Militarizmin Öteki Yüzü: Askeri Şirketler – Abdullah Köktürk

İsrail’den Myanmar’a, Pakistan’dan Cezayir’e, Yemen’den Türkiye’ye, İran’dan Endonezya’ya, Mısır’dan Tayland’a onlarca ülkede askeri şirketler ekonominin militarizasyonuna hizmet etmektedirler.

Giriş

Ordular, devleti oluşturan kurumların en önemlilerinden birisidir. Modern ülkelerde ordular liberalizmin ve demokrasilerinin gelişimi ile iç ve dış tehditlere karşı siyasi otoritenin kontrolünde hareket etmektedirler. Buna karşın, orduların sivil siyasetin emrine tam olarak girmediği geç modernleşen ülkelerde elindeki silahlı güç ile ekonomiden siyasete bir çok konuda devlet politikalarında etkili olmaya devam etmektedirler. Bu ülkelerin orduları savunma bütçelerine daha fazla kaynak ayırmaları için sivil iktidarları zorlamakta, silah alımlarında neredeyse tek yetkili olmak istemektedirler. Bunlar dışında askerler tarafından kurulan ve silahlı kuvvetler üyelerinin kişisel ekonomik risklerinin kullanılmasıyla yürütülen ticari veya kârlı girişimler de vardır. Kısaca Milbus[1] olarak adlandırılan bu ‘Askeri Şirketler’ politik iktisatın sistematik olarak analiz edilmemiş bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu çalışma bu boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır.

Türkiye’de Ordu ve Sermaye İlişkisi / Abdullah Köktürk

İsrail’den Myanmar’a, Pakistan’dan Cezayir’e, Yemen’den Türkiye’ye, İran’dan Endonezya’ya, Mısır’dan Tayland’a onlarca ülkede askeri şirketler ekonominin militarizasyonuna hizmet etmektedirler. Bu militarizasyon üst rütbeli askerlerin refahını arttırırken, orduyu üretim aracı bir sınıf haline dönüştürmekte ve olağanüstü koşullarda orduyu siyasetin bir aracı haline getirmektedir. Siyaset; kaynakların paylaşılması için yapılan bir mücadele olduğundan; Silahlı Kuvvetler personelinin bu kâr elde etme sürecine doğrudan veya dolaylı olarak dahil olmaları, ordunun politika oluşturma sürecine ve kaynakların dağıtımını kontrol etmedeki kurumsal ilgisini arttırmaktadır.

Kamusal hesap verebilirlik normlarına uymadan kamusal kaynakların kullanıldığı bir çok durum mevcuttur. Bunlar, askeri personele çok uygun koşullarda devlet arazileri tahsis edilmesi, emekli silahlı kuvvetler personeline destek personeli sağlanması, kamu hizmet faturaları ve seyahat sübvansiyonları, serbest piyasa ekonomisinin kurallarına uymadan iş fırsatlarını silahlı kuvvet personeline yönlendirmek vb. gibi bir çok durumu içerebilir. Silahlı kuvvetlerin etkisine giren tüm ekonomik faaliyetler ’Milbus’ olarak adlandırılmasına rağmen bu çalışmada sadece askerlerin nemalandığı kâr amacı güden şirketler incelenecektir. Yine bu çalışmada seçilmiş ülkeler üzerinden askeri şirketler analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu ülkeler, Mısır, Pakistan, Türkiye, İran, İsrail ve Yemen olacaktır.

Mısır’da Ordunun Ekonomi Üzerindeki Etkisi

Ordu Mısır’da siyasetin ve ekonominin en etkili kurumlarından birisidir. 1952 askeri müdahalesinden bu yana Mısır’a cumhurbaşkanlığı yapmış Nasır, Sedat ve Mübarek ve şu anki Cumhurbaşkanı Sisi ordunun içinden gelmişlerdir. Siyasetin yanında Mısır’da, ordunun ekonomi üzerinde etkisi ve rolü de bulunmaktadır. Ancak bu rolün ağırlığı konusunda tartışmalar da mevcuttur. Bazı uzmanlar Mısır ordusunun ekonomin üçte birini kontrol ettiğini söylemesine rağmen, sürgündeki Mısır eski Ticaret Bakanı Muhammed Raşid bu oranın yüzde 10’dan az olduğunu belirtmektedir.[2]

Mısır’da ordu, makarna, salça, şişelenmiş su, maden suyu gibi gıda sanayinde üretim yanında, enerji, gaz, televizyon, buzdolabı, silah sanayi ve mobilya üretimi yapmakta, stadyum işletmekte, turizmde yatırım yapmakta ve deniz taşımacılığı yapmaktadır.[3] Emlak piyasasında da ordunun etkisi olduğu bilinmektedir. Mısırda siyasi, ekonomik ve bürokratik hayatın bir çok kademesinde ordunun hakimiyetini görmek mümkündür. Mübarek döneminde 29 validen 21 tanesinin emekli asker olduğu belirtilmektedir. Süveyş Kanal İdaresi ile Port Said ve İskenderiye gibi limanlarda koramiral ve tuğamiral rütbesinde askerler yönetici konumundadır.[4]

Ordunun üretimini ve yatırımlarını organize etmek için Mısır’da bir askeri üretim bakanlığı bile mevcuttur. Ordunun, Mübarek döneminde uygulanan liberal politikalar ve özelleştirme girişimlerine kendi ekonomik alanına zarar vereceği düşüncesi ile karşı çıktığı bilinmektedir. IMF den borç alımına karşı çıkan ordu Yüksek Askeri Konseyi’nin kararı ile Mısır Merkez Bankası’na 1 milyar dolar borç vermiştir.[5]

Ekonomi üzerinde ordunun kontrolü Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır’ın önderliğinde yapılan 1952 askeri müdahalesinin ardından başlayan devlet sosyalizmi deneyimi ile başlamıştır. Bu dönemde, devlet, kamulaştırma programları aracılığıyla ekonomik varlıklara el koymuştur. Ülkenin ekonomik bağımsızlığını güçlendirmek ve tüketimini sınırlamak amacı ile kemer sıkma önlemleri uygulamaya koyulan bu dönemde kamu iktisadi teşebbüslerinin başına ordu subayları getirilmiş ve üst rütbeli subaylar aynı zamanda ülkenin yönetici elit sınıfını da oluşturmuşlardır. Mısır’ın 1964 Anayasa’sında “Üretim araçları Mısır halkının kontrolündedir” yazmaktadır. Bu maddeye dayanarak ordu halk adına bu yetkiyi devir almıştır. Ancak yolsuzluk ve kötü yönetimin sonucu olarak Nasır’ın halka ekonomik refah sunma projesi istenen sonucu vermemiştir. Bilgi ve becerileri askeri konularla sınırlı olan bu subaylar üretim araçlarının kontrolünde başarısız olmuşlardır.

