06 Temmuz 2022
Devletle bireyler arasında belli belirsiz bir alan vardı.
Bu alana “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar” diyerek net bir sınır çizen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 1948 yılında birçok devlet tarafından imzalanmış ve Türkiye bir yıl sonra, kemikleri bulunan yazar Sabahattin Ali’nin “Milli hislerim galeyana geldi” diyen katili yargılanırken, 1949’da bildirgeye imza koymuştu.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de boğdurulmalarından, Abdülkadir Kemali Bey’in “kişi dokunulmazlığını ihlal edenlerin ” hangi makam ya da mevkide olursa olsun cezalandırılmasını, savcıların bu konuda kendiliğinden harekete geçmesini öngören Masuniyet-i Şahsiye Yasası’ndan aşağı yukarı bir çeyrek yüzyıl sonra!
Masuniyet-i Şahsiye’ye “zamanı değil” diye itiraz eden İcra Vekilleri Heyeti Reisi Rauf Bey’in “Habeyes Corpüs” diye telaffuz ettiği hukuk ilkesi Habeas Corpus, Latince karşılığı “vücudu göster”den çok daha fazlasını, kişi özgürlüklerinin yargıç güvencesi altında olmasını ifade ediyordu.
1924’e kadar hüküm süren 1876 Anayasası’nın 8 ve 9. maddeleri bu alanın çitlerini çekmiş, ayrık otlarını temizlemişti.
Bu iki madde Devleti Osmani tabiyetindeki efradın cümlesinin din ve mezhep ayırt etmeden Osmanlı olduğunu, bunların kaffesinin (bütününün) kişisel özgürlüklerine sahip ve diğerinin özgürlüğüne tecavüz etmemekle yükümlü olduğunu bildiriyordu.
Aharlı kağıt üzerine divit kalem ve isten yapılmış siyah mürekkeple kaydedilen, 1915 Der Zor çölüne sürülen yüz binlerce Osmanlı vatandaşıyla rüzgara karışıp kaybolan iki madde…
On beş, yirmi kişiyi asmadan kahvaltıya oturamayan İttihatçı Osmanlı paşası modeli, yerini İstiklal Mahkemeleri’ne bırakmış, savaşın kahramanları arasındaki mahkeme reisleri “Milli burjuvazi” oluşturmak için devletçe desteklenen şirketlerde yönetim kurulu azalıklarını paylaşıyorlardı.
Cumhuriyet’in bu ilk yıllarında bir tür ilahiyat boy gösterdi: “Sollar, solaklar, kızıllar” sözcükleri sosyalist ya da komünist yerine kullanılıyor, illa komünizmden söz edilecekse yanına mutlaka “beynelmilel” kelimesi ilave ediliyordu.
Demokrat Parti, 6-7 Eylül 1955 günü Atatürk’ün Selanik’teki evine bir devlet memurunun koyduğu bombayı bahane ederek devlet ile bireyler arasındaki bu alandan kamyonlara bindirilmiş “örgütlü çapulcuları” geçirdi. Menderes’in kumarhane işleten, genelevleri haraca bağlayan polisleri suçluyu hemen buldu, tanınan “komünistleri” toparlayıp Sansaryan Han’a kapattılar.
15-16 Haziran 1969’da işçiler sokağa döküldüğünde, omuzundaki yıldızlar samanyolu kadar kalabalık bir general “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” demiş, ardından gelen darbede gayrinizami harp unsurları saf hukuktan oluşan bu alanın bir kısmını “arka bahçesine” katıp kanla sulamıştı. Erenköy’deki Zihnipaşa Köşkü’ne (Ziverbey Köşkü olarak biliniyor) gelenler “Burası kontrgerilla, burada hukuk geçmez” sözleriyle karşılanıyordu.
