“Kaplumbağalar da Uçar” (Film): Savaş Ortamında Büyüyen Çocuklar – Tülay Bingöl

Kaplumbağalar da Uçar filmi, Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgali ve Saddam’ın devrilmesi sürecini anlatır. İran’lı sinema yönetmeni Bahman Ghobadi, filmiyle bizlere, bu savaş gerçekliğine daha yakından bakabilme fırsatı sunarken, savaş ortamında büyüyen çocukların çığlığı da oldu aynı zamanda.

“Kaplumbağalar da Uçar”da gösterildiği gibi, hayatımızı tamamıyla alt-üst edecek olan bir savaşı televizyon ekranından gelecek bilgilerle izlemeye çalışmak kendi içinde paradoksları olan bir mevzudur.

İstanbul – BİA Haber Merkezi 29 Mayıs 2016, Pazar 00:02
Savaşlar, dünyanın en acımasız ve vahşi hikâyelerini biriktirmeye, insanlık tarihinin utanç kaynağı olmaya devam ediyor. Bugün yanı başımızda devam eden Suriye’yi, Mısır’ı ve daha birçok ülkeyi yangın yerine çeviren savaşların geçmişte yaşananlardan çok da farkı yok aslına bakarsanız. Çok değil bundan 13 yıl önce, 2003 yılında Amerika Birleşik Devletleri Irak’ı işgal ettiğinde, bölge halklarına özgürlük ve demokrasi getireceğini vaad etmişti. Ancak çok geçmeden gerçekler su yüzüne çıkmış, her türlü savaşın varacağı o kirli dünyaya adım atılmıştı. Öyle bir kirli dünya ki; ardında yarısından fazlası çocuk olmak üzere 1.5 milyon(!) ölü insan bırakan, milyonlarcasını ise sakatlık, hastalık, yoksulluk ve parçalanmış hayatlarıyla baş başa bırakan. Ve kuşkusuz bu tablo sadece bir panaromaydı, biraz daha içeriye adım attığımızda, utancımızdan ve acımızdan ne yapacağımızı dahi bilemeyeceğimiz yaşam hikâyelerine tanık olacaktık.

İşte İran’lı sinema yönetmeni Bahman Ghobadi, “Kaplumbağalar da Uçar” filmiyle bizlere, bu savaş gerçekliğine daha yakından bakabilme fırsatı sundu. Filmini, ‘diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına’ ithaf eden Ghobadi, bu filmiyle savaş ortamında büyüyen çocukların çığlığı da oldu aynı zamanda.

Mayın tarlaları içinde büyüyen hatta geçimlerini bölgedeki mayınları toplayıp satarak sürdüren çocukların, bedenleri gibi paramparça edilmiş hayatlarına tanık olmamızı sağlayan film, bizleri film boyunca sorgulamaya ve yaşanmışlıkların izini sürmeye çağırmakta.

Saddam’ın devrilişinden 3 gün sonra “Anayurdumun Şarkıları” filminin gösterimi için Irak’a giden Ghobadi, İran’a döndükten sonra orada kendisini mutsuz eden her şeyin filmini yapmaya karar verir. Mayın tarlaları, sakat çocuklar, yakınlarını kaybetmiş insanlar, gitgide artan huzursuzluk… Böylece Irak Savaşı’na dair ilk film de hayat bulmuş olur. Dünya televizyonlarının savaşın bittiğini duyurduğu sıralarda, Bush’un Saddam’ın ya da herhangi bir diktatörün başrolde olmadığı bir film için, gerçekliğin ta kendisine, kimselerin bahsetmediği Irak halklarına kamerasını çevirir.

Filmin öyküsü

Savaşı, çocukların gözünden ve onların hayatlarına odaklanarak anlatmayı tercih eden Kaplumbağalar da Uçar filmi, Irak-Türkiye sınırındaki bir Kürt mülteci kampında geçmekte.

