Özne olduğumu reddeden zihniyeti reddediyorum. Bunun en habis kaynağı olarak gördüğüm militarizmi reddediyorum
Öncelikle, kısa özet: Vicdanî ret nedir ve kadınlar nasıl vicdanî ret yapar? Vicdanî ret, Vicdani Ret Derneği’nin sitesinde anlatıldığı gibi, en basit ya da en dar anlamıyla bir kişinin, ahlakî tercihleri, dinî inancı ya da politik görüşleri nedeniyle askere gitmeyi reddetmesidir. Vicdanî ret, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi’nde, bu sözleşmeye taraf tüm ülkelerin tanımak zorunda olduğu haklar arasında yer alır. Türkiye, bu sözleşmelere taraf olmasına taraf, fakat Türkiye Cumhuriyeti ne bu sözleşmelere uyuyor, ne de Avrupa’nın kendisine üst üste verdiği mahkûmiyet kararları üzerine zorla askere alım uygulamalarıyla ilgili geri adım atıyor. 82 Anayasası’nın vatan hizmetini düzenleyen 72. maddesi, bu hizmetin sadece silahlı kuvvetlerde yapılma zorunluluğu getirmiyor, fakat düzenlemeyi kanunlara bırakıyor. Dolayısıyla, anayasal olarak baktığımızda askerlik zorunlu değil. Fakat ilgili kanunlar, yani 1927 tarihli Askerlik Kanunu ve 1076 Sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askeri Memurlar Kanunu, askerliği zorunlu kılıyor. Vicdanî ret ile ilgili bir düzenleme ise mevcut değil. Yani, ortada sadece bir zorunluluk var, bu zorunluluğa uymama hâli ise bir hak konusu değil, bir ceza nedeni.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Osman Murat Ülke, Mehmet Tarhan, Yunus Erçep, Halil Savda gibi vicdani retçilerin davalarına bakmış ve karar çıkarmış. 2011 yılından beri Türkiye’yi mahkûm ediyor Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Kararlarında, hem Türkiye’nin zorla askere alım uygulamasının din ve vicdan özgürlüğünü, hem de Türkiye’nin vicdanî retçilere karşı takındığı tavrın işkence ve kötü muamele yasağını ihlâl ettiğini karara bağlıyor. Vicdanî retçilerin maruz kaldığı cezaların ve ceza tehditlerinin, bu kişilerin yaşamını bir bütün olarak etkilediğini söylüyor ve bu kişilere uygulanan baskılarla ilgili bir tanım yapıyor: Sivil ölüm.
Kadının vicdanî reddi
Gelelim kadınların vicdanî reddine.
Vicdanî retçi kadınların tam olarak neye veya nelere karşı durduğunu toparlamaya girişmeden önce, nasıl eleştirildiklerini söylemek konuyla pek de yakından ilgilenmeyenlerin kafasında ilk duyduklarında oluşan soru işaretlerini gidermek açısından yararlı diye düşünüyorum. Kadın vicdanî retçilere yöneltilen sorular ve eleştiriler genellikle şu soru etrafındadır: Zorunlu değilsen nasıl reddedersin? Kadın vicdanî retçi mi olur? Kadın vicdanî retçiler olsa olsa erkek vicdanî retçilerin yol arkadaşıdır.
Dolayısıyla en önemli anlaşmazlık, özne olmama iddiasından kaynaklanıyor.
Öncelikle, bir hakkın ihlaline direnmek için özne olmak gerekmez. Yani, zorunlu olarak askere alınan çoluk çocuğun ölümüne yahut askere gitmediği için hayatı zindana çevrilen kişilerin hayatının zindana çevrilmesine itiraz etmek için, o hakkın (ya da ihlalin) öznesi olmamız gerekmiyor. Ulus devlet dediğin, tarih boyunca tek bir şeye yaramışsa benim için o da budur herhalde: Aynı devletle mücadele etmek. Kısacası, devlet bir duvar ötede komşuna işkence ederken, kimse kimseye neden yardıma koştun diye soramaz, sormamalı. İşte bu da, o hesap. Bir ihlale direnmek, karşı ses çıkarmak için devletin kendine göre tespit ve tescil ettiği cinsiyet kimliğine bakılıyor olmamalı.
