‘Savaş en çok çocukları etkiliyor; geleceğin ruh sağlığı tehdit altında’ (Psikoterapist H. Kızıltan’la Röportaj)

Savaşın ve şiddetin en travmatik etkiyi çocuklarda yarattığına dikkat çeken Kızıltan, “Psikososyal olarak ise en büyük risk travmaya uğramış bu çocukların geleceğin yetişkinlerini oluşturacak olması. Dolayısıyla geleceğin ruh sağlığı da tehdit altında” dedi.

Psikoterapist Hakan Kızıltan savaşın, artan çatışma ve şiddet ortamının insan ve toplum psikolojisi üzerinde yarattığı etkilere ilişkin Gazete Karınca’nın sorularını yanıtladı. Savaşın ve şiddetin en travmatik etkiyi çocuklarda yarattığına dikkat çeken Kızıltan, “Psikososyal olarak ise en büyük risk travmaya uğramış bu çocukların geleceğin yetişkinlerini oluşturacak olması. Dolayısıyla geleceğin ruh sağlığı da tehdit altında” dedi.

26 Ekim 2016 11:30

HABER MERKEZİ – İstanbul Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nden klinik psikolog ve psikoterapist Hakan Kızıltan, hem bölgede yaşanan savaş durumu hem de Türkiye’de artan şiddet ortamıyla bir kez daha gündeme gelen savaşın insan ve toplum psikolojisi üzerinde yarattığı etkilere ilişkin Gazete Karınca’nın sorularını yanıtladı.

Savaş dönemlerinde bireysel ve toplumsal buhran ve yozlaşmaların ve çatışmaların arttığına dikkat çeken Kızıltan, hayatın fakirleşmesinin, yaşam sevincinin azalmasının, umutsuzluğun, bağnazlığın savaşın muhtemel sonuçları olduğunu söyledi. Kızıltan, “Ancak yaşam ölüme her zaman direnmiştir ve direnecektir” dedi.

‘Ölüm dürtüsünün baskın hale gelmesi cümle kötülüğe kapı aralar’

Psikolog olarak son dönemde artan şiddet ortamı ve savaşların toplum üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu gözlüyorsunuz?

Savaşlar emniyet, huzur ve umut duygularını tahrip ettiği kadar insan ruhsallığına içkin yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki dengeyi ölüm dürtüsü lehine bozar. Ölüm dürtüsünün baskın hale gelmesi cümle kötülüğe kapı aralar. Saldırganlık ve savaş çözüm yöntemi olarak ön plana çıkar. Savaş dönemlerinde bireysel ve toplumsal buhran ve yozlaşmaların ve çatışmaların artması sürpriz değil. Ancak yaşam dürtüsünü de hafife almamalı; milyonlarca yıldır hayat ve insanlık ne badireler atlattı. Enseyi karartmayalım, umuda tutunmalı.

‘Çatışma iklimi ruhsal bünyedeki saldırgan dürtüyü kışkırtıyor’

Günlük hayatta dolmuşta, otobüste yolculuk yaparken insanların birbirine tahammülsüz olduğu ve ”her an kavga edecekmiş gibiyiz” diye konuşmalarına çok sık tanık olmaya başladık. Bu durum soyut bir değerlendirme mi, yoksa gerçekten de insanlar artık daha mı gergin?

En yüzeysel gözlemlerimiz bile bu gerginliği fark edebiliyor. Çatışma iklimi ruhsal bünyedeki saldırgan dürtüyü kışkırtır ve öfke, nefret vb. olumsuz duyguları harekete geçirir. Harekete geçen olumsuz duygular ilişkilerdeki psikolojik atmosferi gerginleştirir kaçınılmaz olarak.

‘Karanlığa, ölüme ve nefrete teslim olmamak önemli’

Toplumda çokça kabul gören ve dillendirilen ”Bugünler geçer” diye bir söylem var. Peki bu günleri gerçekten de nasıl geçirmeliyiz sizce? Bugünler ruhsal açıdan nasıl geçer?

Yalnız olmadığımızı bilmek ve hissetmek önemlidir. Karanlığa, ölüme ve nefrete teslime olmamak bir de. Yaşam arzusunu ve sevincini ve umudu diri tutacak bir hayat tarzını benimsemek. Keyfimizi şarj edecek uğraşları ihmal etmemeli; sessizlik inzivaları, şiir okumak, dost meclisleri, film izlemek, mümkünse televizyonu pek açmamak, malum kanalların ana haberler bültenlerinden uzak durmak vb.

‘Yaşam ölüme her zaman direnmiştir’

Savaş dönemlerinde hayatımızdan ilk eksilen sanat oluyor. Haliyle geriye sadece savaşlar kalıyor. Böyle dönemlerde edebiyatın, sanatın, tiyatronun eksilmesi toplumda nasıl bir etkiye yol açıyor?

Sanat yaşam enerjisini artıran, ölüm dürtüsü karşısında yaşam dürtüsünü tahkim eden en önemli bileşen. Eksilmesi en çok savaşın ve ölüm kültürünün işine gelir. Hayatın fakirleşmesi, yaşam sevincinin azalması, umutsuzluk, dar görüş, bağnazlık, sıkıntı ve boğuntu en muhtemel sonuçlar. Ancak öte yandan, en büyük yaratıcılıkların zorlu zamanlarda belirmesi diyalektik cilve; yaşam ölüme her zaman direnmiştir ve direnecektir.

