20 Şubat 2020
“Ben gitmek istemiyorum ki… Fakat onlar istiyorlar. Ve onlar güçlü. Ben ise güçsüzüm. Onlar binlerce yıldır ne istediklerini çok iyi biliyorlar, çok iyi örgütlenmişler, çok kurnazlar, çok iyi hazırlanmışlar, yıldırım gibi tepemize düşüyorlar. Onların belli amaçları var, benimse zayıflamış, harap olmuş sinirlerim. Bu adil bir savaş değil. Bir makineye karşı gelinemez. İnsana karşı koyulabilir. Fakat bu bir makine, bir kasap makinesi, vicdanı ve aklı olmayan ruhsuz bir alet. Ona karşı koyulamaz…”
Bu sözler ülkemizdeki milyonlarca insan gibi benim de mecbur tutulduğum askerlik hizmetinden önce, psikolojik hazırlık amacıyla okuduğum, Stefan Zweig’e ait Mecburiyet öyküsünde geçmekte. Öykünün kahramanı Ferdinand eşi Paulo’ya askerliğe çağırıldığında içinde bulunduğu durumu ve vicdanı olan bir insanın çaresizliğini oldukça etkili bir şekilde özetlemiştir. Benim de amacım sadece 17 gün sürmesine rağmen bu sürecin yaşattığı deneyimler ve hissettirdiği duyguları en önemli noktalarıyla paylaşmak ve bedelli askerliğin, deyim yerindeyse, gerçek bedelini sizlere sunabilmektir. “17 gün nedir ki, biz…” ile başlayan düşünceleri olanlara ise Nazım Hikmet’in dizelerinin çok azını değiştirerek seslenmek istiyorum: “Ben içeri düştüğümden beri 17 kere döndü dünya / Ona sorsanız lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman… / Bana sorsanız 17 günü ömrümün…”
Benim de parçası olduğum bedelli askerlik programı yaklaşık 1,5 sene önce yürürlüğe konuldu ve yaklaşık 650 Bin kişi 15 Bin TL karşılığında sisteme dâhil oldu. Doğal olarak da herhangi bir yönüyle hepimizi kendine bağlayan ekonomik sisteme… 1 askerin temel ihtiyaç alışverişi, ulaşım giderleri, teslim öncesi ve sonrasındaki konaklama ihtiyacı, birliğinde kullanacağı eşyaların temini, ilgili birliğindeki yeme – içme faaliyetleri, aile ziyaretleri vs. düşünülüp 650 Bin ile çarpıldığında, ortaya çıkan pazar büyüklüğü belki de bedelli askerliğin artık neden kalıcı hale geldiğinin cevabıdır. Ayrıca askerlik hizmetinizin bitmesi dahi, sizin hedef bir müşteri olmanızı sona erdirmez. Mesela bu yazıyı hazırlama döneminde yaşadığım taze bir örnek; her asker için hizmet bitişinden sonra askerlik hizmetlerini yaptıkları ildeki devlet bankalarından birine yol bedeli ve cüzi bir miktar harçlık (ki hizmet bittiğinden haftalar sonra yatması ayrı bir anlamsızlıktır) yatmaktadır. Bu parayı çekmeye ikamet ettiğiniz yerdeki ilgili devlet bankasına gittiğinizde ise 15 TL’den az olmamak üzere “başka şubeden para çekme ücreti” ödemek zorunda kalırsınız. Bu duruma da yüz binlerce kişinin düşme ihtimali düşünüldüğünde ilgili devlet bankasının karında (ki kar amacı gütmeleri de ayrı bir tartışma konusudur) bedelli askerlerin payının da olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Askerlik hizmetine hazırlık, daha çocukluk dönemlerindeki dışa vurulması istenmeyen korku ve 20’li yaşlara yaklaşırken kendini gösteren kaygı ile başlar. “Ne zaman yapacağım, eğitimim ne olur, yapmazsam işe girebilir miyim?” gibi sorular yıllarınızı etkiler. Askerlik günleri gelip çattığında da artık iş’in, varsa eş’in ve hatta aş’ın geride bırakılması gerekir. Hayata dair oluşturduğunuz tarzınız berberde, tavrınız da yaşadığınız yerde kalır. Her yerde dolaşan ve tabii ki popüler tüketim teşviklerine dayalı, “askerlik ihtiyaç listeleri” yüzünüze çarpar, elinize tutuşturulur. Aslında her şey; ilk hafta özel olarak sayılan ama pek özel olarak doldurulmayan formlar, ikinci hafta çoğunluğun eğitime değil de savaşa gidercesine bir ruh haliyle yaptığı silah atışları ve üçüncü hafta yapılacak düzgün yürüyüşlü yemin töreni içindir.