Filmde hikâyesine daha yakından bakabildiğimiz çocuklardan ilki Satellite yani Uydu lakaplı Soran. Gerçeklerin farkına varana dek Amerika hayranı olan ve diğer mülteci çocukların lider olarak kabul ettiği 13 yaşlarındaki bir Kürt çocuğu. Teknolojiye meraklı, yaşından ve bedeninden büyük sorumlulukların altına gözünü kırpmadan giren, yaşanan çelişkilerin farkına hemen varabilen bir karakter. Köye kurduğu uydu sayesinde televizyon haberlerine bakıp, köylülere savaşın ne zaman başlayacağını haber verebilecek olan tek kişi aynı zamanda. Tabi yarım yamalak bildiği İngilizcesiyle. Bush’un savaş demeçlerini “Yarın hava yağmurlu olacak” diye çevirecek kadar.

Ve sonra Agrin, Riga ve Hengov… Savaşın paramparça ettiği hayatlarına kaldığı yerden asla devam edemeyecek olan 3 çocuk… Agrin henüz 12-13’lerinde Halepçeli bir kız çocuğu. Abisi Hengov’la birlikte bir gecede hayatı alt-üst olan güzeller güzeli bir çocuk. Bedenleri gibi hayatları da parçalanan çocukların hikâyesi ise şöyle:

İki kardeşin anne-babası köylerine gelen askerlerce öldürülür ve Agrin, abisinin gözleri önünde tecavüze uğrar. Filmin bir kısmına kadar kardeşi zannettiğimiz henüz 2 yaşlarındaki gözleri görmeyen Riga’nın ise, Agrin’in anne-babasının katillerinden geriye kalan çocuğu olduğunu anlarız. Suskunluk çökmüş, gözleri donuklaşmış bu çocuklar, yaşamlarına kaldığı yerden asla devam edemez. Kollarını mayın nedeniyle kaybetmiş Hengov, kardeşinin ve Riga’nın ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bu sefer de ağzıyla mayın toplamaya devam eder. Agrin mi? Agrin ise yalnızca ölmek ister… Bazen bir uçurum kenarında, bazen bir nehirde bazen de üzerine gaz yağı dökerek…

Derinlere dalınca görünenler

Eski bir Kürt hikâyesine göre; gölde yaşayan bir kaplumbağa, her gün etrafında kanat çırparak yükselen kuşlara özenip uçmayı, gölün karşı kıyısına geçmeyi diler. Dileğini kuşlara söyler, kuşlar da: “Uçabilirsin. Kaplumbağalar da uçar.” diye yanıtlar. İki kuş, kaplumbağaya bir dal uzatırlar ve ağzıyla dala sımsıkı tutunmasını söylerler. Kaplumbağa tutunur. Kuşlar havalandıkça, ömrü boyunca hiç çıkmadığı kadar yükseklere çıkan kaplumbağanın şaşkınlık ve heyecandan ağzı açık kalır. Ağzını açmasıyla birlikte dalı bırakır ve göle düşer. Hayatının ne bir adım gerisine ne de ilerisine. Sırtında koca bir kambur gibi taşıdığı yüküyle, eviyle, ocağıyla, usul usul yaşadığı, ait olduğu dünyasına…[1]

Filmde de Agrin, sırtında taşıdığı çocuğu Riga’yla uçurumun kenarına gider sık sık. Kim bilir belki de, gözlerindeki ışığı bile söndüren o gece hiç yaşanmamışçasına ait olduğu dünyasına, sevdiklerinin yanına kavuşacağını düşlemektedir o sırada.

