“Milli güvenlik devletinin ruhu, AKP ile bedenini buldu” (Kitap: ‘Devletin Güvenliği Adına’-Röportaj)

‘Devletin Güvenliği Adına’ isimli kirabın derleyecileri olan Doç. Dr. Behlül Özkan, Doç. Dr. Özlem Kaygusuz ve kitaba makaleleriyle önemli katkılar sunan Prof. Dr. Serhat Güvenç ve Doç. Dr. İsmet Akça ile kitaba ve milli güvenlik siyasetine ilişkin konuştuk.

Militarizm bedenini AKP’de buldu

‘Devletin Güvenliği Adına’ isimli çalışmanın yazarlarıyla Türkiye’de ‘milli güvenlik siyaseti’ni masaya yatırdık. Doç. Dr. Kaygusuz “Güvenlik, siyasal alanı işlemez hale getiriyor” derken Doç. Dr. Akça, iktidarın polis, jandarma ve MİT’i merkeze aldığı yeni güvenlik siyasetine dikkat çekti. Prof. Dr. Güvenç, bugünkü iktidarın güvenlik politikasında ortada bir asker figürü olmasa da kullandığı dilin askeri dönemlerden daha sert olduğunu vurguladı. Doç. Dr. Özkan ise “İslamcılar hep militaristti. Soğuk savaş döneminde inşa edilen milli güvenlik devletinin ruhu, AKP ile bedenini buldu” dedi

04.12.2023
Mehmet Emin KURNAZ
‘Milli güvenlik siyaseti’ baskıcı, otoriter iktidarlar için bir anahtar niteliği taşıyor. Sosyal bilimcilerin de radarına giren kavram üzerine İletişim Yayınları’ndan çıkan “Devletin Güvenliği Adına” adlı çalışma, Türkiye’de milli güvenlik siyasetinin adeta panoramasını çiziyor. Aynı zamanda kitabın derleyecileri olan Doç. Dr. Behlül Özkan, Doç. Dr. Özlem Kaygusuz ve kitaba makaleleriyle önemli katkılar sunan Prof. Dr. Serhat Güvenç ve Doç. Dr. İsmet Akça ile kitaba ve milli güvenlik siyasetine ilişkin konuştuk.

‘Devletin Güvenliği Adına’ kitabının yazarları gazetemize konuk oldu.


Öncelikle kitap fikri nasıl ortaya çıktı?

Özlem Kaygusuz: Türkiye’de özellikle 2015 sonrası ortaya çıkan politik atmosfer, güvenlik alanında yapılan çalışmaları gündeme getirdi. 2015 sonrası yaşanan çok hızlı ve radikal daralmayla birlikte güvenlik, bir yönetim tekniği olarak hızla kamusal alanda zemin kazanmaya başladı. Darbe dönemlerini hatırlatan bir şekilde ülkenin güvenlik üzerinden yönetilmeye başlanması durumu bu çalışma fikrini canlandırdı. Yani Türkiye’deki siyasal koşullar milli güvenlik devletini masaya yatırmamız gerektiği fikrini öne çıkardı. Türkiye’deki yeni güvenlik devletinin nasıl örgütlendiğini, darbe girişimlerinin bu güvenlik mekanizmalarına neler kattığını masaya yatırdık. Kitapta ayrıca Türkiye’deki farklı akım ve ideolojilerin güvenlik devletine nasıl etki ettiklerini de inceledik. Yani sadece devlet düzeyinde bir milli güvenlik analizi değil esas olarak Türkiye’deki milli güvenlik siyasetinin tarihsel ve toplumsal arka planının da ortaya konması gerektiğini düşündük. Kitaptan önce iki tane çalıştay düzenledik. Yazarlar, siyaset bilimciler çok değerli katkılar yaptı. Kısaca böyle özetleyebilirim.

Özlem Kaygusuz

Kitapta ülke siyasi tarihi açısından kimi kırılma noktaları işleniyor. Bugünkü iktidar açısından özellikle 7 Haziran bir dönüm noktası olarak görülüyor. Bu kırılmalar bugüne nasıl etki etti?