Milyarlarca yıllık dünya ve milyonlarca yıllık insanlık tarihi geride kalmışken, birkaç üst düzey komutan hariç, herkesin sürekli gün ve saat saydığı bir ortam ve zamanın geçişinin iliklere kadar hissedilebildiği bir izafiyet hali sayılabilir askerlik. Fark ettim ki; askere gitmeden önce zaman ne çabuk geçiyor diye söylenen insanoğlu, birdenbire zaman geçmiyor diye isyan edebiliyormuş. Yada hiç boş vaktim yok ki düşüneyim, okuyayım, yazayım, sorgulayayım diyen biri, tam zamanın yavaş aktığı boş vakti bulmuşken bile kolayı seçip boş vaktini bir hiç uğruna harcayabiliyormuş. Ama bence bu konuda en ilginci, en temel fiziksel gerçekliklerden biri olan gelecek ve geçecek zaman hakkında bile, “bugünü saymayalım, son günü saymayalım” diye kafadan 2 gün askerliğini kısaltarak, zihninin kendini kandırması kabullenen insanın zayıf haliydi.
Yüzlerce kişinin bulunduğu birliğinizde ve güvenmekten başka çarenizin olmadığı onlarca kişinin kaldığı koğuşunuzda, deyim yerindeyse; her yaştan, okuma yazma bilmeyen dâhil her eğitim seviyesinden, her meslekten ve her siyasi görüşten birileri mevcuttur. Hayatla birlikte örülen bu unsurlar her ayrıntıda, ki hatta bir bakışta – duruşta bile, kendini belli eder. Aslında hayatın içindeki bir köprü ya da aktarma sayılabilecek bir ortamda dayanışma içinde yaşamak varken, birileri kendine vazife edinerek topluluğu yönetme ve üzerinde hakimiyet kurma arayışına girer. Kimi yaşını, kimi parasını, kimi işini, kimi tahsilini bu mücadeleye sürmekten kaçınmaz. Tabii ki memleketlilik ya da hemşerilik durumunun da, arkadaşlık tercih ve ilişkilerini geçtim, en ufak bir saf tutma, tercih yapma, hatta sıraya geçme rutininde bile toplumumuzda ne kadar önemli bir yer tuttuğu burada da çok net görülebilir. Söz konusu detaylarla oluşturulan arkadaş gruplarında argo kelimeler, bel altı espriler, içki – küfür içeren gereksiz muhabbetler ile bu tarz ortamların olmazsa olmazı sayılabilecek “hacı, hafız, hoca, doktor” gibi hitap biçimleri eşliğinde zaman öldürülmeye devam edilir. Bu konuda en şaşırtıcı olan ise; insanların artık çalışma ya da özel hayatlarındaki çarpıklıkları, ahlaksızlıkları, karaktersizlikleri utanmadan ve sıkılmadan, hatta böbürlenerek birbirlerine anlatabiliyor, topluca eğlenebiliyor olmalarıydı. “Kokuşmuş bir şeyler var Danimarka Krallığında” derken Hamlet, bugünü görse ne derdi acaba? Bu bulutu biraz olsun dağıtmak adına, ilgili kitlelere farkındalık katmak uğruna verilen; kadına yönelik şiddet, madde bağımlılığı, aids, ilk yardım, organ ve kan bağışı gibi temel bilgileri içeren eğitimler de erkek egemen, boşvermeci ve kaderci bir bakış açısıyla, tamamlanıp geçilmesi gereken bir formalite ve prosedüre dönüşerek kaybolup gider.
Gururlu ve bir o kadar da çevreye duyarlı bireyi en çok yaralayabilecek unsurlardan biri her sabah yapılan mıntıka temizliğidir. Bunun sebebi çevre duyarlılığı oluşturmaktan çok uzak sistemin, hem gerçek hem de mecazi anlamda, sadece günü kurtarma üzerine kurulmuş olmasıydı. Düşünsenize askere gelmeden önce ve askerde sigara içmeyip hiç yere çöp atmadan yaşayan biri, güne her sabah başkalarının attığı çöpü ve izmaritleri toplamakla başlamak, o başkalarının da bir şekilde kaçınıp hiç çöp toplamamasına rağmen tekrar çöp atmalarına şahit olmak zorunda kalıyordu. Benzer durum yemek konusunda da geçerliydi. Normal yaşantınızda veya askerde tabağınızda yemek bırakmamak için didinirken, boş tabldotlarınızı teslim etmeye gittiğinizde artan yemeklerin tamamının gözünüzün önünde (askeri düzen ve kurallar, güvenlik ve ticari rant oluşturmamak adınaymış) çöpe dökülmesi; belki de bozuk bir sistemde doğru çark aramanın anlamlılığı konusunda düşündürücüydü.
