Yeni Soğuk Savaş mı? – M. Sinan Birdal

Bugünkü çatışma Soğuk Savaş’a nazaran nükleer ve etkili konvansiyonel güçler arasında savaş riskini giderek arttırmaktadır.

19 Temmuz 2023
Ukrayna Savaşı tüm hızıyla devam ederken Washington, Moskova ve Pekin arasındaki artan gerginlik hem ulusal hem bölgesel hem de uluslararası ve ulus ötesi siyaseti de yeniden şekillendiriyor. Uluslararası siyasette giderek vurgu yapılan Yeni Soğuk Savaş anlatısı Washington-Moskova çatışmasını ancak yüzeysel olarak betimliyor. Nitekim, komünizm, sömürge karşıtı kurtuluş hareketleri, “Batı”da ve “Doğu”da birbiriyle yarışan kalkınma ve hayat standardı modelleri olmadan Soğuk Savaş’ı tanımlayabilmek mümkün değil. Keza, Soğuk Savaş’ın alametifarikası olan iki-kutupluluğun uluslararası sisteme hakim olduğunu öne sürebilmek de mümkün değil. Dolayısıyla Soğuk Savaş’la temel benzerlik, birbirini tamamen yok etme kapasitesine sahip nükleer güçlerin nüfuz sahaları için birbiriyle konvansiyonel silahlarla yürütülen vekalet savaşlarına yönelmeleri.

Soğuk Savaş’la mevcut çatışma arasındaki en bariz fark ideolojik ve toplumsal boyutta kendini gösteriyor. NATO ve AB’ye üye olmuş Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde Putin’in Ukrayna işgalinin Sovyetler müdahaleleriyle beraber anılmasında şaşılacak bir şey yok. Ancak Moskova’nın bu coğrafyada yarattığı askeri tehdit algısı Kremlin’in izlediği politikanın içeriğindeki farklılıkları göz ardı ediyor. Soğuk Savaş döneminde Moskova uluslararası komünist ve ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişki kurarak Washington liderliğine ideolojik ve toplumsal olarak meydan okurdu. Bugün Moskova’nın ideolojik müttefikleri komünistler veya sömürge karşıtları değil “ulusal egemenlik ve çok-kutupluluk” şiarında birleşen aşırı-sağ hareketler ve aşırı-sağ söylemlere doğru kayan solcular. Her kıta ve ülkede farklılıklar göstermesine rağmen Putin’in Ukrayna saldırısı Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki siyasi tabloyu benzer bir biçimde etkiledi.

Uluslararası çatışmanın ideolojik boyutu mevcut çatışmayı Soğuk Savaş’tan çok daha istikrarsız bir hale getiriyor. Obama’dan Trump’a, Trump’tan Biden’a ABD politikasındaki değişimin transatlantik ve transpasifik ilişkilere ve bölgesel müttefiklerin siyasetinde yarattığı etkileri düşünelim. Washington’da yeni bir değişiklik Moskova’yla ilişkileri, NATO politikasını, bölgesel müttefiklerin iç ve dış siyasetini nasıl etkiler? Putin’i destekleyen aşırı-sağcı AfD’nin Almanya’da hızla güç kazanması transatlantik ittifakının bu temel unsurunda ne gibi bir değişime yol açar? Son bir yılda bitmeyen sokak gösterilerine sahne olan Fransa’da Macron’un düşüşü, aşırı-sağın yükselişi nasıl bir etki yaratır? Bunlar İtalya, İspanya, Yunanistan ve Türkiye’deki gelişmelerle beraber yorumlandığında dış politika ve askeri politikada hem karar vericilerin hem de bunların içinde hareket ettikleri siyasal sistem ve toplumsal bağlamın ne kadar değişken olabileceği ortaya çıkar. Dolayısıyla, Washington-Moskova kadar bu iki merkezin müttefikleri ve karşı cephedeki diyalog partnerleri arasında da bitmeyen bir bilek güreşi sürüyor. Uluslararası ilişkiler tarihinde böyle dönemler gizli anlaşmaların yapıldığı, siyasi risklerin başka ittifak politikalarıyla sigortalandığı ve toplamda askeri çatışmaların büyüme riskinin arttığı dönemler olarak bilinir. Özetle, ittifak sistemi Soğuk Savaş’a göre çok daha fazla savaş riski içermektedir ve Soğuk Savaş’ın etkili barış hareketleri yerine ırkçı, militarist ve jingoist sokak hareketleri siyasal sistemleri yükselmektedir.

