ABD polisinin militaristleşmesi ve “terörizmin sponsorları” – Cenk Ağcabay
03 Ekim 2016
Irak’ın Fellucesi’nde savaşmış eski ABD Ordusu askerleri, Felluce’de edindikleri savaş deneyimlerini şimdi ABD polisinin militaristleşmesinin ürünü olan bir birimin SWAT timlerinde “iç düşman”a karşı kullanıyorlar. SWAT’ın Ferguson’da “iç düşman”a karşı nasıl kullanıldığını “Do Not Resist” çarpıcı karelerle gösteriyor
ABD Ordusu saflarında Irak’ta, Felluce’de savaşan Arthur Rizer aktif görevi bitip ülkesine döndüğünde, Minnepolis Havaalanı’nda görevli bir polisin M4 isimli gelişmiş bir savaş tüfeğini taşımakta olduğunu görür. Bu tüfek Rizer’in Felluce savaşında kullandığı tüfeğin aynısıdır. (How the War on Terror Has Militarized the Police, The Atlantic, Nov 7, 2011)
Son yıllarda ABD’de gözlenen önemli gelişmelerden birisi polis güçlerinin artan oranda militaristleşmesidir. Bu eğilim, polis güçlerinin kullandığı donanımda, eğitim programlarının içeriğinde, toplumsal yaşamın çeşitli alanlarında artan ağırlıklarında somut olarak saptanabilmektedir.
ABD polisinin artan ölçüde militaristleşmesi sürecine odaklanmış yeni bir belgesel film “Do Not Resist” geçtiğimiz günlerde gösterime girdi. Sözünü ettiğimiz militaristleşme sürecinin tüm boyutlarını etkileyici bir görsel sunumla bir araya getirmiş olan bu değerli belgesel film, ABD egemen sınıfının Sovyet Sosyalizminin çözülüşünden bu yana dış politikada kesintisiz bir biçimde yürüttüğü militarist savaş politikalarının içeride yarattığı karşılıkları çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.
Devasa boyutlara ulaşmış ABD devlet aygıtı, egemen sınıfın ekonomik ve jeopolitik hedefleri doğrultusunda dışarıda yürüttüğü militarist politikaları “terörle dünya çapında savaş” örtüsü altında nasıl meşrulaştırıyorsa, içeride de yoksullara, emekçilere dönük baskı politikalarını ve gelişen militarizmi “uyuşturucu ile mücadele” “terörizmle mücadele” örtüleri altında aynı biçimde meşrulaştırıyor.
ABD savaş aygıtının “terörle dünya çapında savaş”ı başlatması, ABD polis güçlerinin artan oranda militaristleşme sürecinde önemli bir dönemeç noktasına denk düşüyor.
ACLU adlı kuruluşun 2014 yılında hazırladığı bir rapor, “Savaş Eve Geliyor: Amerikan Polis Faaliyetlerinin Aşırı Militaristleşmesi” başlığını taşıyordu. Rapor, özellikle ABD’de yerel polis güçlerine yeni sağlanan askeri donanımı ve giderek daraltılan temel haklar ve özgürlükleri kapsamlı bir biçimde ortaya koymuştu.
Yerel polis güçlerine aktarılan yeni askeri donanımın milyarlarca dolar tutarında olduğu ve bu donanımın saldırı helikopterleri, ağır silahlarla donatılmış askeri araçları, savaş alanlarında kullanılacak ağır silahları içerdiği raporda kapsamlı birbiçimde ortaya konulmuştu, “Do Not Resist” tüm bunların ABD’de son yıllarda gelişen toplumsal muhalefete karşı nasıl kullanıldığını etkileyici bir biçimde gözler önüne seriyor.
Amerikan polisinin militaristleşmesi, ABD askeri-endüstriyel kompleksi açısından yeni sermaye birikimi alanları anlamını taşıyor, askeri donanımın polis güçleri tarafından yoğun olarak kullanılmaya başlaması, bu gruplar açısından sadece yeni ve sağlam bir pazarın habercisi.
ABD’nin 11 Eylül’den sonra başlattığı “terörle dünya çapında savaş” bu sürecin önemli bir dönemeç noktası, ancak polisin militaristleşmesi sürecinde Reagan döneminde başlatılan programlar, Demokrat Partili Bill Clinton döneminde uygulanan “Troops to Cops” programı ve “1033 Program” ile daha da geliştirildi ve yine Obama döneminde “1033 Program” çok daha geniş uygulama alanı buldu.
Polis güçlerinin militaristleşmesi süreklilik taşıyan bir eğilim ve bu eğilim, ABD’nin dünya çapında yürüttüğü savaşlardan ve bu savaşlara eşlik eden içeriye dönük büyük militarist propaganda kampanyalarından besleniyor.
“Do Not Resist” bu eğilimin ABD’nin dış savaşlarından nasıl beslendiğini gösteren çarpıcı öğeler içeriyor. Filmde, militaristleşen yerel polis güçlerini sembolize eden iki örnek isim, hemen yanı başımızdaki bir coğrafyanın, ABD’nin “terörle savaşı” başladığından bu yana çokça ismini duyduğumuz bir şehrinde Irak’ın Fellucesi’nde savaşmış eski ABD Ordusu askerleri.
