‘Acıyı açık artırma pazarı var, ortak yas yok’
03 Temmuz 2016 Pazar
Selin Ongun
Gençliğinde ABD’de akıl hastanesi gardiyanlığından TRT’de radyo spikerliğine kadar rengârenk işlerde çalışan Gündüz Vassaf’ın dağarcığının bolluğu belki de en çok o kısımdan: O bir dünyalı. Lisans eğitimini psikoloji üzerine George Washington Üniversitesi’nde yapan Gündüz Hoca, doktorasını Hacettepe Üniversitesi’nde tamamladı. Türkiye’nin ilk zekâ testini geliştirdi ve bu testlerin bir tür zekâ katliamı olduğuna dikkat çekti.12 Eylül’den sonra Boğaziçi Üniversitesi’ndeki görevinden istifa etti. Dünyanın önde gelen pek çok üniversitesinde öğretim üyeliği yapan Vassaf, kitaplarında psikolojiyi, tarihi, popüler kültürü, insanın halleri ile buluşturdu.
Kendini tekrar etmekten usananlara ilham verebileceği umuduyla Gündüz Hoca’nın yeni kitabı, “Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar”ın önümüzdeki günlerde raflarda olacağını da duyuralım. Hoca’ya gündemin kara kaplı başlıklarını değil, gündemin bizleri ne hale getirdiğini sorduk.
O fasıldan başlayalım. Atatürk Havalimanı ölüm terminaline dönüşmüş. Aynı anlarda “Yüksek yargıya neşter” adıyla anılan, Yargıtay ve Danıştay’da köklü değişiklikler öngören tasarı AK Parti’li vekillerin oylarıyla geçiyor…
O zamanki adıyla Rodezya’da, Afrika’dayız. İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı başlamış. Ülkenin adı sonradan Zimbabwe olacak. Egemen olan beyazlar ve siyah nüfus arasında savaş yaşanıyor. Çatışmalar var, havan topları atılıyor. Havan toplarından biri beyazlara ait golf kulübünün sahasına düşüyor. Çukur açıyor. Golf kulübünün yönetim kurulu toplanıyor. Oyun esnasında golf topu havan topunun açtığı çukura düşerse onu oradan çıkarmak için ceza puanı olmalı mı, olmamalı mı? Bunu oyluyorlar. Bu olay gerçekten olmuş. Meclis’teki farklı mı?
Acıyı açık artırma pazarı
Ortak bir yas tutamamak, onca ölümden hemen sonra bile siyasi kavgaları sürdürmek; bu neyin defosu?
Acıyı açık artırma pazarı. Cenazelerde sık yaşanır. Kaynana ön sırada, ikinci eş arkada, birinci eş tabutun yanında. Gömülen, kavgalarına vesile. “Sayın”larla hain demenin başka bir ifadesi.
“IŞİD, PKK, bomba, saldırı, katliam, Kilis’e roket, operasyon” içerikli her haberden sonra ölenlerin rakamlarla; kolu, bacağı kopan, gözleri çıkan insanların “şu kadar yaralı” kalıbıyla anılmasına alışmak… Ya bütün bunları kanıksamak neyin alameti?
Temerküz kamplarında insanları ayakta tutan uyum sağlamaktı. Günümüz insanı ölümlere, katliamlara ne kadar alışmış olsa da, sessizce isyan ediyor. Olanları kanıksıyor gözükmemiz vicdanın tatile çıktığı, türümüzün duyarlılığını yitirdiği anlamına gelmiyor. Önce şaşkınlık süreci, sonra sıradanlaşan vahşete boyun eğmek ve son aşamada tepkiler. Onca alışılmışlık görüntüsünün ardından küçücük bir olay tetikleyici oluyor, ibreyi döndürüyor, toplum “yeter” diyor. Tarih beklenmedik bir anda değişiveriyor
Milyonları buluşturan Madrid barış yürüyüşü hep örnek gösterilir. Canımız yanıyor, öldürülüyoruz. Peki, bunu neden kitlesel olarak ifade etmiyoruz?