Filmin adını bu hikâyeden yola çıkarak koyan Kürt yönetmen Ghobadi, filminde sıklıkla benzer kültürel semboller kullanır. Örneğin kırmızı balıklar… Agrin’e aşık olan Soran, duyduğu aşkı gösterebilmek için, daha önce başka çocukların ölümüne sebep olan nehre dalıp o kırmızı balıkları bulmak ve Agrin’e sunmak ister. Çünkü baharı müjdeleyen Nevruz inancına göre, kırmızı balıklar yeniden doğuşun ve iyi şansın sembolüdür. Ancak erkeklerden ölesiye soğumuş Agrin için kırmızı balıklar değil, nehrin ne kadar derin olduğudur asıl mesele. Derin derin bakan gözleri ise yeniden doğuşa değil, yok oluşuna hazırlanır yine…

Filmin bir diğer sahnesinde ise, savaştan kaçarak sığındıkları sınırlarda yaşamaya çalışan insanlara, kimyasal gazlardan korunmaları için maske dağıtılır. Maskeler yeterli gelmediğinden maskesi olmayanlara nehre gidip suyun altına girmeleri ya da yüksek bir yere çıkmaları söylenir. Ne zaman? Sarımsak ve ot kokulu gaz geldiği zaman. Oysa ki sarımsak, o insanlar için tıpkı kırmızı balıklarda olduğu gibi inandıkları bir semboldür. Doğruluk sembolü sayılan sarımsak, kimyasal sarin gazının kokusu olmuş ve savaşın bir parçası yapılarak insanların öldürülmesi için kullanılmaktadır.

İşte ‘Kaplumbağalar da Uçar’ filmini güçlü kılan da tüm bu ayrıntılar. Diğer bir deyişle; gerçekliğin incelikli bir üslupla işlenmesi. Bu anlamıyla film, şiirsel bir anlatıma sahip iken gerçeklikten kopmaması sebebiyle tarihsel bir belge niteliği de taşımakta.

Filmi güçlü kılan unsurlardan bir diğeri de; savaş gerçekliğini, hayata ve insana dair tüm çelişkilerle birlikte ele alması. Örneğin, her biri öyle ya da böyle savaştan yara almış insanların, kendilerinden biraz daha güçsüz biriyle yolu kesiştiğinde nasıl da acımasızlaşabildiğine tanık olmamız gibi. Özellikle çocuklar gerçek yaşamda olduğu gibi filmde de her an şiddete ve istismara açıklar. Yetişkinler aslında tüm gücüyle çocukları mayınlardan sakınması gerekirken, tarlalarındaki mayınları oldukça düşük ücretlerle çocuklara toplatırlar. Üstelik zaten mayınlardan dolayı kimi kolunu, kimi bacağını, kimi gözünü kaybetmiş çocukları da “sakat” olduğu için beğenmez, yeterince verimli çalışamaz diye tercih etmezler.

Yine savaşın kirli ekonomik çıkarlarına da değinilen filmde, çocukların lideri Soran, bu acımasız şartlar içinde topladıkları mayınları bir satıcıya satmaya çalışır. Pazarlık yaptığı sırada tüm gerçeği satıcının yüzüne şu sözlerle vurur: “Bu mayınları, Birleşmiş Milletler’e 2200 Dolara satıyorsun ama bize yalnızca 22 Dinar veriyorsun.”

Savaşın çocuklar üzerindeki izleri bunlarla da sınırlı değil. Kendilerini korumak için silaha ihtiyaç duymaya ve şiddeti olağanlaştırmaya başlarlar. En fazla 7-8 yaşlarındaki bir çocuk, sınırda duran bir Türk askerine, olmayan bacağının yerine koyduğu koltuk değneğini silah gibi doğrultarak ‘Hey Mr! Benimle savaşabilir misin’ diye bağırır ve gülerek kaçmaya başlar. Ardında gerçek silah sesleri yükseliverirken…

