Tarihin uzun yolculuğu boyunca çağlar levhalarına baktığımızda dünyada hiçbir zaman barış ve huzurun tamamıyla sağlandığı bir dönem görülmemiştir. Ama bu kadar çatışma ve savaşın, istisnai durumları saymazsak 1. ve 2. dünya savaşlarının aynı anda yaşandığı bir dönem gibi olduğu da söylenemez. Günlük olarak yer ve isim değiştiren savaş ve baronları, artık birçoğumuzu şaşırtmayan bir aşinalığa ulaştı, çünkü dünyadaki ajansların en çok yaydığı haberlerin başında çatışma ve iç savaşlar geliyor. Ne kadar küresel güçler ve belirli odakların baronları bu savaşların plan ve programını oluşturup yürütüyor olsa da bütün savaşlar bölgesel karakterlerle haber bültenlerine yediriliyor. Bölgesel karakter ve yoğunluğu salt acı ve talan üzerine bina edilmiş olan bu savaşların esas patronlarının küresel güçler olduğu, güç dengelerinin değişimi ve vesayet iddialarının karakterinden bellidir. Meselenin topik uzmanları, devletlerarası çatışmalarda ve iç savaşlarda son yirmi yıl boyunca düşündüğümüzden çok daha fazla insanın öldüğünü söylüyor. Bu ürkütücü çemberin her geçen gün daha da genişlediğine hep birlikte tanıklık ediyoruz.
Sadece bu yüzden bile dünyanın daha barışçıl bir hale gelmesinin oldukça önemli olduğu hakikati bugün kendisini şiddetle dayatıyor. Nitekim Batı, Orta, Güney ve nihayetinde Doğu Avrupa’da uzun bir süre sıcak savaşlar yaşanmadı ve 1945’ten bu yana herhangi bir savaş rüzgârı esmedi. Bask Bölgesi, İrlanda, Güney Tirol ve diğer birkaç bölgelerdeki bazı çatışmalı olayları saymasak toplumsal barışın sağlandığını ve silahlı çatışmalardan kaçınıldığını görüyoruz. Doğu Avrupa’da Rusya ve Ukrayna arasındaki çatışmalı haller yer yer devam etse de, Yugoslavya’daki Demir Perde’nin düşmesinden sonra çok ciddi silahlı çatışmalar yaşanmadı Avrupa yakasında.
Kim ne derse desin bu çok olumlu bir gelişmedir ve saldırganlığın toplumsal olarak mahkûm edilmesi ile barışın inşası için yeni bir kapı aralamıştır. Çatışma ve savaşlara artık tahammül edilmiyor ve savaş halleri kıtanın hiçbir yerinde olumlu yönde kabul görmüyor. Geçmişte, saldırganlık savaşı başlatan o çağın bazı aktörleri büyük kabul gördü ama bunun ne tür felaketlere yol açtığına bütün Avrupa halkları tanıklık etti. Bugün aynı halklar, savaşın öznesi olmuşları, savaş suçlularını kınıyor ve çağlar sonra insanların mezarları açılıp insani itibarları bir bir geri veriliyor. Böylesi bir yüzleşme, temel tutum bile toplumun şiddetle olan ilişkisini değiştirdiğini ve toplumsal barışa yol açtığını gösteriyor. Salt bu motto bile dünyaya barış düşünceleri aktarmaya ve savaş karşıtı bir kültürü inşa etmeye sevk edebiliyor. En azından, bu tutumun kendisinin savaşsız bir dünya düşüncesine kapı araladığını görüyoruz.
Dünyaya böyle bir kapıdan bakan bir toplumun fertlerinin her şeyden önce temel önceliklerinin huzurlu bir gelecek inşası olacağı muhakkaktır. Buna binaen kuşaklar arası aktarım ve toplumların gelecek tasavvuru, çatışma ve savaş değil barış inşası üzerinden şekillenir. Dolayısıyla toplumsal hakikati barış olan bir toplum bir sonraki kuşağı savaşa değil barışa hazırlar, çünkü hem savaş hem de barış genç kuşağın etkin katılımına ihtiyaç duyar. Onun için savaşın en aktif rol alıcıları genellikle genç jenerasyonlar olur ve zafer de yıkım da onların bedenleri üzerinde yükseliyor. Toplumdaki ortalama yaş gençleştikçe, savaş eğiliminin de orantısal olarak yükseldiği verisel olarak kanıtlanmıştır. Çünkü savaşın pratik alanı her şeyden önce genç erkek gücüne ihtiyaç duyar. Dolayısıyla savaş aynı zamanda bir demografi düzenleme teorisi (Regulation theory) olarak da kullanılan bir metottur.
