4 Nisan 2022 Pazartesi
Bu yazıda bilinen bir olguya; “savaş ve otoriterleşme” ilişkisine odaklanacağız. Savaşların her aktör açısından siyasi, iktisadi ve kültürel sonuçları olabiliyor; ancak birçok savaşın ortak özelliklerinden biri savaşla birlikte başlayan otoriterlik ve sonrasında siyasal rejimlerin bunun üzerine bina edilmesidir. Otoriterlik üzerine yükselen siyasetin merkezi, kapitalist moderniteyle birlikte savaşı bir rejim haline getiren batı ülkeleridir. Savaş ile otoriter siyasal rejimler inşa etme tarihine kısaca bakmakta fayda var.
Barış ütopyasından savaş distopyasına
1815-1915 tarihleri arasında geçen yüz yıl, Avrupa’da yaşanan birçok sorunun “diplomasiyle” kontrol edilerek başarılı bir güç dengesinin sürdürüldüğü ve görece barış döneminin yaşandığı bir zaman aralığı olarak bilinir. Anthony Giddens’a göre Avrupalı güçlerin dünyanın geri kalanının neredeyse engelsiz efendisi yapan bu göreceli barış dönemi, “endüstriyalizmin mümkün kıldığı ve kapitalizmin teşvik ettiği” silahlardaki teknolojik yeniliklerin hızlanmasıyla eş zamanlı yürüdü.[1] Zira Kapitalist modernitenin temel parametrelerinden biri silah teknolojisindeki yenilenmeydi; bu alandaki yenilik savaş ve siyaset ilişkisini de yeniden yapılandırdı.
Aynı yüzyılın içinde batı hegemonyasının tüm dünyayı kendi öğretileri ve iktidar biçimleri doğrultusunda dizayn etme çabası genişledikçe iki olgu görünür hale geldi. Birinci olgu kapitalist modernitenin yarattığı çoklu eşitsizlikler karşısında toplumların, halkların ve sınıfların yükselen direnişiydi. Kuşkusuz vahşi kapitalizmin birey, toplum ve doğa üzerinde kurduğu abluka, hem toplumun bilinçlenerek sol ideolojiler etrafında örgütlenmesini hem de monarşilerin yıkımını zorunlu kılıyordu. Tabandan gelen dalganın monarşilerin yıkıp yerine halk rejimlerini kurabileceğini gören Batı hegemonyası önce direnen kitlelere oy hakkı, çalışma saatlerinin düzenlenmesi, sendikalaşma ve siyasi partilerin kurulması gibi tavizleri vermek zorunda kaldı; fakat verilen tavizlerin daha büyük maliyetlere yol açabileceğini öngören hegemonya, rejimi arzuladığı hedefler doğrultusunda değiştiremeyince yeni yollar icat etti: bu da ikinci olgu diyebileceğimiz savaş rejimiydi. Savaş rejimi bir düğmeye basılarak oluşan tek bir savaşın tasviri değil, savaş meydanında iki askeri gücün savaşması da değildir; savaş rejimi siyasi, askeri ve iktisadi elitlerin zamana yayılmış ve adım adım örülmüş silahlanma ile siyasallaşma stratejisini icra eden tüm süreçlerin toplamı üzerinden işleyen endüstriyel düzenin adıdır.
Askeri sanayinin gelişmesiyle savaş rejimi hem siyasi hem de sosyolojik olarak gündelik hayatı düzenleyen bir disiplin haline getirildi. Ulusun erkek yurttaşları silah altına alınmalı, kutsal devlet korunmalıydı. Böylece Milliyetçilik ideolojisiyle açıkça flört eden kapitalist düzen, emperyal yayılmacılık stratejisiyle iki devasa dünya savaşına giden yolu açtı. Sağ ve sol ideoloji fark etmeksizin tüm dinamikler orantısız bir şekilde silahlanma yarışına girdi. Ferdi silahlanmanın yanı sıra denizaltıları, tanklar, uçaklar, helikopterler, dinleme cihazları, şifre çözücü teknikler ve istihbarat çalışmalarının yoğunlaşmasıyla savaş, siyasetin uzantısı haline getirildi; deyim yerindeyse savaş ve siyaset 20. Yüzyıl da tamamen birbirinden ayırt edilemez bir noktaya geldi. Oysa ki doğa durumunda insanı insanın kurdu olarak etiketleyen, yaşamı herkesin herkesle savaşı olarak gören batı uygarlığı aydınlanma ile dünyayı bir barış ütopyasına çevirmeyi vaat etmişti. Trajik olan şu ki modernite ütopya yerine tüm dünyayı otoriter, soğuk ve ölümcül savaş rejiminin insafına bırakarak adeta bir distopya üretti.
