrika’dan, ölüm-kalım mücadelesi yaparak kuzeye akan insan seli, kara sınırlarına öldürücü şiddette elektrik verilmiş jilet teller çekecek, kıyılarına savaş gemileri dizecek Avrupalının sürekli ve yapısal sorunu olarak varlığını sürdürecek.

Mutlakçı bir gözetim-denetim ve ayıklama-eleme rejimini güvence altına almanın bilinen -çünkü insanlık tarihince sınanmış-, en sağlam yolu, sırf zorbalığı çeşitlendirmek değil, yöneteceğiniz toplumu zorbalığınıza gönüllü katılır hale getirmek. Bunun için ihtiyaç duyulan ilk motif dış düşman, ikincisi -ve olmazsa olmazı- iç düşman. Bütün bu şartları yerine getirmenin en büyük ve kullanışlı aracıysa milliyetçilik. Hele dinle desteklendiğinde milliyetçilik, mutlak iktidar isteyen her otokratın rüyasıdır. Toplumu milliyetçilik zamkıyla birbirine bulanıp yapışmış bir kütle haline getirebilen ve yakın hedeflere sevk edebilen hükümdara karada ölüm yok gözükür. Tek sorun, dozu mütemadiyen artırmazsanız bu mekanizmanın teklemesi ve size karşı çalışmaya başlaması. Bu yüzden de zaman içinde hedefler ve gereken seferberlik kapasitesi uçuklaşır, bünye kendini patlatarak imha eder. Bu infilak esnasında fitil genellikle başkalarınca ateşlense de, netice, gerçekte bünyenin kendini patlatma aşamasına geldiğinin kanıtıdır. Buzla kaplı Rusya steplerine fazla dalmayıp, Halep’e, Şam’a… hayır, konumuza dönelim:

HÜCRELER VE BÜNYE

Dünyada yükselen eğilim yeni otokrasiler; bunları orada burada kurmaya çalışanların ilk elde yapması gereken de, ülkenin dışarıyla ilişkisini kesmek. Bunun için başvurulan en tesirli silah -kimi yerde dinle destekli- milliyetçi seferberlik. Hedeflenen rejimler, bir kurucu ilke olarak otokratın mutlak iktidarının farklı söylenişinden başka şey olmayan kuralsızlık-kurumsuzluğu benimsiyor.

Tek tek bu tür rejimlere sahip devletlerin yan yana veya karşı karşıya geleceği bir uluslararası düzen nasıl şekillenecek? Şekillenmeyecek. Zaten artık ona bir düzen denmeyecek. Bu, bendenizin de aralarında bulunduğu, hayatı “bu düzen değişmeli” demekle geçmiş insanların kastettiği şey değil. Bir bakıma tam aksi bile diyebiliriz. Kuralsızlık, kimin gücü kime yeterse ezebildiği, “burjuva hukuku”nun bile mumla aranacağı ortam demek.

Bugün, kendini başkalarından güçlü sayan ve kuralsızlık ormanında yaşarsak kârlı çıkacağını öngören öngörüsüz ve beyinsiz “eski tayfa”, yakın geleceği yakın geçmişin şartlarıyla düşünüyor, egemenlik, kudret, iktidar, hattâ zenginlik, tatmin vs. kavramların içeriğinin birden nasıl hızla değişivereceğini aklından ucundan geçirmiyor.

Oysa insanlığın şu anki durumu, başını fena halde belaya sokmasına, kendi mahvını hazırlamasına yol açabilecek şartlar barındırıyor.

