04 Nisan 2016
Rumi takvime göre 1293 yılına denk gelen ve bu nedenle eskilerin ’93 Harbi olarak bildiği 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’nın bir önemi de, geçmişte eşine ender rastlanan “şehir savaşlarının” yaşanacağı endişesine de yol açmış olmasıdır. Bu endişeyi belki de en çok hissedenler Erzurumlular olmuştur.
Şehir sakinlerinin bu endişesi 1877 yılının 8 Kasım’ını 9 Kasım’a bağlayan gece Topdağı yakınlarındaki Aziziye istihkâmlarında Rus ve Osmanlı birlikleri arasında kızılca kıyamet koptuğunda doruğa çıkmıştır.
Zira Erzurumlular çatışmaların oradan diğer istihkâmlara daha sonra da şehir merkezine yayılacağından korkuyor, “Moskof” tarafından kuşatılan şehri kanlı günler beklediğini düşünüyor.
Ancak tarih boyunca savaşlar askerler arasında büyük ölçüde düz arazilerde birer “meydan savaşı” şeklinde yaşanırken Kafkas Cephesi’ndeki bu savaş neden şehirlerin içinde cereyan edip çoluk çocuğun da telef olmasına sebep olsundu! Düşmanı bile bile şehrin içine sokmaya ne gerek vardı!
Ayrıca savaşan taraflar bilirdi ki, şehir namustu! Savaşların şehirlerde cereyan etmesi her şeyden evvel savaşan tarafların “ahlâkını” bozabilir, öngörülemeyen sonuçlara yol açabilirdi.
Erzurum müftüsü Ömer Efendi ile Solakzade Ahmet ve Hacı Abdurrahman gibi Osmanlı aydınlarının düşüncesi de bu yöndeydi. Bu sebeple yanlarına ulemadan ve ahaliden temsilciler alarak bir akşam şehrin ileri gelen şahsiyetlerinden Abdülvahid Efendi’nin evinde bir araya geldiler.
Toplantıda çoluk çocuk içinde savaşılmasının elim hadiselere sebep olacağı düşüncesi dile getirildi. Sonra da askere “şehir dışında ve münasip bir mevkide meydan savaşı yaptırılması” yönünde ricada bulunulan bir dilekçe kaleme alınarak Osmanlı’nın Kafkas Orduları Komutanı Ahmet Muhtar Paşa’ya iletildi.
Biz bu mektubun içeriğinden ’93 Rus Harbi sırasında Anadolu Ordu-yı Hümâyûn-u Mühimme Başkâtibi görevinde bulunan Mehmet Arif Bey (1845-1897) vasıtasıyla haberdar olduk. Türk tarihinin belki de en eleştirel savaş tarihi kitabını (Başımıza Gelenler -1903) kaleme almış olan ve İmparatorluğun Doğu Anadolu cephesindeki dramatik bozgununu bu eserinde sebepleriyle aktaran Mehmet Arif Bey de dilekçede ifade edilenlerle benzer kaygılara sahipti. İstihkâmlardan sapacak gülleler şehirdeki evlerin içinde patlayacak, hedef gözeterek şehre atılanlar da Erzurum’da taş üstünde taş bırakmayacaktı. Mehmet Arif Bey, şehir içinde yaşanabilecek böyle bir savaşa karşı düşüncelerini söz konusu kitabında şu sözlerle aktarıyor:
“Zaten çoluk çocuğun, hasta ve zayıfların siper alacak bir yerleri yoktu. Bu sebeple feryatlar ayyuka çıkacak, bu hal tabii olarak askerin de kalp sebatına dokunarak cesaretini kıracaktı. Çünkü defalarca edinilen tecrübelerle malumdur ki, cesaret de korkaklık da bulaşıcıdır. Şu halde çoluk çocuk içinde muharebe yapılması asker için her türlü fenalığı doğurabilir. Bir de zaten ahlakı bozulan asker istihkamlarda sebat edemeyip de firar ederse, düşman düzenli askeriyle beraber düzensiz asker kullandığından bunlar bir kere şehre dağılır da yağmacılığa koyulur ve ırza sataşmaya cesaret ederlerse, önlerini kim alacak.”
Kafkas Cephesi Komutanı Ahmet Muhtar Paşa da benzer şekilde düşünüyor, şehirleri korumak için yakınlarında istihkam yapılmasının hata olduğunu savunuyordu. Ona göre de savaşlar ahaliden uzak ve açık yerlerde yapılmalı, savunma mevkileri meskun mahallerden uzak bulunmalıydı.
Ancak yapacak pek bir şey de yoktu. Erzurum istihkamları çoktan inşa edilmiş, ordunun zahire ve mühimmatı bu istihkamlara doldurulmuştu. Yine de Ahmet Muhtar Paşa, Mabeyn-i Humayûn’a şifreli bir telgraf yazarak durumu Padişah’ın dikkatine sundu ve emir ve iradelerini beklediğini iletti.
Saray’dan 5 Kasım 1877 tarihinde gelen cevap son derece açıktı. Asker kanının son damlasına kadar mevcut istihkamları korumak üzere savaşacak, savaştan kaçan olursa da kurşuna dizilecekti.
Bunun üzerine ibretlik infazlar gerçekleştirilir, istihkamlar savunulurken Rusların Erzurum kuşatmasını ağırdan aldığı da görülür. Osmanlı kuvvetleri düşmanın Anadolu içlerine sızmasını önlemek için Erzincan ve Bayburt’u güçlendirmek maksadıyla Erzurum istihkamlarından çekilince, şehir yüksek sivil kayıplara sebebiyet veren kanlı çatışmalar yaşamaktan da kurtulur. (Gerçi Erzurum geçici bir süre Rusların eline düşer ama Berlin Antlaşması sonrası yeniden Türklerin eline geçecektir.)