Behlül Özkan: Bu kitabın ana omurgası aslında süreklilik ve kırılma. İkisini de vurgulamaya çalışıyoruz. Yani Türkiye’de milli güvenlik kavramı, müesses nizam tarafından sıklıkla kullanılan bir davranış. 1970’lerde genelde sola karşı kullanıldı bu. Devletin ve müesses nizamının çıkarlarını tehdit eden kesimlere karşı onları terörize etmenin yolları arandı. Yani terörize etme olayı 2015’te veya 2017’de başlamadı. Bunun bir evveliyatı da var. Fakat son on yılda yaşadığımız çok kırılma var. Ben mesela Gezi’yi de bir kırılma olarak görüyorum. Yani iktidarın bütün ezberini bozan bu direnişin ardından milli güvenlik silahıyla avlanmasını sağlayan toplumsal muhalefeti terörize eden bir dil kullanıldı. Dolayısıyla rıza üretme mekanizmaları, rıza üretme gücünü kaybettikçe zora kayan, otoriterleşen ve burada da milli güvenlik kavramına sıklıkla başvuran bir mekanizmadan bahsediyoruz. Kitap çıkmadan bir hafta önce Serhat Hoca ve İsmet Hoca’yla konuşuyorduk. Anayasa Mahkemesi’nin bile terörist ilan edildiği bir ülke haline gelindi. Bu da bizim kitabın mesela ne kadar doğru bir zamanda ve konjonktürde çıktığını gösteriyor.

Behlül Özkan

GEÇMİŞİN ARA REJİMLERİNE BİLE RAHMET OKUTTULAR

Bugünkü milli güvenlik devletiyle önceki dönemleri birbirinden ayıran temel farklar neler?

Serhat Güvenç: Benim gördüğüm şu: Asker yok. Biz eskiden milli güvenlik deyince yönetimin üzerinde askerin gölgesinin olduğu anlayışı ifade ederdik. Şimdi ortada asker figürü yok. Çok kuvvetli bir siyasi figür var. Ve kullandığı dil aslında askeri dönemlerde kullanılan dilin de ötesinde bir sertlik taşıyor. Yani herkesi teröristle ilan eden bir dil. İşte Behlül Hoca da Anayasa Mahkemesi örneğini verdi. O açıdan baktığımızda ben askeri konuları çalışan biri olarak, bana en çarpıcı gelen şey görünürde askerin olmayışı. Arka planda bir yerde var mıdır onu bilmiyoruz. Ama eskiden görünürde, vitrinde askerler olurdu. Bu yeni milli güvenlik rejimin baş özneleri askerler gibi durmuyor. Ama destekleyici bir unsur olarak elbette varlar. Bu yeni güvenlik devletinin elindeki en güvenilen araçlar ordu değil. Milli İstihbarat, Jandarma ve Emniyet. Benim gördüğüm bu. Bir de tabii geçmişin ara rejimlerine bile rahmet okutan, onun bile gerisine giden, demokrasiden, özgürlüklerden ve hukukun üstünlüğünden geriye doğru gidiş söz konusu.

Ordu millet kavramı ve milli güvenlik anlayışı arasındaki değişimi de incelemişsiniz makalenizde. Bunu biraz açabilir misiniz?

Serhat Güvenç: Aslında bunlar özünde birbirini dışlayan şeyler değil. İkisi de askerin, siyasetteki, devlet yönetimindeki rolünü meşrulaştıran doktrinler. Ordu millet kavramı Türkiye için tercih ediliyordu. Milli güvenlik kavramı ise Amerika’dan ödünç alındı. Bu anlamda bir süreklilik var. Ama benim incelediğim dönemde bu sürekliliği bozucu unsur yani böyle bir dönüşümü yönetme sorumluluğu Demokrat Parti’nin sırtına kalmış. Yani Demokrat Parti’nin askerin rolünü sınırlandıracak bir siyasi çerçeveli ortama ihtiyacı olduğu sırada Amerikan sisteminin, Amerikan güvenlik modelinin Türkiye’ye ithali büyük bir açmaz. Onu halletmeye çalışıyorlar. Çünkü o dönem Amerikan siyaseti askerileşiyor. Daha öncesinde olmadığı kadar. Türkiye’de ise neredeyse olağan durum bu. Yani Adnan Menderes’in, Celal Bayar’ın açmazı şu, Amerikan modelini ithal edecekler ama Amerikan modeli siyasetle, askeri alan arasındaki ilişkiyi, sınırı çok flu tanımlıyorlar.