İngiltere Başbakanı Lloyld George, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, “Eğer İngiliz halkı gerçekleri bilseydi bu savaş hemen biterdi” der. Bugün gerçek gözümüzün önünde. Gördüklerimizin arkasındaki haber, yorum ve devlet açıklamalarının güvenilmez olduğunu biliyoruz. Hiçbir ülkede medyaya, politikacılara güven duyulmuyor. Güvenmediğiniz için her yerde duyuyoruz: “Artık gazete okumuyorum, televizyon haberlerini izlemiyorum, politikacılara inanmıyorum.” Bu, gelecek için bir özgürlük ifadesi. Düzenin ipliğinin pazara çıkması. Kanıksamak diye gördüğümüz, apolitik olarak değerlendirdiğimiz hal aslında çöken düzenin oyununa katılınmadığının ifadesi.
Olanları kanıksamak, Türkiye’ye dair neyin ipliğinin pazara çıktığının göstergesi?
Tepkisizlik ve alışmak toplumla ilgili şunu söylüyor: Düzenin ipliği pazara çıktı. Bu savaşı kimsenin bitirebileceğine inanmıyor, güvenmiyoruz. Kimsenin kazanamayacağını, herkesin kaybedeceğini, nice katliamdan sonra barış masasına oturmaya mecbur olunduğunu da biliyoruz. Eskiden güvenilirdi “bizim” tarafın savaşı kazanacağına. Savaşçılarımız daha güçlü olduğu için, liderimize inandığımız için, arkamızda güçlü müttefiklerimiz olduğu için savaşın galibiyetimizle biteceğine inanılırdı. Bu düzen çöktü. Kimsenin arkasında geniş inanmış kitleler yok artık. Tersine bölündük. Tepkisizliğimiz olup bitene şaşkınlığımızdan, nereden gelirse gelsin şiddete edilgenliğimizden. Böyle süremez. Tarihte nice örnekleri var. Beklenmedik bir anda, alttan alta kaynayan toplumda, rejimler, hareketler tepetaklak olabiliyor. Zaman alıyor ama dert yanmalarının, homurdanmaların, “ben ne yapabilirim” dönemine dönüşmesinin eşiğindeyiz. Emarelerini görüyoruz zaten.
Ne gibi?
İnsan ancak uyum halinde hayatını idame ettirebiliyor. Yoksa çıldırırız. Çaresizlik koşullarında vicdan kendini ifade edebilecek başka yerler arıyor. Büyük politikada savaş ve edilgenlik var. Baskıya uyum sağlayanlar yapabilecekleri bir şeye yöneldiklerinde şevkle harekete geçiyorlar. Kör, tıkanmış, kurutulmuş, değerlerini yitirmiş bir insan kitlesinden bahsetmiyoruz. Manşette savaş olduğu, karşısında artık rastlanmayan barış hareketleri olmadığı için gözükmüyor. Yakın zamana kadar küçümsenen, çevre, çocuk, kadın ve hayvan haklarından, cinsel kimliklerin özgürlüğünden yana, Türkiye’nin tarihinde hiç olmamış, güçlenen bir bilinç ve örgütlenme var. Burası örgütlenmeden korkulan, buna fırsat verilmemiş bir ülke. Şimdi bu alanlarda önüne geçilemeyen düzenin de kabullenmeye mecbur bırakıldığı örgütlenmeler yaşanıyor. Türkiye gündelik yaşamına sahip çıkarak siyaset yapmasını öğreniyor. Böyle de kalmayacak. Yerelden merkeze doğru dipten gelen bir dalga var. Sokağımız, şehrimiz ve son kertede dünyamız derken yeni bir yaşam ahlakı ve anlayışının eşiğindeyiz. “Küresel Gezi” adını verdiğim hareket bunun bir ifadesi. Yepyeni örgütlenme ve muhalefet biçimlerinden de öte değerler oluşuyor. O birikimin sonrasında, aniden, adı duyulmamış bir parti doğuveriyor. Yunanistan ve İspanya’da olan, Brezilya’da olacak olan buydu. Son kertede devlet şiddetini seferber ederek güçlü gibi gözükse de aslında çöken sistem. Çözülmekte olan vicdanımız değil sistem.
Lider fetişizminin bitişi
Geçen yıl tam bugünlerde söyleştiğimizde, “Demokratik bir ülkeyiz diyen herkes yalan söylüyor. Şu gerçeği kabul etsinler. Demokratik bir ülke olmak istiyoruz. Demokrasi yok” demiştiniz. Sözü burada bırakmıştık, şimdi sistem çökerken, neredeyiz?