Buradan hareketle bazı sosyal bilimciler savaşların esas sebeplerinden biri olarak genç erkeklerin fazlalığına işaret ediyor. Velakin bugün çatışma ve savaşların sürdüğü hemen hemen tüm bölgelerde genç nüfusun yoğunluk gösterdiği sıra dışı bir erkek fazlalığı olduğu demografik olarak kanıtlanmıştır.
Alman sosyolog ve soykırım araştırmacısı Heinsohn’ın geliştirdiği teoriye (Youth Bulge Theory) göre savaşın esas nedenleri salt dinler, alan kazanma, kültürlerarası çatışma veya açlık değil doğum yoğunluğu ve buna bağlı olarak genç erkek fazlalığıdır. Onun için, Heinsohn “genç erkeklerin yoğun olduğu bölge ve kültürlerde şiddet olaylarının yaşanması ve zamanla savaşlara dönüşmesini olağan” olarak görüyor. Nitekim yüzyıllar boyunca ortalama 6 ila 8 çocuğun dünyaya geldiği bir yerde, en azından 3 ile 4 erkek çocuk arasında bir erkek popülasyon oluştuğunu varsayar Heinsohn. Bunlardan sadece bir, en fazla iki erkek çocuğa sosyal konum açılabiliyor, gerisi toplumsal gerilimler hattında bekleyen meşkûkler ordusuna katılıyor. Dolayısıyla üçüncü ve dördüncü erkek kardeşler, ihtiraslı, hırslı ve yaşlarının en enerjik çağında ya toplumdan göç ediyorlar ya da şiddet ve zorun eşliğinde kendilerine bir kabul alanı açıyorlar. Aldıkları konum genellikle çatışma ve savaşla iç içe işleyen mekanizmalardır ve günün sonunda iç savaşlara, azınlık soykırımlarına, uluslararası çatışmalara veya sapkın ideolojilere karışmakta azade olamıyorlar, çünkü sosyal kurgu o devasa cihazın sosyal konumlarını ilk günden itibaren belirliyor. Böylece genç erkeklerin fazlalığı minimize edilene kadar işliyor bu savaş cihazı.
Bugün dünyanın birçok yerinde cereyan eden çatışma ve savaşların oluş biçimleri ve sürdürülme motivasyonlarının tam da bu tabloya denk düştüğünü görüyoruz. Buradan hareketle mevcut sıcak savaşların da bir toplumsal mühendislik muhasebesi olduğu, yanı sıra demografik bir toplumsal mühendisliğin de eseri olduğu açık bir şekilde ortada duruyor. Dolayısıyla bütün savaşların genç erkeklerin çökmüş bedenleri üzerinden yükseldiğini bugün bölgemizde devam eden savaşlardan da görüyoruz.
Bu bağlamı her yönüyle güçlü kılan çok etkileyici bir sözü dolaşır hafızamda Benjamin’in. Muzafferlerin gayri resmî tarihine dair düşünürleri sorumluluğa davet ederken toplumsal hafızayı da göktaşlarının yağmuruna tutuyor savaşlarda çökertilmiş genç bedenlerin ahı adına. Çünkü, “…bütün muzaffer resmi geçitler genç kurbanların çökertilmiş gövdeleri üzerinde yapıldığını hatırlamaktır” der Benjamin bize. Bu sözün derin anlamına ebedi bir aşkınlık kazandıran şey toplumun muzafferlerin tarihine dair mazbut sorumluğudur. Ancak böylesi bir sorumluluk düsturuyla savaşın yıkım hakikatini görebilir, vicdani bir topluma dönüşebilir, barışın inşasını etki ve ahlak yasası olarak içselleştirebiliriz, aksi takdirde dışımız barış olsa da içimiz hep savaşlarla boğuşacak.
Kaynak: Yeni Yaşam