Bazen de doğrunun tespiti fiziksel olarak imkânsız olabiliyordu. Mesela kış aylarında veya yakın zamanlarda askere gitmek zorunda kaldıysanız, bana göre hastalık paradoksuyla karşı karşıyasınız demektir. Biraz açmak gerekirse; 120 kişinin aynı anda nefes aldığı, 12 saatlik mesaiyi her gün tüketen botların ve ayakların bulunduğu, geceleri yoğun horlamalarla bölünen uykunun alınmaya çalışıldığı koğuşlarda fark ediliyor ki temiz hava kıt bir kaynaktır. O kıtlığa razı olursanız, mikroplar ve bakterilerden dolayı hastalanmamak elde değil. Razı olmayıp pencere açarsanız da, soğuk havanın sebep olduğu gribal enfeksiyonlar, kendini hemen ilk sabah birkaç kişide, sonra da bulaşmaya müsait olması sebebiyle de çok fazla kişide hissettirir. Yani hastalıktan kaçınmanın neredeyse bir yolu yoktur.
Askeri birlikte eğer bir er iseniz özgüveninizi kolayca kaybedebileceğiniz bir emir – komuta zinciriyle karşı karşıyasınız demektir. Üstleriniz; manga çavuşları, takım komutanları, bölük komutanları, tabur komutanları diye devam eder. Gönül rahatlığıyla ifade edebilirim ki her komutan ki özellikle bizler gibi günleri sayılı olan çavuşlar ve takım komutanları, birebir ilişkilerde çok iyi niyetli, yardımsever ve anlayışlıydı; ama kitle karşısındaki hitapları ise bir o kadar incitici ve ürkütücüydü. Burada bence ilginç olan; örneğin yeni önlisans mezunu olmuş 20’li yaşlarının başındaki bir genç çavuşun, 30’lu yaşlarındaki bir akademisyene çök – kalk cezası verip uygulatabiliyor olmasıydı. Tabii ki emir- komuta bir zincir, yani size çök – kalk yaptıran bir komutan, 1 saat sonra başka bir komutanın emriyle yüzlerce kişi önünde kürsü taşımak zorunda kalabiliyordu. Ama insan zorlansa da bu sisteme de öyle bir alışıyor ki mesela son günlerime doğru, sanırım yeni başlayan bir çavuş, yemekhanede bana “beyefendi” diye hitap edince o kadar garip hissettim ki, hasret kaldığım bu nezakete karşı kendisine sarılasım geldi. Bir de emir – komuta ve sağladığı disiplinin yol açtığı bazı akıl sınırlarını zorlayan durumlar da yaşanıyor. Mesela tören provalarını ilk gününde gelen tabur komutanı “provalarda askeri palto giymeyin, terlersiniz” demişti. Günler geçti, havalar soğudu ve biz günler sonra aynı komutan “palto giyin” diyene kadar palto giyemedik. Daha ilginci; tören rahatta bekleyen 1000 kişilik taburu üst düzey bir komutan ziyarete gelip konuşmaya başlar, ilk cümlesinin ortasında susup “komutan konuşunca hazırola geçilir” diye bize kızıp başa alır, dediğini yaparız, bu sefer de ilk cümlesini yine kesip “rahatta dinle” der. Peki, ilk duruma göre değişen ne olmuştur?