Otoriterizmin kilidi: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları
Silahlanma devam ederken tüm devletler ulusalcılık ve milliyetçilik motivasyonuyla halkları savaşa sürükledi. Birinci Dünya Savaşı başladığında arkasından demokrasinin gelmeyeceğini tüm dünya biliyordu; zira savaş sonrası yapılan anlaşmalar daha büyük bir savaşın sadece habercisi olabilirdi. Zira Almanya ile imzalanan Versay Barış Antlaşması (1919) hem birinci dünya savaşının bitişi, ama aynı zamanda ikinci dünya savaşının ilanıydı; antlaşma hâlâ 20. yüzyılın en büyük siyasi hatası olarak görülüyor; çünkü hiçbir antlaşma bir ülkeyi halkıyla birlikte bu kadar aşağılamamıştır; ve Hitler gibi faşistler için Versay Allah’ın lütfu olmuştur.
Almanlar ve İtalyanlar birinci dünya savaşı sonrasında milliyetçilik ideolojisinin şehvetiyle hem ulusun siyasi birlik sorununu tamamlamak hem de vahşi kapitalizm yarışına katılmak için paranoyakça bir ruh hali ile yeni ideolojiler icat ettiler: Faşizm ve Nazizm. Bu ideolojilerin propaganda teknikleriyle karşılık bulması sonucunda her iki ülkede tüm haklar askıya alındı ve faşist rejimler ülkenin bütün dinamikleri üzerinde geniş bir hakimiyet kurdu.
İkinci Dünya Savaşı başladığında bu ülkelerin kendi toplumları ve de çevredeki toplumlar üzerinde siyasal hakimiyet kurma hevesi üst aşamaya geçti; yeni rejimler, hayalini kurduğu büyük ülke için ulusun kanını istiyordu. İtalyan faşistlerine ve Alman Nazilerine göre başkasının kirli kanı ülkeyi kirletmişti, ulus bu kan ile zehirlenmişti; savaşta yeni ulusun kanının akıtılması ile ülkeye bulaşan kirli kan temizlenecek ve ulusa da temiz bir ırkın kanı enjekte edilecekti.
Nihayetinde İkinci Dünya Savaşı çağımızın en büyük yıkımı ve büyük insanlık suçlarının yaşandığı büyük bir utanç olarak tarihteki yerini aldı. Savaş sonrası her ne kadar sosyal refah devleti adı altında batıda kısmi bir normalleşme yaşansa da bu dönem çok kısa sürdü. Hem 1970’ten sonra yaşanan krizler ve bunun sonucunda başlayan neoliberal kemer sıkma politikaları hem de soğuk savaş dönemi boyunca her iki kutbun aşırı silahlanma yarışı sosyal devletin altını oymuş ve toplumları otoriter-totaliter rejimlere mahkum edilmiştir.
Türkiye’nin otoriterleşmesinin kaynağı: Kürt savaşı
Savaş ve otoriterlik ilişkisinin en iyi örneklerinden biri de Osmanlı sonrası kurulan yeni Cumhuriyetin Kürtlerle kuramadığı barışın savaşıdır. Yeni cumhuriyetin savaşını Kürtler ve Türkler birlikte verdiler. Sonrasında Kürtler, kendilerine verilen sözlerin tutulmamasından kaynaklı büyük bir direniş başlattılar. Koçgiri, Şeyh Sait, Agiri ve Dersim direnişleri yeni cumhuriyetin elitleri tarafından rejimin toplum üzerinde otoritesini kurabileceği Allah’ın lütfu denilebilecek olaylar olarak okundu.
Tek partinin elitleri uzun süre Kürt direnişlerini beka meselesi olarak görerek olağanüstü rejimle ülkeyi yönetti. Bu da ileriki zamanlarda demokrasi krizlerinin büyümesine ve onar yıl arayla askeri elitlerin yönetime el koymasına kadar gitti. Yanılgılı okumalarla otoriterleşen rejim, Kürt meselesinin daha da büyümesine ve bölgesel bir mesele haline gelmesine neden oldu. Yetmişli yılların sonlarına doğru Kürtlerin demokratik yerel yönetim deneyimi de aynı zihinsel kodlar üzerinden okundu. Hemen sonrasında başlayan 12 Eylül darbesi birçok kesim tarafından 1984’te başlayan şiddetli savaşın kilit taşı sayılıyor. Seksen darbesi sonrası ve 90’lı yılların başında ortaya çıkan toplumun demokrasi arayışı, özgürlük arzusu, demokratik yaşam ve ekonomik büyüme hedeflerinin neredeyse tümü Kürt Savaşı bahane edilerek toplumun otoriter bir rejime mahkum edilmesine neden oldu.