Serhat Güvenç

İSLAMCILIĞIN GÖZARDI EDİLMİŞ YÖNÜ MİLİTARİZM

Behlül Özkan: Serhat Hoca’nın söylediklerine bir şey eklemek istiyorum. Türkiye’de siyaset biliminde sol ve militarizm, yakın okunan kavramlar, yani bu 9 Mart darbe girişimi, Doğan Avcıoğlu ekolü, 27 Mayıs darbesinin okunma şekli vs. Şimdi bizim kitapta önemli olan nokta şu. Serhat Hoca’nın dediğinin arka planına yani Türkiye’deki milli güvenlik devletinin AKP döneminde, neden geçmişte hiç olmadığı kadar kuvvetlendiği sorusuna bakalım. Aslında Türkiye’de İslamcılık çok militaristti. Bu bilinen, analiz edilen köşede kalmış bir şey. Yani o soğuk savaş döneminde inşa edilen milli güvenlik devleti, ruhu, AKP ile birlikte İslamcılıkta bedenini buldu. Çünkü İslamcılık hiç görülmediği kadar militaristti Türkiye’de. Mücahit Erbakan lakabından başlayarak daha ilerisine giden bir durum bu. Yani biz kitapta aslında İslamcılığın göz ardı edilmiş yönünü yani militarist olan tarafını ortaya çıkartmaya çalıştık.

Peki İslamcılar bunu kamufle etmeyi nasıl başardı?

Behlül Özkan: Yani bunun çok iyi kamufle edildiğini görüyoruz. İstatistiğini tutmadım ama muhtemelen 60’ların sonundan itibaren parti teşkilatında en çok subaya yer veren parti MSP’dir. Arkasından Refah Partisi, bu parti generalleri aday gösterdiği zaman, partiye kattığı zaman bunu manşetlerden çok olumlu bir tavır olarak değerlendiriyorlardı. 70’lerde de böyle. Yani bunu bence kamufle etmekten ziyade, akademinin burada bir hatası var. Akademi bunu göz ardı etti. Burada bence iki sorun var. Birincisi İslamcılığın militarist yönü göz ardı edildi. İkincisi ordunun muhafazakar yönü göz ardı edildi. Ben ordunun erken Cumhuriyet döneminden beri devrimci bir kurum olduğunu düşünmüyorum. Soğuk savaşla beraber muhafazakar yönü de kendini buldu.

Serhat Güvenç: Ben de bir ilave yapayım. Aslında İslamcılar saklanmadı. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Erbakan, koalisyon ortağı olarak çok daha militarist bir dil kullanıyor. Bunu saklama ihtiyacı hissetmediler hatta her fırsatta bunu benimsediklerini göstermek istediler. Ama dış politikanız askeri güce dayanırsa, iç ve dış düşmanlarla savaşıyor olma görüntüsü veriyorsanız, askeri bir siyasal konum kazandırmış olursunuz. Ancak askerin siyasal alandan çıkarılmasıyla o boşluğu da kendileri kendileri doldurdu.

AKP YENİ BİR GÜVENLİK SİYASETİ OLUŞTURDU

İsmet Hocam siz daha çok AKP dönemi değişen paradigmayı anlatıyorsunuz. Ordu nasıl dönüştü, bu dönüşün bugün neye tekabül ediyor ve nasıl gerçekleşti?

İsmet Akça: AKP döneminde devletin zor aygıtları yeniden yapılandırıldı. AKP döneminde pek çok kırılma olduğu aşikar. Şimdi bir adım geri gittiğimizde aslında AKP’yi bence var eden doksanlı yıllara baktığımızda Türkiye’de ordunun çok merkezinde olduğu benim neoliberal milli güvenlik devleti demeyi tercih ettiğim bir yapı var ve bunun merkezinde de ordu var. 90’ların iki ana dinamiğinden birincisi bana göre neoliberalizmin siyasal hegemonya kriziydi. Diğeri ise Kürt meselesinin militarizasyonuydu. Bu ikisi güvenlik devletinin, bu yapıyı güçlendirip kendisini yeniden üretmesini sağladı.

Şimdi AKP’nin tabii siyasal iktidar olmasıyla beraber ve toplum katındaki hegemonik kapasitesini git gide arttırmasıyla en zorlandığı şey, mücadelenin en sertleştiği yerde yani devlet katında egemenliğini tesis edebilmesiydi. Dolayısıyla AKP, devletin kritik aygıtlarında, güvenlik aygıtlarında, burada başta ordu ama aynı zamanda yüksek yargıda dönüşüm ihtiyacı duydu. Yani vesayet rejimi diyerek adlandırdığı ve elbette bir gerçekliği de olan bu yapıyı yeniden şekillendirmek ve kontrol altına almak istedi. Bunu da 2002-2013 arasında hegemonik gücüne dayanarak ve Kürt meselesinde de kısmen çatışmasızlık hali olduğu bir dinamik içinde gerçekleştirdi. Bir mevzi savaşı, bir bakıma AB süreci ve siyasal davaları kullanarak bir cephe savaşı yürüttü.