Geçen sene bu sözü az kişi söylüyordu. Ve bu söz manşet olabiliyordu. Bugün devlet katından biri “siyaseti zaten lider yapıyor, kimsenin siyaset yapmasına ihtiyaç yok” diyebildiği halde kulağından çekilmiyor, işinden atılmıyorsa, “demokrasi yok” sözünün bırakın manşet olmasını haber değeri bile yok. Bu gerçeği her gün daha çok insan görüyor. Türk tipi demokrasi demenin eşiğindeler. Bu, demokrasi olmadığı gerçeğinin toplumun her kesimince kabul edildiğinin kanıtı. Ve bu gerçeğin kabul edilmesi toplumun dönüşüme gebe olduğunun ifadesi.
Buradan ne çıkar?
Küresel Gezi’nin getirdirdiği lidersiz düzen, yeni bir siyaset getirecek. Türkiye’de yaşananlar eski düzen anlayışının son demlerinin ifadesi. Lider fetişizminin sona ermesi yakın.
Ama bugün tam tersi söz konusu.
Lideri destekleyenler de, “giderse her şey güllük gülistanlık” olacak diye düşünenler de bu fetişizmin patolojisinin içinde.
“Erdoğan giderse rahatlayacağız” diyenler de mi lider tapınmasının içinde?
Başroldeler. Aynı sahnede aynı oyunu oynuyorlar. “O olmazsa biteriz” diyenlerle “o giderse kurtulacağız” diye düşünenler güçlü lider iktidarına birlikte güç verir her zaman. En kolayı bir lidere vekâlet vermek. Zaten vekâleten bir rejimdeyken tek lidere odaklanır, her şeyi ondan bekler, ona yükler, ülkenin refahını ya da batışını ondan bilirsen, ense yapıyorsun demektir. Üstelik o giderse rahatlayacaklarını düşünenler, yağmurdan kaçarken doluya da tutulabilirler!
Nasıl?
Ege’de küçük bir adaya ilk yerleşenler martılardan kurtulmak istediler. Martılar o kadar gürültü yapıyordu ki martılar olmazsa rahatlayacaklarını düşündüler. Martıların yumurtalarını yemesi için adaya tilki getirdiler. Tilkiler martı yumurtasını severmiş, böylece martılardan kurtulacaklar! Tilkiler martı yumurtalarını yedi. Martılar azaldı, bu kez yılanlar çoğaldı. Çünkü martılar da yılanları yermiş! Martılar geri gelsin diye bu kez tilkileri vurmaya başladılar. Mesele, o güçlü lider gidince yerine ne koyacağın. Bununla ilgili bir planın, örgütlenmen ve düşüncen yoksa yine felaketlerle dolu bir belirsizliğe doğru yol alıyorsun, demektir. Bir yandan da şöyle bir gerçek var. Türkiye gibi siyasetin kurumsallaşmadığı, paranın ve elitin sık el değiştirdiği ülkelerde güce doymamış yeni iktidarlar ve yeni elitler de edindikleri gücü göstermek iştahında. Üçüncü dünya ülkelerinde iktidarların sonlarının genellikle kötü bittiğini ve iktidarlarının da geçici olduğunu biliyorlar. Bu bilgi ile korkunun endişesi içinde, daha öfkeli, daha buyurgan ve daha şiddetli davranabiliyorlar.
Bu resim eşliğinde, Donald Trump’ın T’si, Tayyip’in Erdoğan’ın T’si diyerek hemen soralım: Biz nereye?
Çatırdayan düzen popülist liderler ve dinlere sığınılmış tarih boyunca. ABD önseçimlerinde Trump’ın sağdan, Sanders’in soldan desteklendiği iki ana partinin egemenlerine karşı kitlesel muhalefet bu ülkede Almanya’da Hitler öncesi Weimar günlerini çağrıştırıyor. Toplumsal sarsıntılara gebe Amerika’yı güç günler bekliyor. Meclis, Pentagon, sermaye, hâkimler, savcılar Trump popülizmini dizginleyememe endişesinde. Özellikle Müslümanlara karşı söylemleriyle Trump yangına körükle gidiyor. Ya Türkiye? Mustafa Kemal’in güçlü liderliği son kertede tutmadı, diyenler şimdi kendi şanslarını zorlarken akıntıya karşı kürek çekiyor. Dünyaya bakın. Türümüzün tarihinde güçlü lider dönemi miadını çoktan doldurdu.