Devlete karşı bu alanı savunan insanlar silaha, bombaya, işkenceye direnmiş, meydanlarda binlerce, milyonlarca kişi olarak bir araya gelip, barışçı gösterilerde devletin işgali altındaki tapulu arazilerini geri istemişlerdi. Bu gösterilerden birinde, 1 Mayıs 1977’de Taksim meydanında panzerlerle çiğnendiler, Sular İdaresi’nin üzerine pusu kurmuş devlet memurları tarafında tarandılar.
Yine devlete ait özel bir silah depodan çıkarıldı, İzmir Çiğli’de CHP Genel Başkanı’na doğru ateşlendi. Silah hedefi şaşırdı, yaralanan CHP’linin bulunduğu ameliyathaneyi basan polisler doktorların şaşkın bakışları altında plastik merminin vücuttan çıkarılan parçalarını alıp gittiler.
Silahlı Kuvvetler envanterine kayıtlı silahlarla başka cinayetler de işlenecek, devlet memurlarının çaldığı otomobillere konan ordudan aşırılmış dinamitler patlatılacak, gemiler batırılacak, Atatürk Kültür Merkezi’ne kibrit çakılacaktı. Gazeteciler, aydınlar, hukukçular, savcılar, polis müdürleri, öğrenciler, sendikacılar öldürülecek, üzerine boca edilen korku ve şiddetle halk kıvama gelip “yeter” dediğinde tezgahlanan darbeyle hepsinin üzerine bir çizgi çekilecekti.
Gayrinizami harp ilahiyatı Aydınlar Ocağı gibi mahfillerde gelişiyordu. 12 Eylül’den sonra “teröristlerden” iç ve dış düşmanlardan söz edildi, “bölücü terör” sözlüğe ilave edildi. “İç düşman” kavramı bile tek başına anayasada yer alan ve devlet teminatında olan hakları silip atıyordu.
Aydın cinayetleri yeniden başladı, Gazi Mahallesi’nde, Sivas’ta kabalalıklar kurşunlandı, yakıldı.
1990’ların başında devlet ile bireyler arasındaki alana “beyaz Toroslar” çıkmıştı. Güneydoğu’daki “özel durum” özel bir savaşı gerektiriyordu. Kimi devlet memurlarının “gerilla kılığında” köyleri basması, cinayetler işlemesi ya da “elbise değiştirmiş şiddet” bunun bir gereği olarak açıklanıyordu.
Devlet memurları 1992-1996 yılları arasında Mardin Kızıltepe’de 22 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını “gayri nizami harp” gereği göz altına almış, işkence ederek öldürmüş ve öldürdükten sonra kuyuya atıp üzerine gübre dökerek yok etmeye kalkmıştı.
Yargılandıkları davada mahkeme çok tuhaf bir karar verdi; dönemin İlçe Jandarma Komutanı olan Hasan Atilla Uğur’un silahlı örgüt kurmaktan yargılanabileceğini söyledi, fakat iş “adam öldürme” kısmına gelince bunun “görev suçu” oluşturduğunu düşünerek bu “en üst mevkideki memurun” yargılanması için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan izin alınmasını gerektiğini öne sürdü.
Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki hakimler olaydan sıyrılmaya çalışırken kritik bir hata yapmış “adam öldürmeyi” devlet görevleri arasına dahil etmişlerdi. HSYK “tasarlayarak adam öldürmenin izni mi olur” mealinde bir cevapla bunu reddetti.
Kazılan kuyularda yedi ceset, yakındaki bir başka kuyuda bir ceset daha ve bu ikinci kuyuya 250 metre mesafedeki harabe halindeki evin tuvalet kısmı kazıldığında iki ceset daha bulunmuştu.
Hasan Atilla Uğur ve diğer sanıklar mahkemeye bile gelmeye tenezzül etmedi, Uğur Kurtlar Vadisi adlı dizinin senaryosuna danışmanlık da yapıyor, senaryodaki kimi cinayetler mafya üyelerinin ayaklanmasına yol açıyordu.
Dava 2019 yılında zamanaşımı nedeniyle düşürüldü.
