06 Mart 2016 08:59
Mehmet Said AYDIN
İnan Mayıs Aru ile şahsen tanışmadan evvel, vicdani reddini beyan ve ifşa ettiği metninden tanıyorum. Metni kaleme alan insanın edebiyatla kesin bir alakası olduğunu düşünmüştüm. Sonradan tanıştık, ahbap olduk, aynı sofraya diz kırdık. Mayıs, şimdilerde Kayaköy civarında, Gökçeovacık köyünde yaşıyor. Uzun zamandır devletin kurumlarıyla boğuşuyordu, şimdi 30 Mart’ta bir daha mahkeme karşısına çıkacak “halkı askerlikten soğutmak” suçlamasıyla. Ben de uzundur muhabbet etmek istediğim Mayıs’la söyleştim.
Hangi isminle çağırılıyorsun daha çok? İsimde de bir “bile isteye tercih” vardı gibi anımsıyorum. Öyle mi?
Doğru hatırlıyorsun. 80 darbesinden birkaç ay sonra doğmuşum. Örgütlü sol gelenekten gelen ailem bana ne isim koyacaklarını düşünürken hem kendi değerlerinden taviz vermeyen ve bunu yansıtan hem de “Deniz” ya da “Mahir” gibi o dönem için sakıncalı sayılmayacak, başıma iş açmayacak bir isim vermek istemişler. Çocukluğumda uzun süre bizimle yaşayan ve o dönem dünya algımın şekillenmesinde de büyük payı olan teyzem (Şükran Doğan) Hüseyin İnan’ın soyadından hareketle İnan adını önermiş.
Mayıs adınıysa 15 yaşımda kendim aldım. Kendi ismimi almam, biraz da bana biçilen kurgunun dışına çıkıp kendi kurgumu oluşturma, aidiyetlerin dışına çıkıp kendimi sahiplenme tavrıydı. Tabii ergenlik de var serde, bir nevi aileye isyan ve kendi kendinin efendisi olma süreci.
Çocukluk arkadaşlarım ve ailem dışında herkes Mayıs diye biliyor ve çağırıyor beni artık ama o ergenlik dönemimde yaptığım gibi İnan demek isteyenlere de ısrarla karşı çıkmıyorum tabii. Yaşanması gereken o çatışmayı ve ardından ailemle de kendimle de barış sürecimi yaşadım.
Kendi göbeğini kendin kestin demek mübalağalı ama esas mübalağa edilmeyecek kısım bu konuşmanın da çevresini oluşturuyor: TSK’nın seninle derdi nedir? Senin derdini sormuyorum bile.
Benimle kişisel bir dertleri olduğunu sanmam, umarım yoktur. Pek çok başka insanın da yaptığı gibi verilen rolleri, kurguyu, oyunu kabul etmiyorum, oyunbozanlık ediyorum. Oyun dediğimiz de koca bir iktidar çarkı, milyar dolarlar dönen bir savaş sanayi. E haliyle böyle bir oyunun bozulmasını istemiyorlar. Hani askere gitmesem de köşemde sessiz sakin otursam pek bir şey yapacakları yok. Devlet uzun süredir vicdani retçileri görmezden gelme kartını oynuyor. Cezalandırma süreçlerinin kampanyalarla karşılaştığını ve hareketin daha da tanındığını fark ettiler, “dokunmayalım da sesleri çok çıkmasın,” diyorlar. Ama sessiz sedasız köşemizde durmazsak da böyle aba altından sopa gösteriyorlar.
Vicdani ret aksiyonunun Türkiye’deki serencamını kısaca sorabilir miyim? Kim ne halde, muvaffak olan var mı, nasıl sonuçlar bekleniyor?
Kısaca özetleyecek olursam Türkiye’de vicdani ret hareketi 90’larda daha çok anarşistlerin öncülüğünde başladı ve bu süreçte militarizmin sadece askeriyede değil gündelik hayatlarımızdaki etkileri de ciddi biçimde sorgulandı. 2000’lerin ortasında hareketin daha geniş kitlelerce duyulmasının ardından devlet az önce bahsettiğim “görmezden gelme” politikalarını uygulamaya geçti ve 2008’de AB uyum yasalarıyla siviller askeri mahkemelerde yargılanamaz dendi ve zorla askere götürme fiilen tam değilse de hukuken son buldu. Muvaffak olmanın ölçütü nedir bilmiyorum ama şu an istemeyen kimse askere gitmek zorunda değil. Tek yaptıkları idari para cezası kesmek ancak bu da hapis cezasına çevrilemiyor. Yani üstünüze mal mülk yapma niyetiniz yoksa askere gitmeyerek kaybedecek bir şeyiniz de yok. Uzun vadede bizi hangi senaryoların beklediğiyse çok karmaşık bir konu, hele ki ülkenin şu anda içinden geçtiği milliyetçilik ve militarizm dalgası düşünüldüğünde.
En son bir dava daha açıldı sanıyorum “halkı askerlikten soğutmak” suçlamasıyla. Suçlamanın oksimoronunu bir yana bırakıyorum; ne diyeceksin hakime? Nasıl “savunacaksın” kendini?
Hukukun kendi dili ve matematiği var ve o matematiğin dışındaki sözler genelde mahkeme salonunun duvarları tarafından yutuluyor. Bu yüzden avukatlarım o dilin kuralları çerçevesinde yaptığımın bir suç değil, ifade özgürlüğü kapsamında bir eylem olduğunu söyleyecek. Ama ben de dilim döndüğünce o duvarlara bir şeyler anlatmaya çalışacağım.
“Askere gitmiyorum,” demek suç kapsamına girmiyor örneğin, “Gitmeyin,” demekse suç. Oysa askere gitmeyişimiz bir takım etik temellere dayanıyor ve etik hiçbir zaman sadece bireyi ilgilendiren bir mesele olmamıştır. Bu, “Ben cinayet işlemem, hırsızlık yapmam ama siz ne yaparsanız yapın,” demeye benziyor. Hâkime kendi etik ve vicdani değerlerini çocuklarına ya da torunlarına anlatıp anlatmadığını ve bunun suç sayılması halinde ne düşüneceğini sormayı düşünüyorum.
Reddetmeseydin sence şimdi neredeydin? Neler olmuştu hayatında?
Zor bir soru, hiç bilemiyorum. Bu benim için bir reddiyeden çok bir kendini kurma eylemiydi; kendi adımı sahiplenmem, mesaili bir işte çalışmamam, dağ başında bir köyde bahçeme makineler, ilaçlar sokmadan tarım yapmam gibi. Bunların hepsi benim hayatta yürümeyi seçtiğim yol. Bir şekilde askere gitmek zorunda olduğumu hissedip de gitseydim sanırım benlik bütünlüğüm, kendime olan saygım dağılırdı, belki şu an yaptıklarımı yapamazdım. Bir başka ben olurdum.
Belki o bütünlüğü yeniden kurmanın yollarını da bulabilirdim. Gerçekten istemedikleri şeyleri yapmak zorunda kaldığını hisseden herkes için de o bütünlüğü yeniden kurabilme yollarını bulmalarını dilerim.
http://www.evrensel.net/haber/274247/vicdani-retci-inan-mayis-aru-askere-gitmeyisimiz-etik-temellere-dayaniyor#.Vtv0lTp9YlA.facebook