Uluslararası çatışmanın yapısal boyutu, yani bölgesel ve küresel siyasete etki edebilecek devlet sayısı ve bunların ittifak örüntüleri de Soğuk Savaş’tan çok farklı. Geleneksel olarak uluslararası sistem analizi kutup sayısına vurgu yapar: tek-kutupluluk, çift-kutupluluk, çok-kutupluluk. Ancak bu yaklaşım kutup sayılmayan önemli sayıdaki orta büyüklükteki gücün etkisini göz ardı eder. Soğuk Savaş döneminde gerek liberaller gerek eleştirel kuramcılar, orta büyüklükteki güçlerin iki kutup arasındaki çatışmayı yumuşatan, askeri araçlar yerine diplomatik araçları öne çıkartan, dolayısıyla uluslararası ilişkilerde kural ve kurumları destekleyen bir dinamik olduğunu varsaymaktaydı. Örneğin, Gramsci’yi uluslararası politikayı uygulamaya çalışan Robert Cox 1980’lerde Japonya ekonomisinin yükselişini ABD hegemonyasını sonlandırıp, hegemonya sonrası bir döneme geçiş için bir olanak olarak değerlendirmekteydi. Liberal kuramcılar ise benzer bir şekilde Avustralya, Kanada, İsveç gibi ülkelerin çeşitli küresel sorunlara odaklanan niş diplomasisini övmekteydi. Mayınların temizlenmesi, silahsızlanma, çevre, sağlık gibi belirli alanlara yoğunlaşan orta güç diplomasisi uluslararası ilişkilerde kurallaşmayı, kurumsallaşmayı arttıran bir unsur olarak görülmekteydi. Bugünkü orta güçlerin ise bu öngörülerin aksine çatışmaları azdıran bir fırsatçılığa yöneldiği gözlemleniyor.

Uluslararası çatışmanın ekonomi politik boyutu ise Soğuk Savaş’la farklılıkların en net teşhis edildiği alan. Bugün ne ABD’nin transatlantik (Almanya) ve transpasifik (Japonya) ayaklarına oturan bir uluslararası ekonomik düzeninden ne de buna meydan okuyan komünist blok ve Bağlantısızlardan söz etmek mümkün. Batı ittifakında 2008 finans kriziyle dağılan ekonomik uzlaşma hâlâ yeniden tesis edilebilmiş değil. Obama’nın transatlantik ve transpasifik projeleri muhtemelen bir daha inmemek üzere rafa kalktı. Biden’ın yeşil yeni düzen projesi ise önce pandemi sonra Ukrayna Savaşı’nın gölgesinde bir türlü yeşerebileceği bir gün yüzü görmedi. Buna mukabil Washington Moskova’yla uğraşırken Pekin’in Kuşak-Yol projesi ciddi bir hamle olarak uygulamaya geçti. Bu gelişmelere demografik ve teknolojik değişim gibi faktörleri de ekleyince Soğuk Savaş döneminden çok farklı bir ekonomi politik manzara ortaya çıkıyor.

Yeni bir durumla karşılaşınca benzetmelere ve karşılaştırmalara başvurmak kaçınılmazdır. Ancak analojik düşünce geçmişin örneklerine hapsolduğu ölçüde yanıltıcıdır. Bugünkü çatışma Soğuk Savaş’a nazaran nükleer ve etkili konvansiyonel güçler arasında savaş riskini giderek arttırmaktadır. Enternasyonalizm, antimilitarizm ve barışseverlik ise küresel örgütlenme olanaklarına rağmen politik olarak tarihte az rastlanır bir örgütsüzlük içindedir. Bu toplumsal dinamikler aşırı sağın yükselişine cevap verebilecek mi? Dünya siyasetini belirleyecek kilit soru bu olacak.

Kaynak: Evrensel

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org