1970’li yıllarda ordunun iktidar üzerindeki gücü aşınmaya başlamış ve Cumhurbaşkanı Enver Sedat döneminde ekonomide sosyalist yoldan dönülerek batı ile stratejik ilişkileri geliştirmenin bir aracı olarak da piyasa ekonomisine dönülmüştür. Aynı zamanda Nasır döneminde kamulaştırılan sektörler özelleştirilmeye başlanmıştır.

İsrail ile kaybedilen bir savaş ve 1979 barış antlaşması sonunda bir çok iyi eğitimli subay bu yenilginin sorumlusu olarak ordudan ihraç edilmişlerdir. Ancak devlet tarafından “Ulusal Hizmetler Projeler Örgütü” olarak bilinen bir kuruluş oluşturulmuş ve buna bağlı bir çok ticari işletme kurularak bunların yönetimi emekli albay ve generallere verilmiştir. Bu askeri-iktisadi şirketlere diğer kamu ve özel işletmelere verilmeyen çeşitli vergi muafiyetleri ve sübvansiyonlar sağlanmıştır. Bu işletmeler üzerinde hükümetin bir sorumluluğu olmadığı gibi, bu şirketler diğer özel ve kamu işletmelerinin tabi olduğu kanunlara da tabi olmamışlardır.

1992 yılından sonra, Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in ABD’nin zorlamasıyla yürüttüğü liberal ekonomik programı döneminde IMF ve Dünya Bankası’nın özelleştirme programları yürütülmeye başlanmıştır. Yine Hüsnü Mübarek’in döneminde, 2004 ve 2011 yılları arasında özelleştirme programlarının hızlandırılması askeri sermayeli şirketlerin bakir kalmasına sebep olmuştur. Bunun yanında, bu dönemde yüksek rütbeli subaylar özelleştirilen kamu sektörü işletmelerinde prestijli konumlara atanmışlar ve özelleştirmeden paylarını almışlardır. Ancak, Mısır ordusu, devletin ekonomideki rolünün kısıtlanması, özelleştirmeler ve özel sermayenin desteklenmesinden askeri şirketlere zarar vereceği için çekinmektedir.

Ordu üretimi “Queen” marka makarnaları, “Safi” marka maden suları veya “Wataniyyah” benzin istasyonlarını Mısır’ın her yerinde görmek mümkündür. Bu markalar çok kaliteli olmasa da ordu kantinlerinde ve askeri garnizonlarda bu markalar tekel oluşturmuş durumdadır.

Ordu yürürlükteki kanunlara göre “savunma” amacıyla kamu arazilerine el koyabilmektedir. Mısır’ın kuzeyindeki Akdeniz sahillerinde bu amaçla kamulaştırdığı arazilere ordu turistik tesis ve otel inşa etmektedir. Bunun yanında ordu kamulaştırdığı bu arazileri özel sektöre turistik tesis ve konut inşası için satmaktadır.[6]

Mısırda Silahlı Kuvvetler tüketim malları üretimi başta olmak üzere, temel ekonomik varlıkların kontrolünü elinde tutmakta ve askeri şirketlerin çoğu vergiden muaf tutulmaktadır. Ayrıca, ordunun ekonomideki ayrıcalıklı rolünü kaybetmemek için özelleştirme programları ve neo-liberal ekonomik politikalara karşı çıktığı bilinmektedir. Bunun yanında küresel şirketler dahil yabancı yatırımcılar ortak olarak, Mısırdaki bürokratik bürokrasiyi daha kolay aşabileceklerine inandıkları askeri şirketleri tercih etmektedirler.

Hatta bazı Mısırlı gözlemciler tarafından, Hüsnü Mübarek’in Başkanlıktan düşürülmesinin, yerine hazırlanan oğlu Cemal Mübarek’in babasından daha liberal fikirle sahip olması ve özelleştirmeleri hızlandıracağı ve bu sebeple Mısır ordusunun ekonomik üstünlüğüne zarar verebileceği düşünceleri ile ordu tarafından olumlu karşılandığı iddia edilmektedir.

Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler hükümeti ordunun bu ayrıcalıklı konumunu değiştirmektense aksine bu ayrıcalıkların eksenini daha da genişletmiştir. Mursi’nin liderliğinde tasarlanmış anayasa orduya sivilleri askeri mahkemelerde yargılama yetkisi de dahil olmak üzere oldukça geniş çaplı yetkiler vermekteydi. Mursi yönetimi ordunun siyaset içindeki ayrıcalıklı konumunu değiştirmeye yönelik adımlar atmadığı gibi ordunun ekonomik alanını genişleten adımlar atmıştır. Devrik Devlet Başkanı Mursi’nin başkanlığının başlarında Mısır ekonomisindeki hızlı bozulma üzerine Başbakan Hişam Kandil, ordunun kontrolü altındaki fon ve kaynakların kullanılabirliğinde silahlı kuvvetlerinin rolünün genişletilmesini kararlaştırmıştır. Bu aynı zamanda Müslüman Kardeşlerin ordunun ekonomik alanına tecavüz etmeyeceğine dair orduya ekonomik bir güvence vermiştir.

