14 Mart 2022
Amerikalı siyaset bilimci ve iletişim teorisyeni Harold Lasswell (1902-1978), “savaşta tipik propaganda araçları, sözcükler, fotoğraflar, şarkılar, törenler ve benzer pek çok araçtır, bombalar ya da ekmek değil,” diyordu. Laswell bunun nedenini “Propaganda Technique in the World War” (Dünya Savaşı’nda Propaganda Teknikleri) başlığını taşıyan ve ilk baskısını 1927’de yapan kitabında şöyle açıklıyordu:
“Modern uluslarda savaşa karşı o denli büyük bir psikolojik direnç vardır ki, her savaş tehditkâr, cani bir saldırgana karşı bir savunma harbi verildiği şeklinde algılanmalıdır. Halkın kimden nefret edeceği konusunda hiçbir belirsizliğe yer olmamalıdır.” (s.47)
Lasswell’in kantitatif ve kalitatif çalışmalarla da desteklediği kitabın yayınlandığı tarihten tam 64 yıl sonra, dünyanın yani 1991 yılında kimden nefret edeceği konusunda –o propaganda araçlarının devreye sokulması sayesinde – hiçbir belirsizlik kalmamıştı: Saddam Hüseyin!
2 Ağustos 1990’da üzerinde tarihsel gerekçelerle haklar iddia ettiği ve eyaleti gibi gördüğü Kuveyt’i -Amerikalılardan da örtük bir yeşil ışık aldığı zannıyla- işgal eden Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, kısa bir süre içinde öyle büyük bir nefret objesi haline getirilmişti ki, ABD liderliğindeki uluslararası koalisyona bağlı savaş uçakları, 17 Ocak 1991’den başlayarak semalarında 100 bin sortinin üzerinde uçuş yaptıkları ülkenin askeri ve sivil altyapısını neredeyse bütünüyle imha etmekte hiçbir beis görmezken, Batı kamuoyundan büyük bir tepki de gelmiyordu.
Neyire’nin ağlamaklı görgü tanıklığı
Bugün belki hatırlayanlar çıkar: Irak liderinin nefret edilecek zalim bir hükümdar olarak anılmasına en büyük katkıyı, o tarihlerde 15 yaşında olan Kuveytli bir kız çocuğu (Neyire) yapmıştı. Hem de ABD Kongresi’nin İnsan Hakları Komitesi üyeleri önünde 10 Ekim 1990 tarihinde bir görgü tanığı olarak verdiği ifadesiyle sadece. Neyire, Saddam’a bağlı ‘‘silahlı Irak askerlerinin Kuveyt’te hasta bakıcı olarak çalıştığı hastaneye geldiklerini, yeni doğmuş bebekleri kuvözlerden çıkarıp soğuk betonun üzerine birer odun gibi fırlatarak ölüme terk ettiklerini” anlatmıştı. Dediğine göre de kuvözleri alıp gitmişti askerler. Neyire’nin ağlamaklı bir ifadeyle o gün anlattıkları, kendisine önce Amerikan NBC televizyonunun Nightly News programında yer buldu, sonra da dünyanın önde gelen TV yayın kuruluşları ve basın organları aracılığı ile dünya üzerindeki milyonlarca, belki de milyarlarca insana ulaştı.
Saddam Hüseyin’e atfedilen ve Neyire’nin bir görgü tanığı olarak aktardığı bu “vahşet” olaya, ilerleyen günlerde Amerikan Kongresi’ndeki neredeyse her tartışmada atıf yapıldı. Bununla da kalmadı, Başkan George Bush onun tanıklığını takip eden bir ay içinde Irak’a askerî harekât düzenleme gerekliliğinden bahsettiği altı konuşmasında Neyire’nin anlattığı “vahşetten” bahsetti.
Neyire’yi Kongre’ye “Özgür Kuveyt Vatandaşları” adlı bir kuruluş tarafından kiralanan bir PR şirketi (Hill + Knowlton Strategies) getirmişti. H+K Strategies, kuvözden çıkarılarak ölümüne izin verilen çocukların dramını ABD Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nin 8 Ocak 1991 tarihli oturumuna da taşıdı. Söz konusu oturumda bu şekilde ölen bebeklerin sayısının 312’ye çıktığı ileri sürüldü. Daha sonra merkezi Londra’da bulunan Uluslararası Af Örgütü, ölen bebeklerin hikâyesini teyit etti. Örgüt, 1990 yılının son aylarında Amerikan Kongresi’nde dağıttığı raporlarında ölen çocukların sayısını 312 olarak veriyordu.
O da ne, yoksa hepsi yalan mıydı?