İsmet Akça

GEZİ, ÇOK ÖNEMLİ BİR KIRILMA GERÇEKLEŞTİRDİ

2013’ten sonraki dönemse Gezi, AKP’nin tam da hegemonik olarak çok güçlü olduğunu düşündüğü dönemde aslında derin bir hegemonya krizine sürüklendiğini gösterdi. Bu bakımdan 2013 bir kırılmaya neden oldu. Bu süreçten sonra polis, yargı, Terörle Mücadele kanunlarını Türkiye’nin özgün dinamiğiyle ve Gülen’cilerle kurulan ittifak çerçevesinde, yargıyı, polisi de kullanarak cephe savaşını geziden sonra daha fazla devreye soktu.

2014’ten sonraki süreçte ise Kürt sorununda başka bir süreç gelişti. Özellikle Suriye’deki gelişmeler, PYD’nin orada kantonlar ilan etmesi vs. iktidarın en geniş anlamında sosyal dayanaklarıyla bu meseleyi Türkiye’nin öncelikli güvenlik meselesi olarak tarif etmesine neden oldu ve nihai kırılma da 7 Haziran 2015’te gerçekleşti. HDP’nin yüzde 13 oy oranına ulaşması ve PKK’nin öz yönetim ilanlarına gitmesiyle Kürt sorunu farklı bir politikaya kaydı. Buradan sonra Türkiye olağanüstü bir devlet rejiminin an be an inşa edildiği sürece girdi. 15 Temmuz tabi burada bambaşka bir kırılma anı yarattı. Burada ordunun görece özerk gücü ortadan kalkarak yeni kurulacak başkanlık rejiminde, başkana bağlı bir yapı olma yolunun önü açılmış oldu. Daha önce Ergenekon davalarında olduğu gibi bu süreçte de siyasi davalar bir zor mekanizması olarak kullanıldı. Ordunun iç politikada uzun yıllardır süre gelen siyasal gücünü çok daralttı.

Öte yandan bu sivil mekanizma demokratikleşmeyi getirmedi. Sivilleşme demokrasi için önemlidir ama tek başına yeterli değildir. AKP’nin yaptığı demokratik bir siyasal rejim değil tam tersine otokratik bir siyasal rejim inşasıydı. Bunun içine polisin, jandarmanın, MİT’in daha fazla aktif olduğu yeni bir güvenlik siyaseti yerleştirildi. Ordu ise yeni emperyalist politikalar eşliğinde dışarıda daha yoğun kullanıldığı bir yeni yapılanma ortaya çıktı. Bunlar elbette davam eden süreçler, bitmiş değil.

MUHALEFET DEVLET ODAKLI DÜŞÜNÜYOR

Muhalefet partileri için de bir parantez açalım. Bugünkü yapının inşasında isteyerek ya da istemeden nasıl katkıları oldu?

Behlül Özkan: AKP döneminde konuştuğumuz bu güvenlik devleti meselesinin güçlenmesinde muhalefetin çok büyük sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Başta özellikle Kılıçdaroğlu döneminde CHP’nin sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Bu yapı inşa edilirken hiçbir karşı çıkış gösterilmedi, hatta iktidarın yaktığı ateşe benzin döktüler bu konuda. Suriye meselesinde olsun, diğer politikalarda olsun, hep iktidarın değirmenine su taşıdılar.

Serhat Güvenç: Çünkü devlet odaklı düşünmekten vazgeçemediler. Onu sakınalım, koruyalım mantığından çıkamadılar.

İsmet Akça: Çünkü milliyetçiliğin mobilizasyonunda kilitleniyor muhalefet. Suriye’de savaş, Yunanistan’la gerginlik, savunma sanayisi gibi meseleleri ‘partiler üstü’ diye bakarak eleştirmiyor. Aslında bir demokraside hiçbir konu partiler üstü olamaz.

Behlül Özkan: Kılıçdaroğlu’nun çok kullandığı bir kavram vardı: “Devleti bilen lider.” “Biz iktidar olursak devletin kırmızı noktalarını gözeteceğiz” diyordu. Kılıçdaroğlu 1999’da emekli olmuş. Bugün onun bıraktığı devlet de yok bürokrasi de. Üzerinden çeyrek asır geçmiş. Bu anlamda muhalefet bir halüsinasyon içinde.

