04 Temmuz 2025
Adana’da, iki buçuk katlı bir evde büyüdüm.
Müstakil bir evdi… ama altında küçük, karanlık bir oda vardı.
Sığınak gibi.
Yıl 1991. Körfez Savaşı.
Televizyonda Saddam’ın görüntüsü dönüyor.
Adana’da sirenler çalıyor.
Evin tüm pencereleri, kapıları koli bandıyla kapatılıyor — o zaman “Saddam bandı” denirdi buna.
Fısıltı gazetesi kulaktan kulağa yayılıyor:
“Bomba atacak… Bomba atacak…”
O karanlık odadayız.
Üzerimizde kıyafetler, ayakkabılar.
Hazırız… ama neye, bilmiyoruz.
Her an patlayabilecek bir savaşın içinde, giyinik bekliyoruz.
Ben çocuğum. Ama savaşın ne olduğunu — kokusunu, tedirginliğini, sessizlikte bile var olan korkusunu — içime çekiyorum.
Yıllar geçiyor.
O çocuk büyüyor.
Kalem tutuyor. Mikrofon alıyor.
Ve savaş haberlerini takip eden bir gazeteci oluyor.
Bir gün, savaşın içindeki başka çocuklara bakarken…
O küçük, tedirgin, karanlık odada giyinik bekleyen çocuğu görüyorum.
Kendimi.
Ve anlıyorum:
Barışın olduğu ülkelerde çocuklar oyun oynarken, ben sığınaktaydım.
Sonra..
Her sabah andımızı okuduk.
Her köşede asker posteri, her okulda militarist marşlar.
Ama içimde bir ses hep başka bir şeyi fısıldıyormuş:
“Hiçbir çocuk sığınakları görmemeli.”
Ve şimdi, buradayım.
Vicdani retçiyim.
Çünkü savaşın gerçeğini biliyorum.
Çünkü silah değil, söz büyütür insanı.
Bazen soruyorlar:
“Sen böyle nasıl oldun?”
Ben de diyorum ki:
“Sığınağa inmiş bir çocuk barışa inanmazsa, kim inanacak?”