Mısır ordusu, ekonominin önemli bir bileşeni olarak emek üzerindeki baskıların ve hak ihlallerinin yanında yer almaktadır. Ekonomik imparatorluğunun yanı sıra egemen siyasi rolünü kaybetmemek ve iktidar bloğunda hâkim durumunu sürdürmek için ordunun zaman zaman şiddete başvurduğu bilinmektedir. Mısır’da Bop Jessop’un deyimi ile, “istisnai devlet”’in ordunun yardımı ile politik ve ideolojik krizlere cevap olarak iktidar bloğunun halkla ilişkilerini yeniden düzenlemek için ortaya çıktığı söylenebilir.

Bunun yanında, liberal demokrasilerin piyasa toplumunun bir türevi olduğu düşünüldüğünde, Mısır ordusunun, ekonomide özelleştirme ve liberal ekonomi karşıtlığının Mısır demokrasinin önünde engel teşkil ettiği görülmektedir.

Pakistan’ın Askeri Ekonomisi

Pakistanda ordunun dört askeri işletme grubu faaliyet göstermektedir. Bunlar; Fauji Vakfı (FF), Ordu Refah Vakfı (AWT), Shaheen Vakfı (SF) ve Bahria Vakfıdır (BF). Bunlar aynı zamanda ülkedeki en büyük ticari şirketler arasındadır.

1954’te kurulmuş olan Fauji Vakfı (FF), emekli personel ve ailelerine sağlık, eğitim ve istihdam olanakları sağlamaktadır. FF, sağlık hizmeti sağlamak için gereken altyapıyı inşa etmek için ticari girişimlerinden elde ettiği karı kullanmaktadır. Sağlık alanında, 11 hastane, 23 tıp merkezi, 31 sabit dispanser ve 41 mobil dispanser işletmektedir. FF ayrıca eğitim için okullar ve eğitim merkezleri yönetmektedir. Yaklaşık 40.000 öğrencinin bulunduğu 90 okul ve kolej, ayrıca erkekler için dokuz teknik eğitim merkezi ve kadınlar için dikiş eğitimi veren 66 meslek merkezi işletmektedir.[7] FF, 13 bin çalışanı ile emekli asker personel için istihdam yaratmaktadır. Fauji Vakfı’na ait 4 şeker fabrikası, mısır, gübre, çimento ve propilen fabrikaları, doğal gaz dağıtım tesisleri ve yazılım şirketleri mevcuttur.

1971’de kurulmuş ve 1977’de faaliyete başlamış olan Ordu Refah Vakfı (AWT), 16.000 dönüm devlet arazisi üzerinde 4 çiftlik (ayrıca bir adet balık üretme çiftliği), pirinç, çimento, magnezit, ayakkabı, ilaç, yün ve şeker fabrikaları, seyahat acenteleri, AWT ticaret plazaları (üç bina), ordu pazarları, banka, leasing şirketi, sigorta, havacılık, enerji ve inşaat şirketleri bulunmakta. Bu şirketlerde 5.000 emekli personel istihdam edilmektedir.

1977 yılında ağırlıklı olarak Pakistan Hava Kuvvetleri aracılığı ile kurulan Shaheen Vakfı (SF), hava yolu şirketi, havalimanları işletmesi, havacılık kargo hizmetleri, sigorta kablolu tv ve bilgi teknolojileri şirketleri ile tekstil şirketlerini işletmektedir.

Pakistan Donanması da 1981 yılında Bahria Vakfı’nı (BF) kurmuştur. Bahria Vakfı, Fetih Ticaret Ajansı, Bahria İnşaat, Bahria Seyahat ve İşe Alma Ajansı, Bahria Boya, Bahria Derin Deniz Balıkçılığı Bahria Kompleksleri (alışveriş / ofis binası), Bahria Konut, Deniz Tarama ve gemi söküm işletmesi, Bahria Dalış ve Kurtarma, Uluslararası Bahria Üniversitesi, Bahria Denizcilik, Bahria Kıyı Hizmetleri, Bahria Güvenlik Hizmetleri, Bahria İkram Hizmetleri, Bahria Tarım, Bahria Holding (yatırım programları), Bahria Liman Hizmetleri ve Bahria Ekmekçilik işletmeleri yönetmektedir.

Bütün bu askeri işletmeler, demokratik kurumların içsel zayıflığı ve devam eden iç politik kargaşaya bağlı olarak yeterli olarak denetlenmemektedir. Hesap verilebilirliğin diğer geç modernleşen ülkeler gibi Pakistan parlamento sisteminin de güçlü yönlerinden biri olmaması askeri şirketlerin kontrolünü zorlaştırmaktadır. Ayrıca diğer kurumlar daha çok yozlaştığından halk arasında ordu her zaman daha temiz ve güvenilir olarak kabul görmektedir. Siyasi liderler de, gerektiğinde muhaliflere karşı kullanacakları bu gücü karşılarına almak istememektedirler. İki kez Başbakanlık yapan Benazir Butto bile orduyu kontrol edemediğini itiraf etmiş ancak Shaheen Vakfı (SF) ile birlikte bir radyo ve uydu televizyon kanalı kurmakla suçlanan kocasının Hava Kuvvetleri ile olan ticari bağlantıları hakkında yorum yapmaktan kaçınmıştır. Ülkenin önemli dini partilerinden biri olan Cemaat-i İslami Partisinin de ordunun askeri şirketleri hakkındaki görüşü olumludur. Onlar bu tür girişimlerin toplumu ve orduyu güçlendirdiğini belirtmektedir. Bu durum uzun zamandır güvenilir kurumlardan yoksun bırakılmış bir toplumun trajedisini de yansıtmaktadır.[8]

Ordu Millet: İsrail’deki Askeri Şirketler

Rebecca Schiff, Batılı olmayan devletlerde sivil-asker ilişkilerinin her zaman askerle sivil arasında tam bir ayrıma dayanmadığını iddia etmektedir. Ona göre; “geleneksel ve kültürel koşullar, subayların siyasete müdahalesini, ordu siyasi elit ve yurttaşlardan oluşan üç partner arasındaki anlaşmaya ve uyuma dayanarak teşvik edebilir veya engelleyebilir”. Schiff bu vizyonu “uyum kuramı” olarak geliştirmiş ve İsrail’e uygulamıştır. Schiff’e göre, “İsrail toplumu üzerinde ordunun kurumsal ve kültürel etkisi öylesine büyüktür ki bütünlüklü bir sivil kavramı bu ülke için tam uygulanamaz.”[9]

İsrail’de, subayların askeri ve siyasi görevleri birbiri ile karışmakta, subaylar darbeye ihtiyaç duymadan siyaseti etkilemekte, güvenlik sektörü üzerinde meclisin otoritesi bulunmamakta ve subaylar hükümet veya özel kuruluşlarda ikinci bir kariyer bulmak için erken emekli olmaktadırlar.