Çanakkale Savaşı’ndaki kara muharebeleri gibi Milli Mücadele de büyük ölçüde arazide yapılan cenklerle sonuç alınan savaşlar olmuştur
Şehir savaşları 20. yy icadı
İçerdiği taktik ve operasyonel zorluklara rağmen şehir içlerinde yaşanan “şehir savaşları” daha ziyade 20. yüzyılın, özellikle de II. Dünya Savaşı’na denk düşen 1940’lı yılların icadıdır.
Şehir savaşları, modern harp terminolojisinde kendisine daha çok Stalingrad Savaşı (1942-1943) ile Berlin Savaşı (1944-1945) sayesinde yer açar. 1982 Lübnan Savaşı ve Filistin’deki İkinci İntifada (2000-2005) ise düzenli ordu birliklerinin gayrı-nizami harp yürüten kuvvetlere karşı verdiği ilk büyük “şehir savaşları” olarak tarih sahnesinde belirir.
2011 yılında patlak veren Suriye Savaşı meskun mahallerde, sokaklarda yaşanan muharebelerin doruğa çıktığı bir savaş oldu. Kan şehrin sokaklarında, apartmanlarında, parklarında, dükkan ve ibadethanelerinde akıyordu.
Tarihte çatışmaların sivillerin kanı üzerinden bu denli sinsice yürütüldüğü, “ahlâkın” bu denli geniş bir perspektiften çöktüğü ve bu ölçüde tahripkâr başka bir savaş belki de yaşanmadı:
* Suriye Savaşı’nda silah ve mühimmat çocukların eğitim gördüğü okullarda, ibadethanelerde saklandı.
* Üst düzey savaşçılar hastanelerin bodrum katlarına ulaşan tünelleri mesken tuttu.
* Ambulanslar bombalı araçlar olarak intihar saldırılarında kullanıldı
* Stratejik bir amaca hizmet etmesin diye okullar, hastaneler, ibadethaneler bombalandı.
* Evlerinden alınan genç kadınlar seks köleleri haline getirilip esir pazarlarında satıldı.
* İnsani yardım taşıdığı iddiasındaki araçlarla cepheye silah, mühimmat ve kimyasal madde taşındı.
* Çatışmalar sırasında kolu bacağı kopan çocukları yerden kapanlar onları doğruca hastaneye yetiştirmek yerine önce bir savaş propagandası olarak hizmet görebilmesi için kameralara yönlendirdiler.
* Farklı etnik veya dini gruplardan kadınlar kafeslere konularak kritik yerlere yapılan birlik sevkiyatlarına refakat etmesi için insan kalkanı olarak kullanıldılar.
* Sivil halkı göçe zorlamak için yüksek binalara çocuk ve kadınları öldürmeyi hedefleyen keskin nişancılar yerleştirildi.
* Sokakları mesken tutan savaşçılar bazen düşman bombardımanlarının artmasına engel olmak için sivillerin şehirden ayrılmalarını zorla engellediler.
“Şehir dışında ve münasip bir mevkide meydan savaşı” neredeyse hiç yaşanmadı.(*)
Bu arada Suriye Savaşı’nın örtük bir biçimde en kuzey cephesi olarak işlev gören ülkemizde de birileri bu savaşı elbirliğiyle bazı şehirlerimizin içinde sokak sokak, hendek hendek, ev ev, oda oda yapmaya karar verdi.
Yüzbinlerce insanı göçe mecbur bırakan savaşta evlerin yatak odalarına giren eli silahlı adamlar etrafa “kızlar biz geldik siz yoktunuz” diye yazdılar, kadın çamaşırlarını yerlerde prezervatiflerle birlikte sergilediler.
Müftü ile ulemanın “savaş meskun mahallerde yapılmasın” diye Osmanlı kumandanına dilekçe yazdığı, ve askerin de bu duyarlılığı paylaştığı Rus Harbi’nden neredeyse 140 yıl sonra…
Mehmet Arif gibi aydınların “çoluk çocuk içinde muharebe yapılması asker için her türlü fenalığı, namussuzluğu doğurabilir” şeklinde uyarılarına rağmen…
21. yüzyılın gelişkin silah teknolojileri yüzünden sokak savaşları giderek daha ölümcül ve giderek daha “ahlâksız” sonuçları olan bir muharebe tipi olarak belirirken…
Güçlü orduların düzenli birlikleriyle açık arazide karşı karşıya gelmektense onları sokak savaşlarına çekmeye çalışan düzensiz birliklerin bu davetleri çeşitli nedenlerle karşılıksız kalmıyor, şehir savaşları ve “çoluk çocuk içinde muharebe yapılması” maalesef tüm dünyada başat bir silahlı çatışma normu haline geliyor.
(*): Şehirlerin bu savaşların sonunda neye benzediğine gelince…. Humus’ta çekilmiş 2015 tarihli bir insansız hava aracı görüntüleri, savaşın bir başka şehre namaz kılmaya gitme özgürlüğü değil, şehir sakinlerinin yuvalarını, mahallelerini ve tabii ki ailelerini yitirme trajedisi olduğunu 1 dakika 37 saniyede çok net olarak gözler önüne seriyor. İzleyip yaşadığınız yerin bu hale gelebilme ihtimalini düşünün, Sur’daki insanların trajedisine bir de buradan bakın.
http://t24.com.tr/yazarlar/akdogan-ozkan/meydan-muharebelerinden-sehir-savaslarina,14251