Filmin duygusal olarak en yoğun sahnelerini ise Agrin’in ve kör bebeği Riga’nın ölüme yolculuğu oluşturur. Son bir umut olarak Türkiye’ye sığınmak isteyen Agrin’in bu isteği, Riga’yı bir türlü kabullenememesi ve onu terk etmek istemesi nedeniyle abisi Hengov tarafından reddedilir. Yaşama dair tüm isteği zaten söndürülmüş olan Agrin, son umudu da tükenince önce Riga’dan kurtulmaya çalışır. Gözleri görmeyen Riga’yı, uçurumun kenarında mayınların ortasındaki bir ağaca bağlayarak terk eden Agrin’in kalbi iyice acır ve kendisi de yeniden yok olmaya karar verir. Agrin’e duyduğu aşk nedeniyle her şeyi göze alan Soran, sakatlanmasına sebep olacak mayınların arasına dalarak Riga’yı bir kez daha kurtaracak olsa da ne Agrin’i ne de Riga’yı sonu baştan belli olan bu ölümden sakınamaz.

Kehanet gücü sayesinde kardeşi Agrin ile Riga’nın ölümünü rüyasında gören Hengov, uyanır uyanmaz koşarak nehrin kenarına gelir. Ancak yetişemez, küçücük göletlerde kaplumbağalarını yüzdürerek oyunlar oynayan Riga’nın, bu kez, ölmüş bedeninin suyun altında kaplumbağalarla yüzdüğünü görür.

Ailesinden geriye kalan son varlıkları da kaybeden Hengov, uçurumun kenarında Agrin’den geriye kalan mor terlikleri ağzıyla alarak film boyunca gördüğümüz o bomboş, uçsuz bucaksız dağlara olanca gücüyle haykırır: ‘Agrin! Agrin! Agrin!’ Geriye ise koskoca bir boşluk kalır…

Tüm bu acılar yaşanırken, savaşın yalanlarla dolu ve acımasız yüzü bir kez daha suratımıza çarpar. Amerikan askerleri helikopterlerden broşürler dağıtmaktadır. Broşürde şunlar yazar:

“Tüm adaletsizlikler, kazalar, yoksulluklar sona erecek. Sizin en iyi dostunuz biziz. Bu ülkeyi cennete çevireceğiz. Üzüntülerinizi sona erdirmek için buradayız. Dünyadaki en iyiler biziz.”

Ve bir müddet sonra Saddam’ın devrildiği haberi gelir köye. Küçük çocuklardan biri elinde Saddam’ın yıkılmış heykelinden kalma kolu ve bir torba içindeki kırmızı balıklarla Soran’ın yanına gelir. Artık mayın toplamayacaklarını ve Amerikan askerlerinin kendilerine dolar vereceğini söyler. Soran ise elindeki kırmızı balıkları bir an önce Agrin’e götürmeyi düşlemektedir. Düş’ten gerçeğe giden yol ise uzun sürmez. Kırmızı balıkların sahte ve boyanmış olduğunu fark eden Soran, gerçeklikle baş başa kalır. Agrin artık hayatta değildir… Tıpkı sahte kırmızı balıklar gibi, vaad edilenlerle hayat arasında koskoca bir uçurum kalır geriye…

Sonuç niyetine

Bahman Ghobadi sineması, sosyal gerçekliği incelikli bir üslupla işlemesi nedeniyle, insan hakları ihlallerinde toplumsal bellek, yüzleşme ve farkındalık yaratmak bakımından da önem taşımaktadır.

Tabi burada, ‘görüntüler’in acıları belli bir mesafeden seyretmeye yol açtığı yönündeki eleştirileri de hatırlamakta fayda var. Zira ‘Kaplumbağalar da Uçar’ filminin başlangıç sahnelerinde gösterildiği gibi, hayatımızı tamamıyla alt-üst edecek olan bir savaşı bile televizyon ekranından gelecek bilgilerle izlemeye çalışmak yahut da savaşın dışında olanların yalnızca bir seyirci gibi yaşananları izlemesi kendi içinde paradoksları olan bir mevzudur.