Baruch Kimmerling, “İsrail militarizminin toplumun merkezi örgütsel prensiplerinden biri olarak hizmet etme eğiliminde olduğunu” savunuyor. Kimmerling, militarizmin üç genel boyutunu tanımlar ve bunların ayrı ayrı var olabilecekleri gibi, çeşitli militarizasyon kalıplarını şekillendirmek için birleştirilebileceklerini belirtir. Bunlardan ilki, ordunun zorlayıcı güç kullanarak uzun bir süre doğrudan ya da dolaylı olarak yönetme yetkisine sahip olduğu zaman ortaya çıkan şiddet-kuvvet boyutudur. Generaller, toplumun yeterli bir kesiminin müşterek olarak, problemsiz ve tartışmasız algıladığı bir meşruiyet biçimi inşa ederler. İkincisi, zorlamadan ziyade iknaya dayanan kültürel boyuttur. Silahlı kuvvetler, kolektif kimliğin bir sembolü olarak ortaya çıkmakta ve kitleler de disiplinli askerleri kutlayan törensel pratiklerin içine çekilmektedir. Üçüncüsü, sivil seçkinlerin ve halkın, tüm ülkenin kritik siyasi ve sosyal ihtiyaçları olarak ordunun önceliklerini içselleştirdiği bilişsel boyuttur. Bu, zihnin kültürel ve kurumsal halinin savaş için sürekli hazırlığa doğru ayarlandığı “sivil militarizm” durumudur. Üç boyut bir araya getirildiğinde, ordu zayıf sivil kurumlar üzerinde hüküm sürmekte ve bürokrasi, ekonomi, eğitim ve kültür gibi tüm sosyal ve devlet ağlarına nüfuz etmektedir. . . . Ordu otonom bir sivil toplumun varlığının önüne geçmektedir.” Kimmerling, İsrail’i, sivillerin gönüllü olarak sürekli askeri hazırlık için yönlendirildiği bir “sivil militarizm” durumu olarak görüyor. Son zamanlardaki literatür, İsrail’de bu köklü militarizmi kıran sosyal davranışları ortaya çıkarıyor. Mesela, artık birçok genç millet için kayıtsız şartsız bir görev olarak zorunlu askerlik görevini ifa etmiyor. Askeri hizmete ilgiyi tekrardan çekmek için askere alım ve sosyalleşme yöntemlerini yeniden gözden geçirme yönünde İsrail Savunma Gücü (IDF)’nde baskı yaratan bir “motivasyon krizi” vardır.[10]

İsrail savunma sanayii esas olarak iki şirkette yoğunlaşmıştır: İsrail Askeri Endüstrileri (IMI) ve İsrail Havacılık Endüstrileri (IAI). Her iki şirket de IDF’nin kendi malı olmamasına ve halka açık olmasına rağmen emekli subaylar bunlardan şahsi olarak, ordudaki kurmay pozisyonlarından silah şirketlerindeki yönetici pozisyonuna geçtikleri bir “döner kapı” gibi yararlanmaktadırlar. 1980’lerde İsrail’in silah endüstrisi zaten “sanayileşmiş ülkelerin dışındaki en büyük ve en gelişmişi” idi ve bu durum onu “Üçüncü Dünya’nın en büyük silah ihracatçısı” yapmıştı. Alex Mintz, o yıllarda İsrail’in ulusal ekonomisinin savunma sanayiine bağımlı hale geldiğini iddia etmektedir. “İşgücünün % 40’ından fazlası, ihracatın yaklaşık % 30’u ve ticari devlet şirketlerinin toplam gelirinin % 18’i savunma alanında bulunuyor.” 2000’li yılların sonunda ülkenin silah ihracatı yılda 6 milyar dolara ulaştı, ancak askeri harcamalar İsrail’in GSYİH’nın yaklaşık yüzde 6’sına geriledi. Bütçe kesintileri ve daralan bir silah piyasasıyla karşı karşıya olan İsrail savunma sanayii, araştırma ve geliştirme çalışmalarının bir bölümünü sivil ürünler için uyarlamaktadır. Ülkenin, ileri teknoloji endüstrilerinde bir sıçrama göstermesi askeri teknolojinin sivil uygulamalarına dayanmaktadır. İlginç bir şekilde, 2015 yılında hükümet, hisselerinin yüzde 90’ına kadarını yabancı yatırımcılara satarak IMI’yi özelleştirmeye başlamıştır. Yakın zamanda hızlandırılmış bir özelleştirme dalgasının bir parçası olarak, hükümet IAI’yi de satmayı planlamaktadır.

Ortadoğu’nun Totaliter Rejimlerinde Askeri Şirketler: Suriye, Yemen ve İran

Suriye’de Hafız Esad kendi mezhebinden subayların orduda elit bir tabaka oluşturmasına izin vermiştir. Suriye’de ordu, iktidardaki Baas partisinden ayrı tutulamaz. Batı karşıtı söylemine rağmen Esad, 1980’lerden itibaren piyasa reformu politikalara girişmiştir. Böylelikle subayların rejime olan bağlılıklarını sürdürebilmek için kar elde etmelerine izin vermiş ve askeri iş faaliyetlerini desteklemek için piyasanın işleyişine müdahale etmiştir. Suriye ordusu sadece devlet bütçesinin yaklaşık yüzde 30’unu almakla kalmamış, aynı zamanda inşaat, tarımsal üretim ve imalat gibi alanlarda yarı tekeller oluşturan ekonomik örgütler de yaratmıştır. Mısır ordusuyla kıyaslandığında, Suriye Ordusu teknolojik olarak ileri olmayan belli başlı sektörlere yatırım yapmaktadır. Frank Mora ve Quintan Wiktorowicz, askeri işlerin kurumsal veya bireysel düzeyde olabileceğini ve Suriyeli subayların kişisel ve ailesel kâr için bunu daha çok bireysel olarak uyguladıklarını belirtmektedir. “Çin ve Küba’nın aksine, Suriye’de ordunun ekonomik faaliyetlere müdahalesi büyük ölçüde kurumsaldan ziyade bireyseldir. Rejim ile kişisel bağlantıları olan yüzlerce subay bu bağlantılarını mevzuattan kurtulmak ve ayrıcalık kazanmak için kullanmış ve kişisel servetlerine servet katmışlardır.”[11]