“Kelimeleri yükselt sesini değil, yağmurlardır çiçekleri büyüten gök gürültüsü değil” demiş Mevlana, tabi gel de bunu neredeyse her şeyin bağırma üzerine kurulu olduğu askerde anlat. Tekmil verirken (askeri olarak kendini tanıtma), verilen emri kabul ettiğinizi (ki başka seçeneğiniz yoktur) belirtirken (emredersiniz komutanım ifadesiyle), toplu hitabetlere cevaben sol (sağol’un istenen hali) derken, yürüyüş yaparken söylenen sloganları atar veya marşları söylerken hep bağırmanız istenir. Tabi kelimelerin ve çoklu iletişimin gücüne inanan bir eğitimci olarak bağırmayı hayatımdan çıkaralı yıllar olduğundan bu hususta ne kadar zorlandığımı siz tahmin edebilirsiniz. Sanırım bunun beni yormaktan başka bir amacı var. Çünkü neredeyse tüm iletişim imkanlarından yoksun birinin sürekli dilediğiniz şeyleri, dilediğiniz biçimde bağırarak söylemesini sağlarsanız, bilinç bir şekilde gerçekten buna boyun eğiyor. Siz farkında bile olmadan attırılan sloganlar ve yaptığınız tekrarlardan dolayı ezberlediğiniz Harbiye Marşı en büyük boş zaman aktiviteniz olabiliyor. Bunun sonunda da sloganlar eşliğinde volta atanları veya Harbiye Marşı eşliğinde banyo yapanları görebiliyorsunuz. Zaten çavuşların zaman zaman, motivasyon amacıyla olsa gerek, “aslanlar, kaplanlar, canavar bunlar” diye hitap etmesi bile sokulmak istenilen ruh halini özetliyor gibi. Dilimize pelesenk edilen sloganlar ise; “Şehitler ölmez vatan bölünmez”, “Akan kan bayrak için.”, “Her Türk asker doğar.”, “Vatan sana canım feda.”, “Ne mutlu Türküm diyene” ile Mithat Cemal Kuntay’ın “Onbeş Yılı Karşılarken” şiirinin “Bayrakları bayarak yapan…” ile başlayan bitiş dizeleri olmuştur.
Paylaşmaya değer son ayrıntı ise, laik cumhuriyetin ordusunu temsil eden bir yapıda İslam / Arap geleneklerinden izlerin net olarak kendini hissettirmesidir. Mesela üçü yemek, üçü sadece sayım olmak üzere günde 6 kere toplandığımız eylemin daima Arapça kökenli içtima (ki o bile maalesef genelde iştima diye yanlış telaffuz edildi) kelimesi ile duyurulması basit bir örnek olarak gösterilebilirken; askerler / komutanlar arasındaki selamlaşma biçimi, cuma namazına verilen önem, komutanların metinlerindeki ve hitaplarındaki ifadeler (peygamber ocağı gibi) ve en önemlisi de günde 3 öğün bağırmadan karnımızı doyuramadığımız “Allahımıza hamdolsun milletimiz varolsun.” şeklindeki yemek duası (yemekhanede de yazılı ve asılıdır) ciddi birer unsur sayılabilir.
Sonuç itibariyle, ilgili kısa süreli askerlik hizmeti ihtiyacı olanlar için; sağlıklı yemek, düzenin esas olduğu bir yaşam biçimi ve sabretmek başta olmak üzere özlem gibi bazı duyguları sunmak adına faydalı bir nitelik taşıyabilirken; ilgili niteliğe haiz insanlar için de iyi bir hayat dersinin uygulama alanı olabilmektedir. Bu dersin ana fikrini de 2 başlık altında özetleyebilirim: ilki entropi (fizikte düzenden düzensizliğe harekettir); askerlerin yaşam biçiminden komutanların yaklaşımlarına kadar, yukarıda yazdıklarımdan da kısmen anlaşılacağı üzere, düzen ile başlayan ama düzensizlikler yaratarak süregelen bir sistem… Diğeri ise, insanın alışma ve kabullenme hali; başka bir yol olmadığından mı olsa gerek yoksa insanın her daim kolayı tercih etme eğiliminden mi bilmiyorum, neredeyse herkes gülme, eğlenme ve dönünce anlatmak için anı toplama derdindeydi. İsterdim ki “Ömrümün net 17 gününü ve 15 Bin TL’mi niye verdim de özgürlüğüm bu kadar kısıtlanmasına rağmen mutluyum?” diye düşünülsün. Ama belki de benim özgürlüğüm kısa bir süre için kısıtlıyken, özgürlüğü kısa bir süre için tadan Ahmet Altan’ın yazısında belirttiği gibi dışarı olmanın da ayrı bir yükü vardır: “Hapishaneyi gördükten, masum mahkûmların çektiklerine tanıklık ettikten sonra o hapishaneden çok mutlu çıkmak mümkün değil. İnsan kendini bir büyük suçun yardakçısı gibi hissediyor. Hapishanede bir haksızlığın kurbanıyken, dışarı çıktığında büyük bir haksızlığın suç ortağı oluyorsun.” Hapishane yerine askeriye, mahkûmlar yerine askerler deyince de uyuyor galiba değil mi?
Kaynak: Demokrat Haber