Ortadoğu’nun bitmeyen savaşları ve otoriterlik
Savaş ve otorite ilişkisinin başka bir örneği 1979 İran devriminin hemen sonrasında sekiz yıl süren ve bir milyon insanın yaşamını yitirdiği İran-Irak savaşıdır. Humeyni ilk etapta İran halklarının birçok dinamiği ile devrimi yaptıktan sonra devrimin Orta Doğuyu etkileyebilme ihtimaline karşı küresel hegemonya, hemen düğmeye basarak İran-Irak savaşını başlattı. Irak coğrafyası şimdiki Ukrayna gibi adeta bir silah deposu oldu; Irak ordusu dönemin en büyük dördüncü ordusu haline getirildi. İran- Irak Savaşı başladığında Humeyni bu savaş için “Allah’ın lütfudur” dediği biliniyor. İran’daki devrimin Ortadoğu halkları üzerinde büyük sonuçları olabileceğini öngören hegemonya savaşı bir otoriterleşme aracı olarak devreye koymayı unutmamıştı. Savaştan gıdasını aşan otoriterleşme Irak’ta da uygulandı. Irak, 80 sonrası adeta savaş cehennemine döndü. Babil yeniden yıkıldı, yakıldı. Savaş esnasında Saddam’ın otoriterliği ve zorbalığı anlatılarak bitirilmez.
Yakın bir örnek ise Arap Baharıdır; Arap baharı bir halk ayaklanması iken manipüle edildi ve savaş derinleştirilerek yeniden otoriter rejimlerin aparatı haline getirildi. Mesela Suriye savaşında Suriye rejimi başta olmak üzere ABD, Rusya, Türkiye, İran, ve AB ülkeleri benzer otoriter uygulamalara başvurdular. Birçok ülke içerde devam eden krizleri savaşın yarattığı güvenlik risklerini köpürterek bertaraf etti.
Herkesin İstediği savaş: Ukrayna Savaşı
Yakın zaman önce başlayan Ukrayna savaşının otoriterliği tetiklemesi de kaçınılmazdır. Sanki herkesin bu savaşa ihtiyacı varmış gibi bir izlenim var. Putin, Batı için Allah’ın lütfu, Batı da Putin için öyle. Türkiye hakeza bazı krizlerini bu savaşla azaltmayı düşünüyor. ABD ise AB ülkelerinde bir güvenlik kaygısı yaratarak kendi paradigması etrafında kümelenmesini başarmış gibi görünüyor. İran yer yer Rusya’nın yaratacağı enerji boşluğunda yeni bir aktör olma gibi bir eğilime sahip. Suriye hegemonyaya dönüşen Rus baskısının yumuşamasını ve yeniden yeni bir özgüven ile Arap liginde bir aktör olmayı hesaplıyor. Batı ülkeleri pandemi sonrası içerde yaşadığı birçok krizi bu savaşla halletmeyi planlıyor. Ancak savaşın uzaması halinde tüm ülkelerin otoriterleşeceğini şimdiden söyleyebiliriz.
Sonuç yerine
Otoriterizm bulaşıcıdır ve savaş bunun için en verimli topraktır; olağanüstü rejimlerin varlığı savaş sayesinde meşrulaşıyor. Elbette tarihte otoriter- totaliter rejimlerin kaybettiğini de biliyoruz. Dikkat çekmek istediğimiz asıl olgu onların önlenemeyen arzularına kurban edilen milyonlarca insanın yaşadığı yıkım, ölüm, göç, yoksulluk ve ödenen büyük bedellerdir. Dünya siyaseti yeniden tamamen askeri, siyasi ve iktisadi elitlerin toplumdan bağımsız ve toplumun aleyhine olan savaşlara ve gerilimlere hazırlanırken diğer taraftan halkların, ezilen sınıfların, kadınların ve çocukların yaşadığı eşitsizlikler de büyüyor.
Bir yerde savaş ve şiddet başladığında eş zamanlı faşizm de başlar, değerler askıya alınır, herkes öncelikle hayatta kalmanın yollarını arar, gündelik barınma ve beslenme gibi insani ihtiyaçlar herkesin temel önceliği haline gelir, muazzam bir bencillik tüm toplumu sarar, dayanışma yoktur ya da geçicidir, ayakta kalan yaşamaya devam eder, en acımasız kurallar topluma dayatılır ve işin ucunda daha büyük felaketler olduğu için tüm toplum var olan konsepte itaat eder.
Otoriterleşmeye en çok maruz kalan ezilen halklar ve sınıflardır. Haliyle savaş karşıtlığının bu kesimin temel talebi olması boşuna değil. Bazen geçte olsa savaşı durduran asıl güç bu kesimlerin direnişidir. Bu kesimler üçüncü dünya savaşına müdahale edecek mi yoksa birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi sırasını bekleyen kurbanların arasına mı katılacak? Bu konuda yapılabilecek müdahale hem savaşın gidişatına hem de yeni dünya düzeninin karakterine damga vuracaktır.
[1] Anthony Giddens, Ulus Devlet Ve Şiddet, Kalkedon Yayınları, Çeviri Cumhur Atay, İkinci Baskı, Şubat 2008
Kaynak: Gazete Karınca