Devlet adına “çok özel işler” yaptığı iddiasında olan birtakım memurlar ve onların destekçileri politikacılar ile uyuşturucu kaçakçıları, mafya liderleri, kabadayılar, hayali ihracatçılar ve banker adı altında dolandırıcılık yapanlar arasındaki yakınlaşma “girişimci memurları” ortaya çıkardı.
Bunların en başarılısı, serveti Forbes listelerini zorlayabilecek general Tahsin Şahinkaya’ydı. Ama tek bir kuruşun bile hesabını vermedi.
Bir başkası Üçüncü Dünya’ya kontrgerilla tedrisatı veren Panama School’dan geçen Şükrü Balcı’ydı; en büyük dehası rüşveti hiyerarşinin en altından en üstüne kadar makama göre adil bir bölüşüme oturtan “havuz sistemi”ni icat etmekti.
1990’ların o karanlık yıllarında gayrinizami harp ilahiyatına “terörü finanse edenler” kavramı eklendi, “Kürt iş adamlarının” listesi yapıldı ve devlet memurları İsrail’den hibe gibi gösterilerek alınan silahlarla cinayetlere girişti. Denkleme uyuşturucu da dahil olmuş, gayrinizami harbin memurları jandarma, MİT ve Emniyet’te üç koldan “haraç toplama, kelle koparma” işlerinde tatlı bir rekabete başlamıştı.
Ancak on yıllar sonra ne olduğu anlaşılabilecek bir evrim yaşanıyordu. Susurluk’taki kazayla ortaya çıkan ilişkilere “çete” gibi yakıştırmalar yapılmıştı. Çok daha önemli bir şey oluyor, devlet kabuk değiştiriyordu.
Narkotik Şube müdürlüğünden Beyoğlu ilçe emniyet amirliğine gönderilen Ferruh Tankuş’un, tayininin uyuşturucu kaçakçılarının verdiği 4 milyon dolarla sağlandığını, İçişleri Bakanı’nın oğlundan polis müdürlerine kadar pek çok kişinin kaçakçılarla içli dışlı olduğunu anlatmıştı.
Videoya kaydedilen ifadelerinden sonra Emniyet’te intihar eden Hüseyin Uzun’un açıklamaları da poliste milyon dolarların havada uçuştuğunu gösteriyordu.
Ferruh Tankuş polisliği bıraktıktan sonra adı cinayetlerle anılan Galip Öztürk’ün şirketlerinde yönetici oldu.
Şimdi bu girişimcilerin bir bölümü adeta kriminal bir zombi gibi çeyrek yüzyıllık zaman yolculuğu yaparak bugüne ulaşıyor.
Acaba hukukun getirdiği bağışıklık azalmış, devletin damarlarında dolaşan o virüs canlanmış mıydı?
Durum bir virüsten çok daha vahim, vücudu saran bir kanseri gösteriyor.
Gayrinizami harp ve onun aktörleriyle Güneydoğu’da “Kürtlere karşı” uygulanan faili meçhul cinayet, gasp, yağma ve haraç işleri ülkenin bütününe, dokunulmazlık, kara para ve silahlı tetikçiler aracılığıyla şehirlere, futbol kulüplerine, medyaya, siyasi partilere, belediyelere yayıldı.
Bir zamanlar vatan için kurşun atanlardan dem vuran gayrinizami harp ilahiyatı artık “Fetö borsası”, “çökmek”, “koparmak” gibi çok daha çıplak ve gerçek kavramlarla anılıyor.
Fethullahçıların “Ergenekon adıyla” sulandırdığı, muhaliflere yönelen sopaya dönüştürdüğü soruşturmalar, gizli tanıklar, yerleştirilmiş deliller adalet ve güvenlik sistemini çökertti.
Devletle birey arasındaki alan yerle bir oldu.
Zamanında kesilip atılmayan bozuk hücre artık organizmanın bütününü sardı.
Hastalık ilaçla geçiştirilemeyecek kadar vahim.
Kaynak: Kısa Dalga