Fakat daha da önemlisi, asıl aymazlık, kadınların askerliğin ya da savaşın öznesi olmadığını iddia etmektir. Kadın, askerliğin de savaşın da hem öznesi, hem nesnesi, hem aracı, hem amacıdır. Bununla ilgili yazan ve konuşan akademisyen, aktivist kadınlar var. (Mesela Ayşe Gül Altınay’ın “Kadın Vicdani Retçiler Neyi Reddediyor?” makalesini okuyabilirsiniz, Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci’nin editörlüğünü yaptığı Çarklardaki Kum Vicdani Red: Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler kitabında. Altınay’ın makalesine de bakabilirsiniz: “Hayatın İçinden ve Hayat İçin Mücadele”. Yine Pınar Öğünç’ün Asker Doğmayanlar kitabında İnci Ağlagül’le, Ferda Ülker’le, Merve Arkun’la yapılan söyleşileri okuyabilirsiniz.)
Bunun özne olma hâlinin ilk nedeni militarist anlayışın sadece asker ocaklarında ya da devletin dış politikaları seviyesinde değil, tam da hayatımızın içinde olmasıdır. Sadece devletin kadına askerlik üzerinden yüklediği sıfatlar (anne, eş, kardeş, fahişe, hemşire) üzerinden değil ama aynı zamanda militarist zihniyetin, kurduğu bu koruyan-hizmet eden ilişkisi ile ilgili istediğini yapabilme haddi elde etmesi; militarizmin cinsiyetçilik ve özellikle hem devlet hem toplum tarafından sürekli dayatılan cinsiyetçilikle kopmaz bağı.
İkinci neden ise, savaşı erkeklerin yaptığının tarihsel süreçte büsbütün ve koskocaman bir yalan olduğudur. Savaş dediğin, cephe dediğin şey sadece hurra koşan erkeklerden oluşmaz. Cephe dediğin şeyde silah temizlenir, yemek yapılır, ölü taşınır, sökük dikilir, soğuktan korunur. Bakın Nene Hatun yüceltmelerine. Bakın Cizre’nin hat arkasına. Nereye bakarsanız bakın. Yetmedi, Sabiha Gökçen’in resminin “ilk kadın pilot” olarak çarşaf çarşaf bilincimize işlenmeye çalışmasını, “gerektiğinde cefakâr gerektiğinde savaşçı ana” vurgusundaki haddi hesabı olmayan dayatmaları bir düşünün. Katliama kadınlar hizmet etmiyorlar mı? Biçilmiş kadınlık, katliama edilen hizmet kadar değerlenmiyor mu?
Üçüncü neden, savaşın ve askerlik hizmetinin mağdurunun kadın olmasıdır. Babasını, oğlunu, kardeşini kaybeden kadınlara bakın. Elinden bir şey gelmediği için meydanlarda militarizmin ve bu zihniyetin kaybettiği çocuklarını haykırarak arayanlara bakın. Polisin ve askerin öldürdüğü şehirlerdeki kadınlara bakın. Yeterince erkek olmadığı için sınırları zorlanarak ya da bilfiil ölüme bırakılan eğitim zaiyatını ve bunları yirmi yaşına kadar büyütmüş kadınları, kadın sevgilisi olanların sevgililerini düşünün.
Kadınlar, savaşın doğrudan özneleridir. Bakın Ferda Ülker, 2006’da Amargi’de yayınlanan “Yine Kadınlar, Yine Vicdani Red” başlıklı makalesinde ne diyor: “Görece olarak ordu ile bir ilişkilerinin olmaması, kadınların ordudan muaf oldukları, vicdanî reddin kadınların da meselesi olmadığı sonucunu doğurmamalı. Ordu beni potansiyel olarak, gereksindiği askerlerin annesi, eşi, savaşların cephe gerisi gücü, hemşiresi, fahişesi, mermisinin taşıyıcısı olarak konumlandırmış durumda. Benimle ilgili bunca tasarımı olan bir kurumun karşısında vicdani reddi yalnız askere gitmemek, eline silah almamak şeklinde düşünmeye çalıştığım her defasında kendimi ‘bu işte bir eksiklik var!’ duygusunda buldum.”
Bu noktada, Elif Akgül’ün kendime çok yakın bulduğum 2009 tarihli açıklamasını buraya olduğu gibi koymak istiyorum:
“Hintli kadın yazar Arundhati Roy ‘Ne zaman ki işçiler cephaneleri yüklemeyi reddedeceklerdir, ne zamanki askerler savaşa gitmeyi reddedecekler işte o zaman bir şeyler değişecek, barış gelecek’ diyor. Ben Elif. Doğuştan asker olduğu iddia edilen, attan hemen sonra silahtan hemen önce gelen, vatana millete hayırlı evlatlar vermesi beklenen, milli insani bakımdan fazileti lise müdüründen aldığı belge ile tescilli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Egemenler bakımından tanımlanmış, militarizm tarafından işlenmiş, tüm bu kimlikleri vicdanen reddediyorum. 1938’de Dersim’de kız çocuklarını ana babalarının katillerine teslim edenler, kızlarını, kız kardeşlerini tecavüzcüleriyle evlendirenler, namus adına intihara zorlayanlar, köy basıp yakıp tecavüz edenler, fantezilerinde birilerini dağa kaldıranlar, namlu ucunda askere alıp kardeşlerine kurşun sıktıranlar, Ceylan’ın bedenini parçalara ayıranlar, bebekten katil yaratanlar; cinayetlerinize, suçlarınıza, planlarınıza ortak olmayı ve verdiğiniz bu savaşta zulmeden olmayı şiddetle reddediyorum.”