Bu askerler, Felluce’de edindikleri savaş deneyimlerini şimdi ABD polisinin militaristleşmesinin ürünü olan bir birimin SWAT (Özel Silah ve Taktik) timlerinde “iç düşman”a karşı kullanıyorlar. SWAT’ın Ferguson’da “iç düşman”a karşı nasıl kullanıldığını “Do Not Resist” çarpıcı karelerle gösteriyor.
“Do Not Resist” son günlerde yoğunlaşan “Donald Trump fenomeni” hakkındaki tartışmalar açısından da önemli içerimlere sahip. Genel olarak sunulanın aksine, Trump’ın bir anomali değil, derinlere kök salmış toplumsal eğilimlerin sembolik bir ifadesi olduğunun çarpıcı göstergelerini sunuyor.
Amerikan polisinin militaristleşmesi, ABD içinde sürekli büyüyen toplumsal-sınıfsal çelişki ve gerilimlere karşı ABD egemen sınıfının ürettiği bir yanıt.
Filmin adı “Do Not Resist” bu bağlamda son derece isabetli bir seçim olmuş. ABD egemen sınıfı bu yanıtıyla, ABD emekçilerine her türlü direnişe karşı en sert araçları kullanacağını, sadece itaat istediğini kuvvetli bir biçimde vurgulamış oluyor.
ABD yönetimi emekçilere yönelik bu politikasını tabii ki “güvenlik sağlama” bildik gerekçesiyle ambalajlıyor. Tıpkı dışarıdaki militarist politikalarını “ABD Ulusal Güveliği” paketiyle ambalajladığı gibi.
ABD “Ulusal Güvenliği”nin kapsam ve boyutlarını ortaya koyan bir diğer gelişme ise geçtiğimiz günlerde yaşandı. 11 Eylül saldırılarında ölen kişilerin ailelerinin saldırılarda Suudi yöneticilerin rolü olabileceği gerekçesiyle ABD mahkemelerinde dava açabilmesine imkan tanıyan “Terörizm Sponsorlarına Karşı Adalet” yasası ABD Senatosu’ndan geçti ve Obama tarafından ABD “Ulusal Çıkarları” açısından tehlike yaratabileceği gerekçesiyle veto edildi.
Binlerce ABD yurttaşının ölümüne yol açan canice bir eylemin sorumluları hakkında derinleştirilecek araştırma ve yargılamalar neden ABD’nin “ulusal çıkarları”nı tehlikeye atsın? Tam tersine, ABD’nin “ulusal çıkarları” bu yargılamaların gerçekleştirilmesi ve binlerce ABD yurttaşının ölümüne ve yaralanmasına neden olan “Terörizm Sponsorlarının” cezalandırılmasını gerektirmez mi?
Obama’nın ardından konuşan CIA Başkanı John Brennan’da tasarının yasalaşmasının ABD “Ulusal Güvenliğine” tehdit oluşturacağını belirtti. CIA Başkanı, “Devletin muafiyeti prensibi, her gün ABD yetkililerini koruyor ve köklerini karşılıklı ödün ilkesinden alıyor” dedi. Brendan, “Eğer bu standartı diğer ülkeler için korumayı başaramazsak, kendi ulusal yetkililerimizi büyük bir tehlikenin içine atarız” ifadelerini kullandı.
“Terörizm Sponsorlarına Karşı Adalet” yasası, ülke dışındaki muafiyetlerini kaybedebilecekleri için ABD yetkililerini tehlikeye atacakmış. ABD yetkilileri “terör destekçisi” ya da “terör finansörü” müdür? Eğer öyle değillerse, bu yasa onları neden tehlikeye atsın?
Bu yasa Obama’nın vetosuna rağmen Temsilciler Meclisi’nden geçti ve 11 Eylül saldırılarında eşini yitiren Stephanie Desimone, Suudi Arabistan’ın El Kaide’ye destek verdiğini savunarak ilk davayı Suudi Arabistan yetkilileri aleyhinde açtı.
ABD basınında yer alan haberlere göre, mahkemeye sunulan belgelerde “Suudi Arabistan’ın desteği olmasaydı El-Kaide’nin 11 Eylül saldırılarını planlaması ve gerçekleştirmesi mümkün olmazdı” ifadesine yer verildi. DeSimone, Suudi Arabistan’ın El-Kaide’ye ajanlar ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla destek verdiğini belirtti.
Desimone Suudi Arabistan’ı suçlayarak ilk davayı açtı, ancak Obama ve CIA Başkanının “ulusal güvenlik tehlikesi” olarak sundukları gerekçenin esasen, Suudi ajan ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte El Kaide’ye destek veren ABD’li ajanlar ve ABD merkezli sivil toplum kuruluşlarının güvenliği olduğu biliniyor.