Ancak Susan Sontag’ın “Başkalarının Acısına Bakmak” kitabında da değindiği üzere, [5] “Bir cehennemi göstermek, elbette, insanların o cehennemden nasıl çıkarılacağı, cehennem ateşinin nasıl söndürüleceği konusunda herhangi bir şey anlatmaz bize. Yine de, başkalarıyla paylaştığımız şu dünyada, bazı insanların, insanların kötücülüğü ve sapkın yanlarının ne denli ıstıraplara yol açtığını bilmesi ve bu konuda kendi görüşlerini derinleştirmesi bakımından hala olumludur.”

Zizek ise sinemaya bakışını şu cümlelerle dile getirir:

“Bir film asla yalnızca bir film ya da bizi eğlendirmeyi ve dolayısıyla dikkatimizi dağıtarak bizi asıl sorunlardan ve toplumsal gerçekliğimiz içindeki mücadelelerimizden uzaklaştırmayı amaçlayan hafif bir kurgu değildir. Filmler yalan söylerken bile toplumsal yapımızın can evindeki yalanını anlatırlar.”

Bu yönüyle bakıldığında, filmdeki Agrin, Soran, Hengov ya da Riga şu an yanı başımızdaki Suriye Savaşı’nın da çocuklarıdır bir bakıma. Bir şekilde yolumuzun kesiştiği belki yanından geçtiğimiz belki yanlarına gidip el uzattığımız ancak anlatılmadığında asla bilemeceğimiz acı hikâyelere sahip olan çocuklar…

*
Yönetmene ve Yapıma Dair

Bahman Ghobadi, İran ve Kürt sinemasının başarılı temsilcilerinden biridir. Zira, Kaplumbağalar da Uçar filmiyle, Berlin Film Festivali’nden Barış Ödülü, San Sebastian Film Festivali’nden de Altın İstiridye En İyi Film ve Senaryo Ödülü dahil olmak üzere birçok ödül kazanmıştır. Yine, Sarhoş Atları Zamanı filmiyle de Cannes Film Festivali Altın Kamera Ödülü’nü almıştır.

Ancak hemen belirtmek gerekir ki; Bahman Ghobadi’yi başarılı bir yönetmen olarak görmek için bu ödüllere değil, onun sinema anlayışına bakmak gerekecektir. Özgün ve şiirsel sinema dilinin yanı sıra anlattığı hikâyelere hâkimiyeti, gerçekçi yaklaşımı ve filmlerine hazırlık süreci onu farklılaştırmaktadır.

İran’ın Emir Kusturicası olarak da anılan Ghobadi, kendisiyle yapılan röportajların birinde “Kaplumbağalar da Uçar” filmine hazırlık sürecini ve oyuncu seçimini aktarmıştır.[2] Yaşadığı coğrafyanın acılarla ve çöple dolu olduğunu her fırsatta dile getiren yönetmen, film sürecinde de birçok engellemeler ile karşı karşıya kalır. Bazen 1-2 yıl kadar çekim izni için çabaladığı bile olmaktadır.

Gerçekçilik misyonuna sahip olması özellikle oyuncu seçimlerinde karşımıza çıkar. Kaplumbağalar da Uçar filminde köydeki insanlar da dâhil olmak üzere tüm çocuklar profesyonel oyuncu olmayan hatta bizzat filmdeki travmaları gerçek hayatta da yaşayan insanlardan oluşmaktadır. Film öncesi 300 kişilik bir ekiple, Irak’taki tüm köyler gezilerek önce çocukların fotoğrafları çekilir. Başrol oyuncularından Avaz Latif (Agrin), elektriği dahi olmayan bir köyde bulunur. Soran İbrahim (Satellite) ise, çocukların içinde daha önce bir televizyon görmüş olan tek çocuktur. Bahman Ghobadi, kendisine alışmaları için bir süre çocuklarla birlikte yaşar ve çocuklarla dostluğunu pekiştirdikten sonra kamerasını çalıştırmaya başlar.