Kadının bu döngüde özne olduğunu gösteren bir diğer neden de, kadının bu sistemin aynı zamanda üreticisi olmasıdır. Kadınlık iyi, erkeklik kötü diye bir şey yoktur; devlet ve toplumsal yapı tarafından tanımlanmış kadınlık, kadın tarafından kabul edildiği noktada ve oranda devletle aynı yolda kol kola yürür. Oğlunu, kocasını askere göndermekten gurur duyar; oğlu erkek gibi, asker gibi, kızı kız gibi, hanımefendi, ana gibi olsun ister. Kadının vicdani reddi de, Elif Akgül’ün söylediği gibi militarizmi ve dayatmaları yeniden üreten kadınlık kimliğinin de reddi anlamına gelir.
Türkiye’de 2004 yılında vicdani reddini açıklayan ilk kadın İnci Ağlagül’dür. Ağlagül de sadece militarizme ve insan katliamına değil, aynı zamanda doğurganlık ve kutsallık üzerinden tanımlanan kadınlığa da karşı çıkıyordu. Hemen sonrasında açıklayan Hilal Demir ile 2010’da yapılan bir röportajda Demir, vicdani reddin temelde dayatılan kimliklere ve yasalara karşı olmak üzerine kurulduğunu anlatmıştı.
Aynı şekilde Nazan Askeran, 2004’teki açıklamasında militarizmin, erkek açısından temsil ettiği üstünlük ve beraberindeki hadsizliğin ve kadın açısından temsil ettiği tehlikelerle dolu, sürekli tacize, tecavüze maruz bırakılmış bir hayatın toplamına karşı, cinsel kimliklerin devlet tespit ve tescillerine göre gerçekleşen hem yaftanın hem işkencenin meşrulaştırılmış toplumsallığına ve devletselliğine karşı çıktı. Kadın vicdanî retçilerin 2004’ten bu yana söylediklerinin toplu bir özetini Ayşe Gül Altınay’ın Bianet’teki 2010 tarihli makalesinde ve Vicdani Ret Derneği’nin arşivinde bulabilirsiniz. Kadınların vicdanî reddinin anarşist bir mücadeleden başlayarak bugün geldiği noktayı, din nedeniyle retçi olanlarla (hareketin diğer tüm kısmının olduğu gibi) iç hesaplaşmalarını, her bir öznel ya da kolektif reddin ya da dalganın dünyadaki diğer hareketlerle ilişkisini daha tarihsel bir bağlama oturtmak bu yazının harcı değil, daha geniş bir araştırmanın konusu.
Yalnız, bir ayrık koymak istiyorum. Yukarıda anlattıklarımın hiçbirinin, ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararının, ne militarizmin cinsiyetçilikle olan kopmaz bağlantısının aslında (Türkiye Cumhuriyeti devleti dışında) kimse için bir bağlayıcılığı olmak zorunda değil. Herkesin vicdanî ret hikâyesi de, bu hikâyelerin gelişim süreci de özneldir ve bu ilânın daha yapılıp yapılmayacağı da başta olmak üzere içeriği, zamanı, nedeni tamamen öznel süreçlerle belirlenir.
Vicdanî reddimdir
Bana gelince.
Vicdanî ret benim için en önce kendime sözümdür. Faşizmle savaş önce insanın kendisiyle başlar. İnsanın her gün kendi faşizmiyle kavga edip onu yenmek için bir adım daha atması gerekiyor. Her gün, içinde büyütüldüğümüz bu güce dayanan toplumun ve ilişkiler ağının içimize işlediği şiddet ve güç ile boyunduruk altına alma yahut intikam dürtüsünü tekrar gözetmemiz, bunlardan tedirgin olmamız, bunları yenmemiz gerekiyor. Her gün içimizdeki toplumsal erkekliği ve onun getirdiklerini tükürmemiz gerekiyor. Ama işte, insan şaşar beşer. Vicdanî ret, işte bu nedenle en önce kendime, daha sonra da tanıdığım herkese, tanımayıp da karşılaşacağım herkese ve son olarak da elimden geldiğince bu dayatmacı ilişkilerden azade büyümesi için uğraştığım, benim için özel bir insan olan kızıma sözümdür: Militarizmi, erkekliği, katliamın yüceltilişini tekrar üretmeyeceğime dair sözüm.