ÜÇ EVRENSEL SORUN

Eserlerini -biri dışında- büyük ilgi ve heyecanla okuduğum, bolca konuşmasını, söyleşilerini izlediğim-dinlediğim tarihçi Yuval Harari, bazılarımız yanına yaklaşsak da apaçık formüle ve ifade edemediğimiz pek çok olguyu, bağlantıyı, özellikle bugünkü gidişatın gösterdiği, yakın geleceğe dair güçlü ihtimalleri berrak ifadelerle ortaya koyan bir düşünür. (Sapiens ve 21. Yüzyıl İçin 21 Ders’i şiddetle tavsiye ederim –Homo Deus’u henüz okumadım. Katılmadığınız tespit ve görüşleri mutlaka olacaktır, ancak hem yaklaşım-yöntem hem bilgi zenginliği hem de bütün bu meselelerle uğraşmasının altında yatan amaçla, ufkunuzu açacak, sizi çok gerekli ve verimli tartışmalar içine sokacaktır. Bu tartışmaların bazılarını burada da açabilmeyi umuyorum.) Harari, bugün insanlığın karşısındaki evrensel sorunları üç başlık altında topluyor: İklim değişikliği, nükleer silahlar ve teknolojideki gelişme. Bunlar farklı dinamiklere, kaynaklara sahip, dolayısıyla çözüm için farklı yaklaşımlar gerektiren, farklı karakterlerde evrensel sorunlar. Fakat şöyle bir ortak yönleri var, Harari’nin işaret ettiği: Ancak bütün insanlığın ortaklaşa çabasıyla çözülebilirler.

Haydi, nükleer silahlanmayı bugün için, sadece bu tür silahlara sahip devletlerin bir araya gelerek çözebileceğini varsayalım. Yarın başkasının tekrar buna yönelmemesi, herkesi kapsayan ortak düzenleme, buna uyulacağına dair toplu taahhüt ve bunu sağlama alacak yaptırım mekanizması varolmazsa, nasıl önlenecek? Ayrıca bugün için sağlama bağlanmış bir ortak düzenleme de yalnız bazı devletlerin iradesiyle ortaya çıkamaz, belli.

Teknolojik gelişme, özellikle yapay zeka ve robot teknolojisinin bir araya gelmesiyle doğabilecek sorunlar konusunda da bugün Madagaskar veya Papua Yeni Gine’nin söyleyecek sözü yokmuş gibi duruyor. Hemen araya “Türkiye’nin var mı?” sorusunu sıkıştıralım, ileride lazım olur. Teknolojik gelişmenin bugünkü öncü ülkeleri, henüz bu aşamaya gelememiş olanları ne pahasına olursa olsun ileriki safhalarda elde edilecek hasattan yoksun bırakma hedefiyle anlaşsalar bile artık çok geç. ABD, Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan dediğimizde zaten dünyanın çok büyük bölümünden söz ediyoruz. Kaldı ki, bu konuda siyasetçiler, yöneticiler meseleye el atana kadar dizginsizce kat edilebilecek mesafe çok büyük. Moskova’daki özel donanımlı binadan, çeşitli uyduruk ABD’li kişi ve kuruluşlar adına Facebook hesapları açarak Kansas’taki seçmenleri yönlendirmeye çalışan vazifeli trol’ün iki sokak öteden Starbucks kahvesi alıp yudumladığı ortamdayız. Yeniden canlanıp günümüze hakim olan vahşi kapitalizm ve insanda hem haysiyet hem beyin bırakmamaya aday kof benmerkezcilik ideolojisinin hüküm sürdüğü koşullarda, hızlanan teknolojik gelişmenin nasıl muazzam ve derin sorunlara yol açacağını şu anda otuzlarında kırklarında olanlar bile muhtemelen görecek. Yapay zekanın yol açabilecekleri, fantezi değil. Yapay zeka birimlerinin, pek çok yönden insana üstünlüğü tartışılmaz. Ve kimilerinin bilim-kurgu fantezileri üreterek, “robotlar bizi mi yönetecek?” sorularıyla eğlendiğine bakmayın, tehlike ciddî. Robotlar bizi yönetmeyecek, ama onları da yönetecek olan birileri, gerekli gördükleri kadarını sağ salim, iş görür halde tuttukları bir insan nüfusunu yönetecek. Burada uzatmak istemiyorum, ayrıca konu etmeyi umuyorum, teknolojik gelişme bütün insanlık adına, yaptırımlarla sağlama bağlanmış denetim altına alınmazsa olabilecekler hayal gücümüzü epey zorlayacak nitelikte ve çapta. Burada anahtar, “insanlık adına”. Çünkü, pek basitçe, daha ufak bir grupla, mümkün değil.