Sonra ne mi oldu? Neyire’nin tanıklığına da atıflar yapılan yoğun müzakerelerin ardından ABD Kongresi, Başkan George Bush’a ülkeyi savaşa sokmak için ihtiyaç duyduğu yetkiyi verdi. Ve Amerikan uçakları 17 Ocak 1991’den başlayarak Irak’ın üzerine haftalarca bomba yağdırdı.
Batı kamuoyu Başkan Bush’un savaşı kamuoyunda meşru göstermesine büyük katkısı olan o acıklı hikâyenin bir yalan, tamamen kurgu olduğunu ancak savaştan sonra öğrenecekti. Zira savaş bittikten sonra bir başka insan hakları örgütü Middle East Watch, olayı araştırmak üzere bazı mensuplarını Kuveyt’teki hastanelere gönderdi. Araştırmacılardan Aziz Ebu Hamad, hastanelerde görevli doktor ve personelle konuşmuş, ancak Iraklı askerlerin bebekleri kuvözlerden çıkarıp fırlattıklarına yakın gelebilecek herhangi bir olaya tanıklık edecek tek bir kişiye bile rastlamamıştı. Ebu Hamad’ın ardından Uluslararası Af Örgütü hastaneye araştırmacılar gönderdi. Örgüt Kuveytli yetkililerden aynı yanıtları alınca, özür dileyerek eski iddiasını geri çekmek durumunda kaldı. Tabii, Ba’de harâbu’l-Basra! Yani, Basra yandıktan, iş işten geçtikten sonra.
Yalancı şahitliğiyle insanları ağlatan Neyire’nin de savaş sırasında -daha önce ileri sürdüğü gibi- Kuveyt’te değil, ABD’de olduğu ortaya çıktı. Daha da şaşırtıcı olanı, Neyire’nin soyadı El-Sabah idi. Bir diğer deyişle, Neyire Kuveyt’in Washington Büyükelçisi Suud Al-Nasır El-Sabah’ın kızı idi. Meğer, Kuveyt Emirliği ABD Başkanı’nın Irak’a savaş açmasını “teşvik etmek” amacıyla H+K şirketine 12 milyon dolar ödemişti. Bu şirket, uygulanabilecek en iyi propaganda stratejisinin ne olduğunu araştırmak üzere cumhuriyetçi eğilimleriyle bilinen bir siyasi danışmanlık firması olan Wirthington Group ile işbirliğine gitmişti. Wirthington Group ile de kamuoyu algısını [savaşa doğru] yönlendirmek için 1 milyon dolarlık bir bütçeyle odak grup görüşmeleri gerçekleştirilmişti. Bu görüşmeler neticesinde bir “vahşet propagandasının” temel dayanakları oluşturulmuş, Büyükelçi’nin kızına da hazırlanan senaryo uyarınca yalanlara dayalı bir beyanatta bulunmasını sağlamak üzere ihtiyaç duyacağı koçluk yapılmıştı. Bütün bir Batı medyası anlatılan hikâyeyi (!) sorgulama ihtiyacı duymadan -o günlerin militarist gazıyla- doğru kabul etmiş ve yayınlarına, sayfalarına taşımıştı.
Bir yalanla önce on binler, sonra yüz binler ölüyor
Robin Andersen’in “A Century of Media, A Century of War” isimli (2006) kitabında (s. 170) da yazdığı gibi, 60 Minutes isimli bir televizyon programına konuk olarak alınan PR firmasının (H+K) yöneticisi, kampanyalarının Irak ile savaşa destek yönünde bir kamuoyu oluşturmak amacıyla tasarlandığını kabul etmişti. Artık tarihi geri almak, geçmişe dönmek mümkün değildi. Neyire’nin de katkısıyla alınan Kongre onayını takiben Başkan Bush’un verdiği savaş kararıyla 292’si Amerikalı on binlerce insan bombalar, füzeler ve yıkıntıların altında hayatını kaybetmişti.
ABD ile İngiltere, 2003’te Irak’ın elinde dünyayı tehdit eden “kitle imha silahları” bulunduğu yalanının arkasına saklanarak Irak’ı bu kez işgal etti. Yine on binlerce insanın ölümüne, son derece kanlı bir iç savaşın tetiklenmesine ve ülkenin bölünmesine gidecek yol böyle açıldı. Ancak yıllar sonra “kitle imha silahlarının” varlığına rastlandığı şeklindeki istihbaratın yalan olduğu, daha doğrusu böyle bir istihbarat bulunmadığı ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 Şubat 2003’te oturumunda Irak’ın elindeki “kitle imha silahları” ile ne büyük bir tehdit olduğunu iddia eden, dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Colin Powell savaştan yıllar sonra, aslında bu yönde bir istihbaratın kendilerine hiç ulaşmadığını, yani savaşın bir yalan üzerine kurgulandığını kabul eden bir itirafta bulundu. Kimi muhalif gruplar nihayetinde yüz binlerce kişinin ölümüne sebep olacak bir savaşın uygulayıcıları olarak İngiltere Başkanı Tony Blair ile ABD Başkanı George W. Bush’un yargılanmaları gerektiğini söyleseler de, bu konuda herhangi bir ciddi girişimde bulunulmadı.
