Zorla sınır dışına ‘gönüllü dönüş’ belgesi
Cansu Çamlıbel, Cuma, 26 Temmuz, 2019
Türkiye’nin 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi sınırlama şerhi düşmesi nedeniyle devlet nezdinde ‘mülteci’ bile olamayan Suriyeliler, iç ve dış politikada hükümet tarafından duruma zemine göre koz olarak kullanıldılar. Batı’ya ahlak dersi verilmesi ya da parmak sallanması gerektiğinde, daha da önemlisi çetin bir pazarlık kapıdaysa, Ankara’nın cebinden çıkarttığı en kullanışlı karta dönüştürüldüler.
Suriye iç savaşının ilk yıllarında Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin ‘açık kapı’ politikasının baş mimarlarından – dönemin Dışişleri Bakanı bugünün parti içi muhalifi- Ahmet Davutoğlu, sınıra dayanan Suriyelilerin neredeyse sorgusuz sualsiz ülkeye kabul edilmesini ‘ahlaki bir sınav’ olarak kodlamıştı.
Köprünün altından çok sular aktı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yakın çalışma ekibinin Suriye dosyasında yapılan hataların müsebbibi ilan ettiği Davutoğlu, bugün kişisel siyasi hevesleri nedeniyle Türk televizyonlarını bırakın, Ankara’nın son dönemdeki hamisi Rusya’daki medyanın dahi ‘yasaklı konuklar’ listesine girmeyi başarmış durumda.
Ahlaki sınavın AKP’nin kapısına dayandığı yerde ise şu günlerde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu oturuyor. Bakan haklı; Türkiye gerçekten de tarihin en büyük göç dalgasıyla karşı karşıya. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 11 Temmuz 2019 itibarıyla Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli sayısı bir önceki aya göre 16 bin 931 kişi artarak toplam 3 milyon 630 bin 575 kişi oldu. Avrupa’nın Türkiye’yi bu yolculukta yalnız bıraktığı da yadsınamaz. Ancak ahlak dersi verirken cümleyi ‘buradan kapıları bir açarsak Avrupa’daki hiçbir hükümet altı ay dayanamaz’ türünden bir kabadayı tonuyla tamamlıyorsanız niyet başkadır.
Nitekim hükümetin niyeti bozduğunu hazin bir biçimde deneyimliyor Suriyeliler son iki üç haftadır. Sokakta kimliksiz yakalanan Suriyeliler karga tulumba otobüslere bindirilerek sınır dışı ediliyor. Bazı ortak tanıdıklarımız aracılığıyla bana ulaşan Amr Dabool, kendisiyle birlikte sınır dışı edilen pek çok Suriyelinin son günlerde yeniden Esad rejiminin bombardımanına maruz kalan İdlib’e götürüldüğünü anlattı. Dahası Türkiye’den çıkartılmadan önce hepsine zorla ‘gönüllü geri dönüş belgesi’ imzalatılmış.
Bir kopyasına ulaştığım belge ahlaki boyutu bir yana, bir de hukuksuzluk örneği.
Zira 4 Nisan 2013’te Resmi Gazete’de yayımlanan 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun ‘Geri Gönderme Yasağı’ başlıklı 4’üncü Maddesi açıkça şunu söylüyor; ‘Hiç kimse, işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacağı veya ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatının veya hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemez.’
Suriyelilere zorla imzalatılan o belgedeki ifadeler ise tam olarak şöyle:
‘Gönüllü geri dönüş talebime istinaden menşe ülkemdeki genel durum ve güvenlik durumu hakkında yetkililer tarafından ayrıntılı olarak bilgilendirildim. Gönüllü geri dönüşle, Türkiye Cumhuriyeti’nin bana sağlamış olduğu korumanın sona erdiğini biliyorum. Değerlendirmelerimin ardından, Suriye Arap Cumhuriyeti’ne gönüllü olarak geri dönme kararımı teyit ediyorum.’
Zorla geri gönderilen Suriyelilerin epey bir bölümünün neden İdlib’e götürüldüğüne ilişkin rivayet ise muhtelif. Sahada Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarına tanıklık etmiş bazı Suriyeli uzmanlara göre Ankara, İdlib içinde daha geniş bir nüfuz alanı peşinde. Hatta Astana üçlüsünün 1-2 Ağustos’ta yapacağı 13’üncü toplantının ana pazarlık unsurlarından birinin bu olacağı söylentisi hakim. Kilis ve Hatay’da valiliklerle koordineli biçimde çalışan Suriyeli sivil toplumcular, Türkiye’nin İdlib’e tıbbı ve insani yardım dışında bir projeye izin vermediğini anlatıyor. Özellikle eğitim, sivil toplum ve yönetişim alanındaki bağımsız projelere Ankara’dan vize çıkmıyormuş. Bölgeye gidip gelenler kilit alanların Türk hükümetinin önceliklerine paralel yönetilmesi kaygısının yereldeki ihtiyaç ve beklentilerinin önünde olduğunu düşürtecek işaretlerin arttığına vurgu yapıyor.
Hükümet açısından Suriye merkezli pazarlıkların bir ucunda Moskova, bir ucunda ise Washington duruyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı S-400 tercihine sürükleyen en kritik unsurun Suriye’deki Türk askeri varlığının devamı olduğunu unutmadan devam edersek, Ankara’nın oyun planını tahmin etmek güç değil. Bu tünelden tarihin ‘Esad’la el sıkışanlar’ tarafına düşmeden nasıl çıkılacağına da bir zamandır tali unsur muamelesi yapılıyor zaten.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 14 Aralık 2018’te ABD Başkanı Donald Trump ile yaptığı telefon görüşmesi sonrasında Ankara’nın derin dondurucuya kaldırdığı Fırat’ın doğusuna operasyon tehdidi, Washington’ın S-400’lerin Türkiye’ye sevkiyatının başlamasına tepki olarak açıklayacağı yaptırımlara fren vazifesi görsün diye yeniden piyasaya sürüldü. ABD Başkanı Donald Trump’ın kendi partisinden senatörlerle yaptığı toplantıda Erdoğan ile pazarlık edebilmesi için ‘esneklik’ talep etmesi de, Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in atlayıp apar topar Türkiye’ye gelmesi de aynı telaşın tezahürleri. Amerikan yönetimi Ankara’nın blöf yapmadığını düşünüyor. Ankara olası CAATSA (Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası) yaptırımlarını, Washington ise Rojava’ya geniş çaplı bir TSK operasyonunu ötelemek için zamana oynuyor. İki taraf da Suriye’nin siyasi geleceğinin çatılacağı müzakere masasında ancak bu ülkede işgal ettikleri topraklar kadar hükümleri olacağı inancıyla bastırıyor. Zaten o masalarda kimse zorla savaşın içine geri gönderdikleri Suriyelilerden falan bahsetmiyor.
Kaynak: Gazete Duvar
**