Yemen’de subay Ali Abdullah Saleh kontrolü altındaki rejimde, aşiretlerden oluşan ordunun iş dünyasıyla ciddi ölçüde ilişkileri vardı. Saleh’in ordusu, merkezinde Kuzeydeki Başkan Zaydi’nin aşiretinden sadık subayların olduğu bir patronaj ağı üzerinden görevini yerine getirmekteydi. Kuzey ve Güney’in 1990’daki birleşmesinden önce, silahlı kuvvetler Saleh’in kuzey eyaletindeki ekonomik nüfuzdan yararlandı. Saleh’in ordusu, Güney’e askeri olarak üstünlük sağladığı 1994’teki kısa iç savaştan sonra, ülke çapında zengin kaynaklara daha fazla nüfuz etti. Yemen’in Askeri Ekonomik Kurumu (Military Economic Corporation-MECO), orduya botlar, üniformalar ve gıda maddeleri tedarik etmek amacıyla aslen 1980’lerde kurulmuş, ancak hızlı bir şekilde emlak, ithalat ruhsatları ve petrol gibi sivil sektörler üzerinde kontrolü sağlamıştır. Saleh 1990’lı yıllarda ekonomik liberalleşme politikaları ve özelleştirmeyi uyguladığında, askeri holding, adını Yemen Ekonomik Şirketi (Yemeni Economical Corporation-YECO) olarak değiştirmiştir. Adam Seitz, YECO’nun Güney’deki özelleştirilen şirketleri ele geçirdiğini ve özel sektördeki faaliyetlerini tarımsal üretim ve inşaattan ilaç sektörüne kadar çeşitli alanlarda genişlettiğini belirtmektedir. YECO (böylece) Saleh rejiminin “aşiret-ordu-ticaret kompleksi”nde ana oyuncuydu.

İran bu bağlamda daha karmaşık bir öyküye sahiptir. İran’ın İslam Devrim Muhafızları Birliği (Islamic Revolutionary Guards Corps – IRGC), 1990’larda ve 2000’lerde sivil sektörlerdeki devasa yatırım şirketleriyle birlikte bir “ekonomik imparatorluk” geliştirmiştir. Bu süreç, devrim sonrası İslami rejim ideolojik olarak soldan ekonomik liberalizme kayarken ve hem reformist hem de muhafazakar başkanlar altında bir özelleştirme politikası uygularken gerçekleşmiştir. Kevan Harris’e göre, İran, devlet teşebbüslerinin mülkiyetinin özel firmalar olarak işletilen ancak devlet tarafından finanse edilen kamu projelerinin üstlenildiği “parastatal (bir nevi KİT)” kuruluşlara devredildiği sahte bir özelleştirme süreci yaşamıştır. IRGC bu KİT’lerin hegemonik sahibidir. Örneğin, Khatam al-Anbia İnşaat Şirketi, petrol ve doğal gaz sahaları, otoyollar ve tüneller inşa etmek gibi kamu ana altyapı projelerinin sorumluluğunu üstlenen hegemon bir müteahhitlik şirketi olup, aynı zamanda yerli ve yabancı şirketler ile birlikte kendisi de özel işler yapmaktadır. Harris IRGC’nin ekonomik gücünün Batı medyasının iddia ettiği gibi mutlak siyasi etkiye dönüşmediğini öne sürmekte[12] Buna mukabil Ali Alfoneh ise bunun tam tersini savunmaktadır. ona göre; IRGC’nin şirket imparatorluğu ve iç politikaya müdahalesi devleti teokrasiden askeri diktatörlüğe dönüştürmüştür. Devrim Muhafızlarının yanında, Besic olarak bilinen paramiliter gönüllü milisler kârlı işlere katılmaktadır.[13] Saeid Golkar, Besic’in İran ekonomisini “paramilitarize ettiğini” iddia etmektedir. Örneğin o bunu, Besic’in bankacılık, turizm, inşaat, imalat, ithalat /ihracat faaliyetlerinde ve daha pek çoğunda resmi ve yasal olarak işletilen işletmelerine dayandırmaktadır.[14]

Türkiye’de Askeri Şirketler ve Ordu Sermaye İlişkisi

Türkiye’de TSK mensupları 1960’lara kadar meslek grupları hiyerarşisi içinde Weberyen anlamda, subay/astsubay “zümre”sini oluşturmuşlardır.[15] Ancak bu zümre OYAK’ın kurulması ve üretim araçlarına sahip olmayla beraber sınıf özellikleri göstermeye başlamıştır.

Ordu sermaye ilişkisi açısından bilhassa 1960’lı yıllardan başlayarak 2000’li yılların başına kadar emekli general/amirallerin sanayi ve finans şirketlerinde istihdam edilmeleri bu konunun ayrı incelenmesini gerektirmektedir. Savunmaya ayrılan payın Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’ya (GSYİH) oranının yüzde 2,3 civarında olduğu Türkiye’de bu paranın yönlendirilmesi ve yönetilmesinde askerlerin payının olduğu düşünüldüğünde savunma sanayi ile TSK arasındaki ilişkinin incelenmesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Hem Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nda (TSKGV) görev alan, hem de özel savunma sanayi firmalarında çalışan emekli general/amiraller sayesinde ordu sermaye ilişkisi yeniden üretilmektedir.