Vahşet propagandası
Peki önce Neyire’ye sonra da Colin Powell’a bu yalanlar söyletilirken tam olarak ne hedeflenmişti? Lasswell, bu sorunun cevabını 1927 yılındaki çalışmasında kuramsal bir düzlemde anlatmıştı aslında. Ona göre, savaşa gidilen yolda propagandanın temeli “vahşet” temelli hikayelerin yayılmasından geçiyor. O propaganda yayılacak ki Batı toplumlarının savaşlara kötü gözlerle bakan direngen tutumu kırılabilsin, silahlara yol verilebilsin. Laswell’in “vahşet propagandası” adını verdiği bu yalana dayalı faaliyetler 1991’deki I. Körfez Savaşı’na giden yolda etkili olmuş ve sonuç alınmıştı. Gerçeğe ancak yıllar sonra ulaşılsa da, “atı alan Üsküdar’ı geçmişti.”
Bugün Körfez Savaşı’nın bu büyük yalanının üzerinden otuz küsur yıl geçti. Bu kez kuzeyimizde bir savaş var. Ukrayna toprakları bu kez Rus askerlerinin işgali altında. Rusya bu ihtilafta kendini haklı taraf, doğuya doğru genişlemesini durdurmaksızın Ukrayna’ya doğru ilerleyerek Rusya sınırına dayanmak isteyen NATO’yu da kışkırtıcı taraf olarak görüyor. Ayrıca Ukrayna’da savaşın aslında 2 Mayıs 2014 tarihinde Sağ Sektör grubu üyelerince gerçekleştirilen Odesa katliamı ile başlatıldığını, Ukrayna ordusuna bağlı Neo-Nazi grupların Donesk ve Lugansk bölgelerinde 2014’ten bu yana yıllardır binlerce kişiyi öldürdüğünü ve barışın anlaşmalara rağmen uygulanmadığını söylüyor.
Haklı mı bu söylediklerinde? Muhtemelen. Ancak Rusya bugün Ukrayna’da işgalci tarafta mı? Hiç kuşkusuz, evet! Savaşları, işgalleri kınamak için sadece insani reflekslerimiz bile yeterli. Bunun için meseleyi uzun boylu anlatmaya, şucu bucu olmaya bile gerek yok.
Propagandanın odağı bu kez Avrupa
Ancak bu ihtilafın silahlar üzerinden yürüyen cephesinin yanında bir de enformasyon/dezenformasyon mücadelesi şeklinde ilerleyen bir tarafı var ki daha çok korkutuyor. Ve bu çerçeveden baktığımızda görüyoruz ki, Rusya lideri rasyonel bir aklın kabul etmekte epey zorlanacağı ölçülerde “şeytanlaştırılıyor” ve kendisinden yeni bir Saddam, yeni bir Esad çıkarılmaya çalışılıyor. Yoğun bir dezenformasyon kampanyası başlatılırken bazı sesler ya tamamen susturuluyor ya da duyulmaz hale getiriliyor. Pek çok yayın kuruluşunun altındaki platform çekiliyor, bağımsızların sesleri kesiliyor. Öte yandan, iliştirilmiş gazetecilik örnekleri “objektif habercilik” diye yutturuluyor. Suriye’de de başvurulan ve OPCW uzmanlarını dahi bir yalana ortak ettiği ortaya çıkan Esad’ın “kimyasal silah” saldırısı tiyatrosuna benzer bir senaryo pişirilmeye çalışılıyor. Putin’in Ukrayna’da kimyasal silah kullanacağı, bunun hazırlıklarını yaptığı ve soykırım başlatmaya hazırlandığı ileri sürülüyor.
Bunları dile getirenler de öyle, trol hesaplar ya da söyleneni araştırmadan hakikatmiş gibi aktarmaktan ve bu şekilde bir balonu şişirmekten rahatsız dahi olmayan gazeteci ya da analist (!) isimlerle sınırlı değil. Vahşet propagandasının gönüllü hizmetkarlığına Batı toplumlarının saygınlığıyla bilinen, hatta kanaat önderleri olarak görülebilen isimleri de katılıyor bu sefer.