‘Geleceğin ruh sağlığı da tehdit altında’

Bölgedeki çocuklar, özellikle şehirlerinin yıkıldığını görüyor ve böyle büyüyor. Gelecek neslin nasıl olacağını öngörüyorsunuz? Bu yıkıma direkt maruz kalmayan diğer şehirlerdeki çocukların da bu durumdan etkileneceğini düşünüyor musunuz?

Tarihin akışı geleceği belirleyecektir. Savaş koşulları en travmatik etkiyi kuşkusuz kişilik yapıları henüz oluşmakta olan çocuklarda yaratıyor. Erken kayıplar, dehşet manzaraları, açık şiddete maruz kalmak veya şahit olmak sağlıklı bir ruhsal yapılanmanın gelişimine ket vuracağı gibi hemen ve sonrasında ciddi psikolojik sorunların yaşanmasına da zemin hazırlıyor ne yazık ki. Psikososyal olarak ise en büyük risk travmaya uğramış bu çocukların geleceğin yetişkinlerini oluşturacak olması. Geleceğin ruh sağlığı da tehdit altında dolayısıyla. Savaş toplumsal bir ruh ve atmosfer olduğu için herkes ve her çocuk bu zehirli atmosferden payını alıyor ne yazık ki. Çocuklarımıza barış ve sevgi iklimini hazırlama sorumluluğumuz var.

‘Alternatif medyanın sorumluluğu var’

Peki ya bu şiddet ve savaş ortamında medyanın tutumu toplumu nasıl etkiliyor?

Medya hakikati iletme misyonundan uzaklaşalı çok oldu. Birçoğu için bu misyon zaten hiç olmadı. Her ülkedeki ana akım medyanın asıl misyonu asıl olarak kamu algısını devlete hakim olan ideoloji ve politikalar doğrultusunda biçimlendirmek ve kamuoyu oluşturmaktır. Halihazırda savaş taraftarlığı, saldırganlık, nefret, bağnazlık, ayrımcılık ve farklı kimliklerin birbirine giderek yabancılaşma; bireysel psikolojide ise emniyetsizlik, tehdit altında hissetme ve güvensizlik vb. pompalanıyor daha ziyade. Alternatif medyaya salt habercilik sorumluluğu değil olumlu bir psikolojiyi havalandırma sorumluluğu da düşüyor bu nedenle.

Bu toplumsal travmaların etkilerden bizi korumaya çalışan psikologlar kendini nasıl koruyor?

Sanırım herkesin kendi meşrebine uygun yöntemleri vardır. Farkındalığı diri tutmak önemli; hayatın bizi nasıl etkilediğini gözlemek, çıkışsızlıkta kıstırmasına direnmek, dahası yaşam sevgisini, sevincini ve umudunu besleyecek tarzda hayatı yaşamak. Psikolojik sağlık için gerekli bireysel ve toplumsal değişkenlerin bilincinde olmak bir psikoloğa rehber işlevi görür. Bireysel ve mesleki esenliği koruyabilmek için terapiden geçmek, kendi çatışmalarımıza ve tıkanıklıklarımıza iç görü kazanmak devamlı olarak ruhsal sorunlarla meşgul terapist psikologlar açısından olmazsa olmaz. Mesleki dayanışma ve örgütlenmeler de büyük destek bizim için.

Siz özellikle narsizm üzerine çalışmalar yürütüyorsunuz. Narsizm genel olarak kendini çok sevmek olarak tanımlanıyor. Bu anlamda artık toplum kendini daha mı çok seviyor! ve insan kendini nasıl sevmeli?

Narsisizm insanın kendinden ve hayatından memnun olup olmamasını tayin eden ruhsal bir bileşen. İnsanoğlunun yeryüzünün biyolojik olarak en güçsüz, en çürük ama en yaratıcı, en ihtiraslı canlısı olmasından kaynaklanan bir güdülenme. Bu ruhsal güdülenmenin en belirgin özelliği ise insan olmanın mayasında yer alan eksikliğe, yetersizliğe ve kusurluluğa, sınırlılığa ve faniliğe duyulan tahammülsüzlük. Narsisizmin kökeninde insanoğlunun kendi varlığından duyduğu memnuniyetsizlik ve kendinden kurtulup tüm güçlü bir varlığa dönüşme arzusu yatar aslında. Bu sayede insan özlemini çektiği mutlak ve ebedi mutluluğa erişeceğini sanrılar. Kimilerince “Narsisizm Çağı” olarak da adlandırılan yaşadığımız modern zamanlar genelde zannedilenin aksine bireyin varlığının önem kazandığı, gerçekten önemsendiği ve değer gördüğü bir çağ değil. Bireysel gibi görünen şey, hepimizin peşinde olduğu mutluluğa öteki olmadan da ulaşılabileceğimizi telkin eden bir tür propaganda. Statünün, zenginliğin, başarının, cinselliğin, kusursuz bir görüntünün, bir şekilde elde edilecek hayranlığın mutlu olmak için yeter de artar olduğuna dair yanlış bir bilinç. Sevgiye, özene, empatiye, yaratıcılığa ve üretime, işbirliği ve dayanışmaya, şükran ve minnete, açgözlülük karşısında yetinmenin ve paylaşmanın erdemine dayanmayan bu sözde bireysellik modeli mutluluğa değil olsa olsa mutsuzluğun bir başka versiyonuna kapı açıyor.

Kendini gerçekten sevmenin yolu ise son tahlilde eksikli ve ölümlü doğamızı içtenlikle kabullenmekten geçiyor. Üstünlük ihtiraslarından, tüm iktidar heveslerinden feragat etmekten ya da. İnsanın kendine yönelik hakiki sevgisi ve dünyevi neşe yavaş yavaş beliriyor sonrasında.

Kaynak: Gazete Karınca

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org