Faşizmin, öncelikle insanın kendi içinde kendisine ve dışarıya doğru; sonra ikili ilişkilerinde karşısındakine doğru ve hemen akabinde karşılıklı; çoklu ilişkilerde ise denge ya da meşruiyet gibi birtakım kisvelerin arkasına sığınan ama elinde hep sopa taşıyan tarafta ve kolektif olarak büyüdüğünü düşünmüşümdür hep. Faşizm, bu yüzden, bir yönetim biçiminden önce bir ilişkilenme biçimidir, insanın kendi kendisiyle veya dış dünyayla. Vicdanî ret, bu açıdan benim için sadece toplumsal alanda karşımızda her an dayatılan militarizmin bir reddi değil; aynı zamanda bu tip bir ilişkilenme biçiminde tanımını bulan, faşizmin tam temelinde yattığına inandığım bir davranışı öncelikle reddetmek: Dayatmanın kendisini. Ve daha sonrası, bu dayatmaların çoğunluk olsun, kültür olsun, her ne olursa olsun yalan bir meşruiyete dayanarak insanları zorlamasını; bu güya meşruiyetlerin zorbalığa, işkenceye yol açmasını reddetmek.
Militarizmi ve militarizmin erkekliğini; kadınların bu konuda bile zorlandığı özneden itinayla yoksun bırakılma halini; egemenin şiddetini, lafını, zorbalığını, boyunduruğunu, silahını; güçsüzün çocuğu öldürülerek ayakta tutulan demokrasiyi; kendini allah yerine koyup da cennetten orduya katılıp ölme karşılığı parsel vadeden iktidarları; sahnelerde el kadar çocuklara na-mevcut bir şehadet aşılamaya çalışan muktediri; işine geldiğinde insanı ya da hayvanı biyografik birer canlı olmaktan çıkarıp biyolojik bir düşmana indirgeyerek katlini vacip ilan eden devleti; ister solcusu ister sağcısı kim olursa olsun insan katlinden haz, güç, para ve prim alan tüm grupları ve kurumları; sadece parası olanın ölmekten paçayı kurtarabildiği bir iktidar düzeneğini; tüm bunların hizmet ettiği ve bunlara hizmet eden kadınlık-erkeklik dayatmalarını; tüm bunların temsil ettiği her şeyi; tüm bunları temsil eden ya da tekrar üretecek bir araç olmayı reddediyorum. Yürüyen bir düşünsel silah olmayı reddediyorum.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti karşısında yargılanması bitmeyen ve bitmeyecek olan, Türkiye Cumhuriyeti’ne insan katletsin diye veriverilecek silaha artık dokunmayı reddettiği için para ödemesi istenmesine (ve buna rağmen katliamdan kurtuluşunu satın alamayacak) karşılık tek kuruş vermeyecek vicdani retçi hayat arkadaşımla dayanışmak için reddediyorum; ama hayır sadece onunla dayanışmak için değil, toplumun ve devletin tarafıma biçtiği ve erkek zihniyeti her kimdeyse onun sürekli kullanmaya çalıştığı tespitli, tescilli ve tanımlı kadınlığı reddediyorum. Askerliğin yaratmasa da körüklediği, yeri gelince “erkek gibi kadın” yerine gelince “ana gibi”, yeri gelince “kadın gibi” kadınlık hallerini reddediyor ve bunların herkesin kendi kadınlığına bırakılmasını istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin yahut bir başka devlet gücünü elinde bulunduranların tanımladıkları kadınlığı reddettiğim için tüm bunları reddediyorum.
Toplumsal kadınlığa ve dahi erkekliğe bağlı her türlü temsilin, politikanın üzerinde rahatça oynayacağı bir alan olduğunu öngören nesneleştirmeyi reddediyorum. Kadınlığın nesneleştirilmesini, erkekliğin şarta bağlanmasını reddediyorum. Parası olmayanın ölüme gönderilebilmesi için şehadet vaat ederken altı üstü bir insan olduklarını unutanları reddediyorum. Ayrıca, kadınların özgürleşmesinin sadece ve sadece dağda silah alıp mevzilenmek olduğunu söyleyerek yapılan güya kadınları özgürleştirme iddialarındaki dayatmaları da reddediyorum. Özne olduğumu reddeden zihniyeti reddediyorum. Tüm bunun en habis kaynağı olarak gördüğüm militarizmi reddediyorum.
Devletsiz, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, iktidarsız bir dünya için vicdanî reddimi açıklarım.