“Kimyasal silah kullanacak, soykırıma hazırlanıyor”
Mesela aralarında Rusya Federasyonu ile Ukrayna’nın da olduğu çok sayıda ülke hükûmetlerine danışmanlık yapmış İsveçli ünlü ekonomist Anders Aslund, 12 Mart günü sosyal medya hesabından, Hitler’in kimyasal silah kullanmadığını, ancak Putin’in kullanacağını iddia ediyor. Rus liderin soykırım hazırlığında olduğunu iddia ettiği bir “olmayana ergi” yöntemiyle şöyle şeyler söylüyor:
“Hitler Polonya’yı tanımış ama bazı tavizler istemişti. Putin ise absürt bir şekilde Ukrayna’nın bir devlet olmadığını iddia ediyor. Hitler Milletler Cemiyeti’nden ayrılmıştı. Putin ise var olan bütün uluslararası yasaları ihlal ediyor. Hitler kimyasal silah kullanmamıştı. Putin kullanmaya hazırlanıyor. Neticede, Putin, Hitler’den çok daha kötü görünüyor. Hitler, Yahudilere karşı soykırım yapmıştı. Putin bunu Ukraynalılara karşı yapıyor. Yeni bir soykırım başlatıyor.”
Olmayan bir soykırım ve olmayan bir kimyasal silah saldırısı üzerinden, Putin’in Hitler gibi yüzbinleri gaz odalarına gönderme emrini vermiş bir isimden daha kötü olabildiğini söyleyebiliyor. Herhangi biri değil Aslund ve bu konuda yalnız da değil. Aralarında “Russia’s Crony Capitalism” da dahil 15 kitabın yazarı. 1991’de Varşova’da kurulmuş Orta ve Doğu Avrupa’nın en saygın düşünce kuruluşlarından biri olarak gösterilen CASE’in (Toplumsal ve Ekonomik Araştırmalar Merkezi) Uluslararası Danışma Konseyi Başkanı. Beş büyük ABD merkezli düşünce kuruluşunda -Atlantic Council, Peterson Institute for International Economics, Carnegie Endowment for International Peace, the Brookings Institution ve Kennan Institute for Advanced Russian Studies- görevler üstlenmiş bir akademisyen. Rusya Doğal Bilimler Akademesi’nin üyeliğine seçilmiş bir isim. Georgetown Üniversitesi’nde öğretim üyesi bir doçent.
Ancak tüm bunlar Hitler’in 1939’da Polonya’ya saldırırken bugün Putin’den daha sağlam argümanları olduğunu söyleyecek kadar “çıtayı yukarı çekmesinin” önünde engel olmuyor. Hitler’i, gaz odalarını neredeyse “anlayacak” Aslund’un Ukrayna’daki neo-Nazi Azov Tugaylarını “anlamaması” mümkün olabilir mi, sizce?
Farklı sesler kısılıp susturulurken
İşin daha can sıkıcı tarafı, bu tip sesler çoğalırken, farklı yorumlar dile getirenlerin seslerinin kısılıyor, susturuluyor olması. Tüm dünyanın nefret ettiği bir “düşman” imal etme çabasındaki Amerikalılar Oliver Stone’un Ukrayna milliyetçiliğinin kökenlerini anlattığı “Ukraine on Fire” (2016) başlıklı belgesel filmini bile “kopmuş uzuvlar” gösterdiği iddialarının arkasına saklanarak YouTube’dan kaldırmaya çalışıyorlar. Farklı seslere sahip gazeteciler, yayın kuruluşları uydurma gerekçelerle sosyal medyadan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Yayın platformları bu kişi ve kuruluşlara bir bir kapanıyor.
Gözlerimiz Orta Doğu yerine bu kez Avrupa’ya odaklanırken, 15 yaşındaki Kuveytli Neyire’nin 1991’deki yalancı şahitliğinden, 70 yaşındaki Oxford mezunu ekonomi profesörünün vahşet propagandasının bugünkü neferliğine geliyoruz. Görülüyor ki, vahşet propagandasının sözcükler üzerinden hizmetkarlarına duyduğu ihtiyaç değişmiyor. Sadece zamanın gereklerine göre o hizmetkarların toplumsal statüleri ve rolleri değişebiliyor. “Orta Doğu’nun hakkından küçük bir çocuk ile gelebildik, Avrupa’yı haklamak için daha saygın ve ‘profesyonel’ birilerine ihtiyacımız var” şeklinde bir yaklaşımla karşı karşıyayız adeta.
Dünya, bugün Avrupa üzerinden ilginç bir yere doğru yürüyor, korkutuyor ve insanlık ufkuna daha kötü bir gelecek endişesini yerleştiriyor.
Kaynak: T24