İsmet Akça: Darbeleri destekleyen muhalefet algısı hep inşa edilmişti. Bu anlamda Kılıçdaroğlu, Baykal CHP’sine göre bu algıyı dağıttı ancak bir adım daha sıçrama gerçekleştiremedi. Güvenlikleştirilen meseleleri yani aslında siyasetin konusu olan konuları, iktidar güvenlikleştirdiği zaman buraya “Dur, burası siyasetin konusudur” diyemediği zaman o tuzağa düşüyor. İktidarın bir başarısı da kendi siyasi çıkarına göre her konuyu güvenlikleştirebiliyor.

Serhat Güvenç: İktidarın lehine işleyen bir zeminde o konuyu baştan kabullenmek demek zaten yenilgidir. Şimdi Libya tezkeresi gelecek, bakalım muhalefet nasıl sınav verecek.

Özlem Kaygusuz: Milli güvenlik içeriğiyle ilgisi farklı siyasal aktörler arasında bir uzlaşı var. Bu uzlaşma aslında çok tarihsel olarak kodlanmış bir şey. Kendi aralarındaki iktidar denklemleri içinde bir güvenlik algısı söz konusu. Tarihsel olarak baktığınızda cumhuriyetin kuruluşundan bu yana belli toplumsal güçlerin milli güvenliğin içeriğine dar oluşturduğu bir öz var. Bu özün de aslında bugünkü siyaseti belirleme gücü olduğunu görüyoruz. Bu da siyasete yazılı olmayan bazı kurullar koyuyor. Bu kurallar da toplum tarafından içselleştiriliyor. Milli güvenlik söylemi içine alınan her şey siyaset üstü konuma çıkmış oluyor. Burada esas mesele, güvenlik politikalarının kimleri dışarda bıraktığı kimleri hedef aldığı kimleri denklemin dışında bıraktığı veya farklı güvenlik politikalarının da olabileceği yönünde tartışma ortamını ortadan kaldırıyor. Bu anlamda güvenlikleştirme meselesinden çıkıp bunun toplumsal uzlaşma gerektiren boyutunu, siyasi yönünü tartışma şansımız olmuyor. Bu anlamda sadece güvenlik devleti üzerinden değil de bir güvenlik habitusu üzerinden meseleye yaklaşmayı öneriyorum. Güvenlikle ilgili her türlü yönelimin topluma nüfus etmesini sağlayan çok geniş bir tahkimat var. Bu tahkimat, güvenliğin siyasal niteliğini örtücü bir işlev görüyor. Bu anlamda güvenlik, siyasal alanı daraltmakla kalmıyor, işlemez hale de getiriyor.

∗∗∗

MANİSALI GENÇLER DAVASI BİR KIRILMA

Makalenizde özellikle 90’larda Manisalı Gençler Davası’nın bir kırılma yarattığından bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Özlem Kaygusuz: Ben aslında kavramın tarihçesinin nasıl yapılandığına bakmaya çalışan bir yöntem kullanmak istedim. Dolayısıyla bütün bir tarihsel süreç içinde farklı toplumsal güçler arasındaki iktidar ilişkileriyle biçimlenen ve aslında bir mücadele alanı olan dinamik tarihsel ve toplumsal pratikler seti olarak yaklaştım. Yani milli güvenlik, tarihin bir yerinde oluşmuş ve tamamlanmış bir kavram değil, uzun yıllar içinde tarihin önemli kırılma noktalarında yeni anlamlar kazanmış ama içinde bulunduğumuz bu son dönemdeki en son kazandığı anlamının ortaya çıkmasında bir bütün olarak görülmeli. Çünkü bu kavram hep devlet aklıyla özdeşleşir. Ama aslında oldukça dinamik bir kavramdır. Güvenlik aslında kendisine direnilen, itiraz edilen de bir kavram. Bu anlamda güvenlikle ilgili kavramlar setine yapılan itirazların da katkılarıyla daha geniş bir anlam seti ortaya çıkıyor. İşte Manisalı Gençler Davası’nda özellikle işkence pratiğinin devletin güvenlik mekanizması içinde ne kadar önemli bir rol oynadığını ortaya koyan bir dava olarak gördük. Daha sonrasında Gazeteci Metin Göktepe’nin öldürülmesi vb olaylara gösterilen tepkiler milli güvenlik siyasetinde kırılmalar yaratıyor. Manisalı Gençler Davası ile Roboski’yi karşılaştırmak istemiştim, her ikisi de milli güvenlik siyasetinin toplumu ne kadar dışladığını gösteriyor. Yani özetlersek güvenlik, yalnızca devletin tanımladığı bir kavram değil, direnişler ve travmalarla tanımlanmış bir kavram.

Kaynak: Birgün

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org