Çok yakın bir tarihte, Ocak 2016’da New York Times’ta, Suriye’deki “muhalifler”e yönelik destek programının CIA ve Suudi ortak faaliyetinin ürünü olduğunu ayrıntılarıyla anlatan bir haberde ikilinin ilişkisinin geçmişine de uzanılmış ve şunlar ifade edilmişti:
“Suriyeli isyancıların desteklenmesi Suudi ve ABD gizli servisleri arasında onlarca yıldır süregelen ilişkinin sadece son bölümüdür. Bu ittifak İran’da Kontra skandalından, Sovyetler’e karşı Afganistan’daki mücahitlerin desteklenmesine ve Afrika’daki vekalet savaşlarına kadar uzanmaktadır.” (U.S. Relies Heavily on Saudi Money to Support Syrian Rebels, Jan 23)
Bu konuya ilişkin, yasal süreçte kanıt oluşturabilecek pek çok bilgi yıllardır dolaşımda ve “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkarlar”ın ABD’nin askeri-endüstriyel kompleksinin mensuplarının güvenliğine denk düştüğü bu olayla birlikte ayan beyan ortaya serildi.
New York Times, konuyla ilgili bir Editorya yazısı yayınladı, yazıda Obama ve Brennan’ın gerekçeleriyle yasanın olası tehlikeleri vurgulandı. Editoryanın yazısında yasaya karşı kimlerin nasıl muhalefet ettiği ortaya konulurken “ulusal çıkarlar” ve “ulusal güvenlik”in gerçekte ne anlama geldiği açığa çıkıyordu. Editorya şunları yazmıştı:
“Gerçekte, Obama, ulusal güvenlik servisleri, Suudi yönetimi, emekli diplomatlar, Avrupa Birliği ve büyük şirketlerin tümü Kongreyi uyarılarıyla bombaladılar.” (Congress Has Itself to Blame for 9/11 Bill, Sep 30)
Bu yasa çerçevesinde açılacak davalar, onlarca yıl boyunca dünyanın dört bir tarafında sürdürülen örtülü operasyonların üstündeki örtünün açılmasına yol açar mı? Eğer açılacak davalarda Suudilere yönelik esaslı cezalar gündeme gelirse, “Pandora’nın Kutusu” açılabilir. Böylesi bir gelişme Suudilerin örtülü operasyonlara ilişkin bilgi ve belgeleri açmasına neden olabilir. Ama bunun çok küçük bir ihtimal olduğunu düşünmek için yeterince neden var.
Tıpkı “IŞİD tehdidi” gibi bir rüzgar estiren “Trump tehdidi” nedeniyle yaklaşan seçimlerde ABD elitinin büyük ölçüde Hillary Clinton’ın arkasında durmaya başladığı biliniyor. Hatta bir süre öncesine kadar kimi sol çevrelerin bile “politik bir devrim” yapacağını iddia ettiği Bernie Sanders, “Trump tehdidi”ni gerekçe göstererek Clinton’a desteğini açıkladı ve aktif olarak Clinton için çalışma yapıyor.
Clinton’ın arkasında toplananlar arasında eski Cumhuriyetçi Başkan Baba Bush’tan tanınmış Neo-Con’lara pek çok isim var. ABD egemen sınıfının en önemli parçaları Clinton’a güçlü bir destek sunuyor. Ama hepsi bu kadar değil. Suudi Arabistan’da Clinton’ın en büyük destekçilerinden ve kampanyaya yüklü miktarlarda para yatırdığı iddia ediliyor.
Olası bir Hillary Clinton yönetiminin, ABD açısından içte ve dışta zorlu savaşlar dönemi olacağından kimsenin kuşkusu yok. ABD egemen sınıfının dünya çapında hakimiyet için yürüttüğü büyük kavganın önümüzdeki dönemde daha da zorlu bir güzergahta ilerleyeceği açık ve dünya ekonomik krizinin yarattığı toplumsal ve siyasal sonuçların etkileri ABD’de de derinliğine yayılmaya devam ediyor.
Suudilerin bu yeni yasadan etkilenme olasılıklarının çok düşük olduğunu gösteren en önemli gelişmelerden birisi, neredeyse yeni yasayla aynı günlerde gündeme geldi. Suriye’de çöken ateşkesin ardından, Suriye Ordusu, Rusya Hava güçlerinin desteğinde Halep’te yeni bir operasyona başladı. ABD sözcülerinin Rusya’ya yönelik tehditleri art arda geldi.
ABD’nin yaptığı operasyonların durdurulması çağrılarına Rus yetkililerin olumsuz yanıt vermesi üzerine, ABD’nin, Suriyeli muhaliflere ağır silahların ve MANPADS’lerin verilmesi için Suudi Arabistan’a yeşil ışık yaktığı haberleri dünya basınına servis edildi. Yani daha yasanın mürekkebi kurumamıştı ki, suç ortaklığında yeni bir sayfanın açıldığı dünya basınına servis ediliyordu…
2 Ekim 2016
Kaynak: Sendika.org