Kendisi de bir Kürt olan, yokluğun ve yoksunluğun acı tecrübelerini bizzat deneyimleyen yönetmen, Kaplumbağalar da Uçar filminden sonra çocuk oyuncuların hayatına ve bölgeye güzellik katabilmek için çabalar. Örneğin gözleri görmeyen Riga ameliyat ettirilir ve görmesi sağlanır. Soran İbrahim’in ise sinema merakı desteklenerek şimdilerde yönetmenlik yapıp kendi filmlerini çekmesine vesile olunur. Filmin gösterime girdiği Halepçe ve Süleymaniye kentlerindeki yıkılan sinema salonları, film ekibinin de yardımıyla yeniden inşa edilir.

Bahman Ghobadi sinemasında; sınırlar, mayın, savaş ve yoksulluk sıkça işlenen konulardır. Örneğin yönetmen, Sarhoş Atlar Zamanı filminde kaçakçılık yapan bir babanın sınırda mayına basarak ölmesi sonrasında çocuğunun yaşadıklarını konu edinir. Annemin Ülkesinin Şarkıları filminde ise; Halepçe Katliamı sonrası Kürtlerin Irak’tan kaçışı, bombalanan köylerden kalıntılar ve Kürtlerin bir bütün olarak yaşadıkları acı ve kayıplara odaklanılarak bir ana-oğul hikâyesi aktarılır.

Esasen yönetmenin bu konulara odaklanmış olması, söyleşilerinde de belirttiği üzere, kendi yaşam tanıklıklarından yola çıkmış olmasındandır. Bir sınır kentinde doğup büyümüş, yaşamının büyük çoğunluğunu filmlerinde aktarılan hayat koşulları içerisinde geçirmiştir.

Ghobadi, her ne kadar filmlerini politik filmler olarak değil sosyolojik eksenli filmler olarak tanımlasa da, filmleri sonrasında politik yaptırımlarla karşılaşarak İran’ın yasaklı sinemacıları arasına girmiştir.

*
Filmin Çekildiği Döneme Ait Bilgiler

Kaplumbağalar da Uçar filmi başta da değinildiği üzere, Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgali ve Saddam’ın devrilmesi sürecini anlatır. Bu yönüyle, filmin analizi bakımından tarihsel sürece de değinmekte fayda var.

Irak’a yönelik küresel müdahale[3] esas itibariyle Irak’ın Kuveyt’i işgali, Körfez Savaşı ve Saddam Hüseyin rejiminin uygulamaları neticesinde gündeme gelmiştir. 90’lı yılların başında Irak’ın Halepçe’de olduğu gibi yeniden kimyasal silah kullanacağına dair iddialar neticesinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak’a yönelik ambargo kararı almıştır.

Ambargo gereğince ülkeye sadece ilaç ve acil durumlarda gıda sokulmasına izin verilmektedir. İnsanlık tarihindeki belki de en sıkı ve acımasız yaptırım olarak tanımlanan ambargo, Irak halklarını derinden etkileyecek, çocuk ve bebek ölümlerini ciddi şekilde arttıracak ve korkunç bir yoksulluk başlatacaktır. Özellikle çocuk ve bebek ölümleri nedeniyle birçok Birleşmiş Milletler temsilcisi, ambargoyu protesto ederek istifa etmiştir.[4] Ambargo, Amerika’nın Irak’ı işgaliyle birlikte 2003 yılında kaldırılır.(TB/HK)

[1] Öykü, Dilan Salkaya’nın filme dair yazısından alınmıştır.

[2] Bahman Ghobadi Röpotajları

[3] Irak Savaşı, Wikipedia

[4] Irak Ambargosu, Wikipedia

[5] Başkalarının Acısına Bakmak, Susan Sontag, Agora Kitaplığı, Sayfa:114

Tülay Bingöl
Avukat, Çocuk Hakları Savunucusu

http://bianet.org/bianet/sanat/175283-kaplumbagalar-da-ucar-savas-ortaminda-buyuyen-cocuklar

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org