Lafı bu kadar uzatmanın hiç gerekmediği öbür büyük meseleye gelelim: İklim değişikliği. Fanteziye de hiç yer bırakmayan bir konu bu. Ne kadarına insanlığın düşüncesizce, sorumsuzca faaliyetinin yol açtığı konusu bile tam aydınlığa kavuşmuş değil. Ancak yine herkesi kapsayan, herkesin uyacağı tedbirler alınmazsa ne olabileceği aşağı yukarı belli. Hayır, “dünya” veya “yeryüzü” dediğimiz kıymetli gezegendeki hayat değil, “insan” denen canlı türünün yaşama ortamı yok olacak.

TOPLU DAVRANMA MECBURİYETİ

Gidişat, gezegenin kendileri için güvenli ortamı inşa edip insanlığın geri kalanını mahva terk edecek bir zengin-güçlü azınlığa kalabileceği yönünde. Ancak bu pek küçük bir azınlık. İnsanlığın geri kalanı hayatını sürdürmek istemeyecek mi? Tek çaresi topluca düşünmek, kararlar almak, davranmak. Başka çaresi yok.

Harari, Eski Mısır’ın oluşumuna işaret ediyor. Nil’in kıyılarında, birbirleriyle alâkasız yaşayan topluluklar, yaşamlarını sürdürebilmek için Nil taşkınları gibi büyük meselelerle uğraşmak zorundaydılar ve bir aşamada bunlarla ancak bir araya gelerek baş edebileceklerini anladılar, diyor. Hiçbir millet durduk yerde, doğuştan kanlarında devlet kurma cevheri bulunduğu veya Allah onları millet olsunlar da şuraya buraya hükmetsinler diye görevlendirdiği ve kutsadığı için oluşmadı. Hiçbir uluslararası topluluk da “görüşsek ya, ne güzel!” diye meydana gelmedi. Birleşmiş Milletler, dünya savaşlarının yol açtığı felaketlerin ortak akıldan süzülmesinin ürünüydü.

Ancak şimdi içeriye mutlak hakim olup ülkelerini dışarıya düşmanlaştırma peşindeki yeni otokratların âlemindeyiz. Ve bu her şeyden önce uluslararası yakınlaşmalara, insanlık adına ortak girişimlere engellerin çoğaldığı bir ortam.

Yakın belalar olduklarından gözlerimiz bunlara dikili. Çok daha büyük olanı, geniş olanı, evrensel olanı ikincil, hattâ “fantaazi” sanıyoruz. Başına buyruk olmaya hevesli milliyetçi odaklar son defa güçlenirken, her şeyden önce kendileri için geleceği imkânsızlaştırdıklarını fark edemiyorlar. Oysa, bırakın gezegenleri, evreni, dünya üstündeki canlılar tarihinde bile zerrecikten fazla yer kaplamamış din savaşlarına, milliyetçi hezeyanlara pek yakın geleceğin dünyasında artık yer yok. Çünkü olamayacak. Eğer insanlık ortak felaketi anca dayanışarak önleyebileceğini nihayet akıl eder ve buna göre davranırsa, kimse milliyetçiliğin m’sinden bile söz edemeyecek. Yok eğer gelişmiş teknolojiye sahip ülkelerden, organları yenilenmiş, beyinleri tazelenmiş az sayıda seçkin, Üçüncü Dünya diktatörleri ve zenginlerinden seçilmiş şanslıları da yanına alarak kendini kurtarmaya bakacaksa, orada da kimlikler, seçilmiş kavim mensubu veya Allah’ın sevgili kulu olmaya göre belirlenmeyecek.

İkilemli, bütünlüksüz yapısı ve buna karşılık akıl-mantık ve düşüncede veya ahlâkta tutarlılığın aranmadığı her duruma kolaylıkla kendini uyarlayabilme kapasitesiyle hem içe kapanma hem dışarılarda bin türlü maceraya atılma hevesiyle Türkiye, yaşanan kaotik geçiş döneminde dünyada her zamankinden fazla lafı edilecek ülkelerden; belli. Çünkü “kurumlaşmış” birtakım halleriyle âdetâ onyıllardır böyle bir zamana hazırlanırmış gibi.

Ne var ki bu, adı üstünde, bir geçiş zamanı. Geçecek. Bugünkü halimiz gelecekte varolmayı vaat etmiyor.

Kaynak: Gazete Duvar

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org