Gelişmekte olan İthal İkameci Birikim Rejimini hızlandırıcı bir etkisi olan 27 Mayıs 1960 müdahalesinin ilk yaptığı işlerin başında kaynakların sanayi sermayesine aktarılmasına yardımcı olmak üzere Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kurulması sayılırsa, bir diğeri de 1961 yılı başında Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun (OYAK) kurulması sayılabilir. İdris Küçükömer OYAK’a subayları kapitalist yapma girişimi diyerek eleştiri getirirken[16], eski bir Milli Birlik Komitesi üyesi olan general Cemal Madanoğlu senatoda yaptığı konuşmada subayları paragöz duruma sokacağı için eleştirir.[17] OYAK’ın ilk yönetim kurulunda Vehbi Koç ve bazı önemli sanayicilerin olması şaşırtıcı değildir.

Aralık 2018 itibari ile üye sayısı 327 bin’e, çalışan sayısı ise 29 bine ulaşan OYAK, Türkiye’nin ilk 5 holdinginden birisidir. OYAK, metalürji, otomobil üretimi, sigortacılık, çimento üretimi, kimya, enerji, lojistik, liman işletmesi, inşaat, finans, yatırım ve turizm gibi sektörlerde faaliyet göstermektedir.

OYAK’ın kâr ve hasılat olarak ulaştığı büyüklüğü görmek için Türkiye’nin iki büyük holdingi olan Sabancı ve Koç Holding ile konsolide satış hasılatları ve net kâr miktarları üzerinden kıyaslandığında, hasılatı diğer iki holdingten düşük olan OYAK’ın netkârının bu iki holdingin üzerinde olduğu görülmektedir. OYAK kâr/hasılat oranında her iki holdingden daha fazla performans göstermiştir.

TSK personeli bu süreçten aldığı nemalar ile, kapitalist üretim ilişkilerinde sanayi sermayesi yanında taraf olmaya zorlanmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse, örneğin Renault fabrikası grevinde grevin uzaması ile o yılki fabrika kârının ve dolayısı ile dağıtılacak nemanın düşeceğini düşünen TSK personeli, kendilerini işçilerin karşısında ama sermaye yanında taraf olarak bulmaktadırlar.

OYAK diğer sermaye grupları gibi kârını maksimize etmeye çalışmaktadır. Özelleştirilen bir sanayi tesisini yabancı sermayedarlarla girdiği ihalede satın alarak “milli çıkarları” savunduğu için övülen OYAK, bir süre sonra bunu çok uluslu bir şirkete satmaya çalışınca eleştiri almaktadır.

Özelleştirme kapsamında Ereğli Demir Çelik’in (Erdemir) satın alınması OYAK’ın yaptığı en büyük yatırımlardan birisi olmuştur. OYAK 5 Ekim 2005’teki açık arttırmada, bünyesinde İskenderun Demir Çelik’i de (İSDEMİR) bulunduran Erdemir hisselerinin yüzde 49.29’unu 2.77 milyar dolara alarak ülkenin en büyük demir çelik üreticisi durumuna gelmiştir. Bir müddet sonra finansal sıkıntılar ile Erdemir’i dünya çelik endüstrisinin en büyük kuruluşlarından Arcelor’a satmak için girimlerde bulunan OYAK, bu sıkıntısını bünyesinde bulunan OYAKbank’ı ING Bank’a satarak çözmüş ve Erdemir’in satışından vazgeçmiştir.

Erdemir’in OYAK’a satışında yaşananlar sermaye birikim sürecinde milliyetçiliğin nasıl kullanıldığına örnek teşkil edecek niteliktedir. Erdemir’in milli bir kuruluş olarak görülen OYAK’a satılması için TOBB’dan Maden İş Sendikası’na kadar çeşitli örgütler ve sivil toplum kuruluşlarının destekleri gözlemlenmiştir. Ereğli Ortak Girişim Grubu (EOGG) olarak Erdemir’e talip ve ihalede OYAK’a rakip olan TOBB Başkanı Rıfat Hisarçıklıoğlu ihalenin OYAK gibi milli bir kuruluşta kalmasına sevindiğini açıklamıştır. Ancak kısa zaman sonra serbest piyasa ekonomisinin kuralları içinde Erdemir’in Arcelor’a satılması için gösterilen çabalar ve daha sonra da OYAKbank’ı uluslararası finans kapitalin büyük bankalarından ING Bank’a satılması aynı çevrelerde büyük bir hayal kırıklığı yaratsa da, enflasyonun yüzde 8.4 olduğu 2007 yılında bu satış dolayısı ile OYAK’ın dağıttığı nemanın yüzde 54’ü bulması aynı şekilde TSK içinde büyük bir sevinçle karşılanmıştır.

Milliyetçiliğin OYAK’ın ekonomik ilişkilerine yansımasının başka bir örneği de OYAK’ın Fransız meşeli sigorta şirketi AXA ile yaşadığı ortaklıktır. OYAK sigorta’nın yüzde 50 hissesine sahip AXA şirketi 2003 yılında ABD Kaliforniya’da açılan bir dava sonucu 1915 olayları sonucu ölen Ermenilerin varislerine 2005 yılında 17 Milyon dolar ödemeyi kabul edince OYAK ülke içinde bu ortaklığı bitirmesi yönünde baskı ile karşılaşmış, sonuçta OYAK AXA ile ortaklığını bitirmek zorunda kalmıştır.

TSK personelinin finans-kapital ilişkilerin içinde büyük oranda nemalandığı bir diğer olay da OYAKbank’ın satışıdır. 1933 yılında kurulan Sümerbank TMSF’nin bünyesine alınmasının ardından, 19 Şubat 2001 tarihinde Egebank, Yurtbank, Yaşarbank ve Bank Kapital’i aktif ve pasifiyle devralmış, ardından 7 Mayıs 2001 tarihinde de Ulusalbank, Sümerbank çatısı altına alınmıştır. Sümerbank’ın, Mart 2001 sonu itibariyle toplam aktifleri 2 milyar 814 milyon dolar düzeyinde bulunuyordu. OYAK, 9 Ağustos 2001 tarihinde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’ndan (TMSF) Sümerbank’ı bünyesindeki 6 fon bankası ile beraber satın almıştır. OYAK tarafından yaklaşık 36 bin dolara alınan banka daha sonra 2002 yılında OYAKbank’a devrolunmuş, OYAKbank ise 2007 yılında yaklaşık 2.7 milyar dolara Hollanda meşeli ING Bank’a satılmıştır.