Savaşı savaş bitirecek
Küresel ekonomik krizle birlikte demokrasinin, başta bankalar, vahşi kapitalizmi denetleyememesinin ayyuka çıkmasıyla, küresel egemen düzen geniş kitleler nezdinde meşruiyetini yitirmekte. Siyaset ve sermaye çöken düzende son sahnelerini oynuyor. Güçlerini idame ettirebilmek için, özellikle bu güvensiz ve belirsiz ortamda dinleri de alet ederek tarihin küllerinde kıvılcım arıyorlar. Kralların, padişahların tanrının gölgesi olduğu günleri aştık. Sırada kimliklerimizden, din ve ulus devlet aidiyetliklerinin azalması var. Tepeden inmeci ideolojiler bitti. Aydınlanmanın bilime tapması bitti. Kapitalizmde kriz var. Yeni bir yaşam anlayışı ve ahlakının eşiğindeyiz.
Dinlere siyasi kimlik olarak sarılmak bitecek ise mesela IŞİD savaşı nasıl biter?
Böyle devam edilirse savaşı savaş bitirecek. Orman yangını gibi. Orman yangınları genellikle söndürülemez. Yangın kendisini bitirir. “Teröristle aynı masaya oturmam diyen” söylem ise hiç bitirmez savaşı. Kim olursa olsun, tarafların sonunda masaya oturmadıkları bir savaş bilmiyorum.
“Gündüz Hoca, kafa kesenlerle masaya oturulmasından nasıl bahseder” diyebileceklere ne dersiniz?
Her savaş böyle bitmedi mi? Devletler, gerillalar, barbar dedikleri düşmanlarıyla sonunda hep masaya oturdu. Erkek egemenliğinde dünya düzeninde bu güç olsa da, kaçınılmaz son bu. Kelle kesme vahşetini çok ötekileştirmeyelim. Batı’nın, Türkiye’nin, müttefik diye baktığı, Suudi Arabistan bir tür devletleşmiş IŞİD değil mi?
Devlet özür diliyorsa o bir tiyatrodur
Özür dilemenin insan psikolojisindeki yeri nedir, güzel bir yer midir orası?
Türkiye’de 12 Eylül günleri, bir arkadaşımı içeri alıyorlar. İşkence görüyor. İfadesi önceden hazırlanmış. Elektrik veriliyor, direniyor. Sonunda pes ediyor, ifadeyi imzalayacağını söylüyor. İşkencecisiyle yan odaya geçiyorlar. Masaya oturuyorlar. İfadeyi imzalaması için uzatırken işkencecinin dizi yanlışlıkla işkence yaptığı kişiye değiyor. Ve özür dilerim, diyor. Birkaç saat ara ile elektrik verdiği kişiye bu kez değişen bir ortamda sandalyede dizi çarptığı için özür diliyor. Bu da bir özür! Özürlerimizin çoğu, ezberlenmiş yalanlar üzerine kurulu. Toplumsal dinamikler açısından baktığımızdaysa, özür dileyenler genellikle güçlü önünde zayıflar. Anne babanın çocuklarından, öğretmenlerin öğrencilerden, devletlerin vatandaşlarından özür dilediğini en son ne zaman duydunuz?
Devletlerin özürleri de mutlaka bir yalan üzerine mi kuruludur?
Devlet özür diliyor ise mutlaka bir tiyatronun parçasıdır. İçten değil günü kurtarmak içindir.
Sahiden özür dileyen lider, desek?
Alman Şansölyesi Willy Brant’ın Polonya ziyaretinde soykırım anıtının önünde aniden diz çöküp bir şey söylemeden öyle donup kaldığını hatırlıyorum.
Rusya-Türkiye gündeminde özür dilemek?
Özür dilemeye mecbur edilmenin, güçlünün güçsüzü özür dilemeye mecbur edişinin tezahürü.
Erdoğan’ın Putin’e gönderdiği mektupta “Hayatını kaybeden Rus pilotun ailesine bir kez daha acılarını paylaştığımı belirtmek ve taziyelerimi sunmak istiyorum; kusura bakmasınlar diyorum” diyor. Kusura bakmasınlar, nasıl bir özür dileyiş?
Özür dilerken “kusura bakmasınlar” çelişkili bir ifade değil mi? Sanki burada iki farklı mesaj var. 1) Rusya’ya verilmiş bir taziye bildirimi. 2) İçeriye verilmiş, ben güçlüyüm bildiğim yoldan giderim, sen kusura bakma imajı.