OYAK’ın kuruluşunun TSK mensuplarına getirdiği en büyük değişiklik yaşadıkları dönüşümdür. OYAK’ın varlığı, TSK mensuplarını daha yüksek hayat standartları içine çekmekte, tüketim alışkanlıklarını değiştirmekte ve toplumsal olaylara bakışlarını etkilemektedir. OYAK’a zorunlu olarak üye olan daimi üyeler bu dönüşümden rahatsız olsalar da istifa ve emeklilik haricinde OYAK’tan ayrılmak gibi bir seçenekleri bulunmamakta, zamanla birikimleri nemalandıkça kendi istekleri dışında girdikleri bu sistemde zorunlu bir değişim ve dönüşüme uğramaktadırlar. Aynı zamanda asıl görevi ülkeyi korumak olan TSK mensupları ekonomik tartışmalar içine çekilmekte, OYAK sayesinde oluşan kârların dağıtımında haksızlık olduğunu düşünen astsubaylar ve düşük rütbeli subayların ise bu duruma tepki ile yaklaşmasına sebep olunmaktadır.

Kısaca, OYAK; TSK’nin birikim rejimi krizlerinde sanayi sermayesinin yanında yer almasına aracılık eden, TSK üst kademesini iş dünyası ileri gelenleri ile tanıştıran ayrıca sahip olduğu üretim araçları ve dağıttığı nemalarla, düşük rütbeli TSK personeli dahil ordunun çoğunluğunun sınıfsal yapısının değişmesine yol açan bir kuruluştur.

OYAK sayesinde serbest piyasa ve bunun getirileri ile tanışan TSK üst yönetiminde görevli subaylar, emekli olduktan sonra da çeşitli holding ve şirketlerin yönetiminde yer alarak hem ordu içinde göreve devam edenlerin büyük sermaye ile ilişkilerini kolaylaştırmakta, hem de daha sonra emekli olacak subaylara örnek oluşturmaktadırlar. Türkiye’de üst rütbeli emekli subayların sermaye grupları ile ilişkisi sadece OYAK ile değildir. TSK Dayanışma Vakfı, TSK Elele Vakfı, TSK Sağlık Vakfı, TSK Eğitim Vakfı, Mehmetçik Vakfı ile ve Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı (TSKGV) yönetim kurullarında görev alan üst rütbeli subaylar yolu ile ordu sermaye ilişkisi kesintisiz sürmektedir. Bunlar haricinde savunma sanayinde çalışan şirketler yönetim kurullarında üst düzey subay bulundurarak, TSK ile olan ilişkilerini kolaylaştırmaktadırlar.

Sonuç

Militarizm, orduyla ilgili uygulamaları ve normları yücelten bir dizi fikir ve yapıdır. Bu anlamda, militarizasyon, bir kişi ya da nesnenin yavaş yavaş ordu tarafından kontrol altına alındığıyla ilgili adım adım gelişen bir süreçtir. “Sivil yaşamda, siyasette, ekonomide ve halkın kendi anlayışlarında askeri gücün etrafını saran kamusal tartışmalarda “normallik” söylemine ulaşıldığında, militarizasyon başarılı olur.”[18]

Bilhassa geç modernleşen ülkelerde militarizayonun oluşmasında askeri şirketlerin büyük payı olduğu görülmektedir. Ordunun ekonomik ve siyasi hayatta geriletilmesinin ve ordu üzerinde sivil otorite kurulmasının bir çok yolu vardır.

Robert Dahl, ordunun demokratik bir şekilde yönetilebilmesi için iki koşulun gerekli olduğunu belirtir. “Birincisi, ordunun sivil otorite tarafından denetlenmesi; ikincisi ise, orduyu denetleyen sivil otoritenin demokratik sürece tabi olmasıdır”[19]. Yine Dahl’a göre; demokratik devletler ordunun askeri müdahale yapmasını önlemek için dört önlem alabilirler: birinci olarak ordularını lağv edebilirler, ikinci olarak, ordularının denetimlerini yerel yönetimlere verebilirler, üçüncüsü, ordu demokratik yönetime inanan kişilerden oluşturulabilir, son olarak da subaylar yönetim yanlısı olarak doktrine edilebilirler.

Türkiye’de ise ordu uzun yıllardır ortak olduğu ve yönetiminde olduğu şirketler ile ekonomide, silahlı gücüne dayanarak da siyasette etkin konumda olmuştur. Ancak 2000’li yıların ikinci yarısından itibaren güçlü bir iktidar karşısında siyasette etkinliğini yitirmiş görünmektedir. Ekonomik etkinliği için de siyasetin müdahalesinin -OYAK Yönetimine müdahale etme dahil- olacağı değerlendirilmektedir.

Türkiye’de ordunun ekonomi ve siyaset dışına çekilmesinin iki koşulu vardır. Ya güçlü bir siyasi iktidar orduyu kontrol altında tutacak, ya da tüm koşulları ile gelişen bir liberal demokrasinin sivil siyasi kurumları orduyu denetleyecek ve kontrol altına alacaklardır.

[1] Milbus: Military Business

[2] Davıd, D., Kırkpatrıck, New York Times, 17 February 2011, “Egyptians Say Military Discourages an Open Economy”, (Çevrimiçi)

http://www.nytimes.com/2011/02/18/world/middleeast/18military.html, 8 Mayıs 2016.

[3]Abigail, Hauslohner, The Washington Post, 16 Mart 2014, “Egypt’s military expands its control of the country’s economy”, (Çevrimiçi) https://www.washingtonpost.com/world/middle_east/egyptian-military-expands-its-economic-control/2014/03/16/39508b52-a554-11e3-b865-38b254d92063_story.html, 8 Mayıs 2016.

[4] Nimrod Raphaeli, “Egyptian Army’s Pervasive Role In National Economy”, The Middle East Media Research Institute (MEMRI), 29 July 2013, (Çevrimiçi)

http://www.memri.org/report/en/0/0/0/0/0/0/7313.htm, 8 Mayıs 2016.

[5] Shana Marshall ve Joshua Stacher, “Egypt’s Generals and Transnational Capital”, Middle East Research and Information Project, MER 262, Spring 2012, Volume: 42, (Çevrimiçi)

http://www.merip.org/mer/mer262/egypts-generals-transnational-capital, 8 Mayıs 2016.

[6] Zeinab Abul-Magd, “The Army and the Economy in Egypt”, Jadaliyya, 23 Aralık 2011, http://www.jadaliyya.com/pages/index/3732/the-army-and-the-economy-in-egypt, (Çevrimiçi), 15 Mayıs 2016.

[7] Ayesha Siddiqa, Military, Inc.: Inside Pakistan’s Military Economy, Karachi: Oxford University Press,, 2007, s. 209.

[8]Aye sha Siddiqa, “Power, Perks, Prestige and Priveleges: Military’s Economic Activities in Pakistan”, The Military as an Economic Actor, Soldier in Business, ss. 124-142, (ed. Jörn Brömmelhörster, Wolf-Christian Paes) London : Palgrave Macmillan, 2003, s. 131.

[9] Rebecca Schiff, Military and Domestic Politics: A Concordance Theory of Civil-Military Relations, London: Routledge, 2009.

[10] Baruch Kimmerling, “Patterns of Militarism in Israel,” European Journal of Sociology, 34 (1993): 199, ss. 200–206.

[11] Frank A.Mora ve Quintan Wiktorowicz, “Economic Reform and the Military: China, Cuba, and Syria in Comparative Perspective”, International Journal of Comparative Sociology, 44 (April 2003): 87– 91, ss: 108–16.

[12] Kevan Harris, “The Rise of the Subcontractor State: Politics of Pseudo-Privatization in the Islamic Republic of Iran,” International Journal of Middle East Studies, 45, no. 1 (2013): ss. 45–70.

[13] Ali Alfoneh, Iran Unveiled: How the Revolutionary Guards Is Transforming Iran from Theocracy Into Military Dictatorship, Washington, D.C.: AEI Press, 2013.

[14] Saeid Golkar, “Paramilitarization of the Economy: The Case of Iran’s Basij,” Armed Forces and Society, 38 (April 2009): ss. 625–48.

[15] Ahmet İnsel’e göre TSK günümüzde halen pretoryen bir zümre olarak yapılanmıştır. (İnsel, Ahmet, “Bir Toplumsal Sınıf Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri”, der. Ahmet İnsel ve Ali Bayramoğlu, Bir Zümre Bir Parti, Türkiye’de Ordu, Birikim’den Seçmeler:2, İstanbul, Birikim Yayınları, 2004, s.56. (Pretoryenizm: Askerlerin fiili güç kullanımı veya tehdidi ile toplumda bağımsız bir siyasi güç haline gelmeleri. Pretoryenizmin bu tanımı için bkz, Örs, Birsen, Türkiye’de Askeri Müdahaleler (Bir Açıklama Modeli), İstanbul, Der Yayınları. 1996. s.7.

[16] İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2002, s. 115-117.

[17] “Cemal Madanoğlu’nun Cumhuriyet Senatosu’nda yaptığı konuşma”, Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, Cilt 47, 51. Birleşim: 13 Haziran 1968.

[18] Ayşe Gül Altınay, The Myth of the Military-Nation: Militarism, Gender, and Education in Turkey, New York: Palgrave Macmillan, 2004, ss. 2–3.

[19] Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, çev. Levent Köker, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği- Türk Demokrasi Vakfı Yayını, 1993, s. 311.

20-08-2019

Kaynak: Ayna Haber

Türkiye’de Ordu ve Sermaye İlişkisi

Türkiye’de devlet, ordu veya askerî müdahaleler üzerine yapılan çalışmaların bir bölümü, “güçlü devlet-zayıf toplum” ve “bürokrasi-burjuvazi” karşıtlığını öne çıkaran, birikim rejimlerini göz ardı eden, militarizmi ve pretoryanizmi vurgulayan yaklaşımlar getirmektedir. Birikim rejimlerini göz önüne alan çalışmalarda ise yapısalcı ve işlevselci bir açıklama ile, askerî müdahaleler, sermaye birikim krizlerini çözen ve yeni bir birikim modeline geçişi sağlayan müdahaleler olarak ele alınmaktadır. Bu analizlerde, sadece ekonomik düzlemde kalındığı için ordu ve sermaye arasındaki ilişkilerinin nasıl kurulduğu göz ardı edilmektedir. Bu çalışmada, Türkiye’de ordunun kendi çıkarlarının sınıfsal güç ilişkilerinden kopuk bir şekilde oluşmadığı göz önünde tutularak, militarizm ve büyük sermaye arasındaki ilişkileri açığa çıkaracak şekilde bu ilişkilerin nasıl kurulduğunun incelenmesi amaçlanmıştır.

Kitabın ekinde bulunan şirket yönetim kurullarında görev almış beş yüzden fazla emekli general listesi bile kitabın Türkiye’de ilk defa bu kapsamda yapılmış bir çalışma olduğunu göstermektedir.

Satın almak için tıklayın

Abdullah Köktürk
1977 yılında Deniz Lisesi’nden, 1981 yılında Deniz Harp Okulu’ndan mezun oldum. 2005 yılında Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Sosyal Bilimler Programı’nda yüksek lisanımı “Türkiye’de Liberalizm, Sermaye, Demokrasi İlişkisi (1950-1980)” başlıklı tez ile tamamladım. 2012 yılında TSK’dan emekli oldum. 2013 yılından itibaren Piri Reis Üniversitesi’nde öğretim görevlisiyim. 2010 yılında başladığım İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Doktora Programı’nı “Türkiye’de Devlet, Ordu, Sermaye İlişkisi (1960-1990) tezi ile 2016 yılında tamamladım.

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org