Ülkede savaş var; bizler Batı’da yaşayanlar farkında mıyız, farkında mısınız?
Güneydoğu’da şehirler, mahalleler, dağlar, kırlar yakılıp yıkılıyor; insanlar ölüyor, öldürüyor, çoluk çocuk kaçıyor, göçüyor. Televizyonlar yıkılmış evlerin, kurşun delikleriyle kevgire dönmüş duvarların, barikatlar kurulmuş, hendekler kazılmış, çukurlar açılmış sokakların, atılan bombalardan çıkan dumanların görüntüleri, eşliğinde nerelerde sokağa çıkma yasağı ilan edildi, nerelerden yasak kaldırıldı, nerelere yeniden koyuldu, ana haber olarak tekrar tekrar yayınlıyor. İki küçük çocuğunu elinden tutmuş, öteki elinde beyaz yemeniden teslim bayrağıyla evinden, mahallesinden kaçmaya çalışan bir kadının; on günü aşkın susuz, elektriksiz, ateş altında kalmış bir mahallede keskin nişancılar tarafından vurulmayı göze alıp küçük su bidonuyla sokağa çıkmış çok yaşlı bir adamın; vurulmuş, kanlar içinde sokakta yatan bir çocuğun görüntüleri geliyor ekranlara. Suriye’de, Irak’ta, yıllar önce dağılan Yugoslavya’da, Bosna’da içimiz burkularak, insanlığımızdan ve el uzatamamaktan utanarak izlediğimiz sahneler: Savaşın acıları…
Hani o uzaktaki köy bizim köyümüzdü
Burası ne Irak, ne Suriye, ne de Bosna; burası bizim ülkemiz. Nusaybin, Şırnak, Lice, Silvan, Bismil, Derik, Diyarbakır/Sur, vb., harita üzerinde Türkiye’nin parçası. “Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür/ Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür” mısralarında kalan uzak yerler; bölünmesinden, ayrılmasından pek korkulan vatan toprağı…
İşte o uzak köylerde, uzak ama “bizim” bellediğimiz, bizim olsun istediğimiz o yerlerde savaş var, televizyonda zaplarken görüp de hemen başka kanala geçmenin ötesinde farkında mıyız? Orada evinden, yerinden, canından, kimliğinden, onurundan yoksun bırakılmış ateş altında bir halk var, orada çoluk çocuk, genç ihtiyar bedeni yaralı, ruhu yaralı insanlar var, farkında mıyız? Giderek şiddetlenen, yaygınlaşan bu savaşta aslında kim kiminle savaşıyor gerçekten farkında mıyız?
Uzaktaki köyün “bizim” olabilmesinin o köyün, o yerin halkının öteki değil “biz” olabilmesiyle; Türk ve Kürt “biz” olmanın da Kürt halkının, Kürt yurdunun özgürlüğü ve eşitliğiyle sağlanabileceğinin; bunun topla, tüfekle, zulümle, “son terörist de öldürülene kadar” mantığıyla gerçekleşemeyeceğinin farkında mıyız?
Ama’lara sığınmadan
Tam farkında değiliz gibi geliyor bana. Farkına vardığımızda da gözlerimizi bağlayan, gerçeği görmemizi engelleyen o kadar çok “ama gözlüğü” var ki!
Güneydoğu’da Kürt hareketinin yoğun ve güçlü olduğu bölgelerde devletin/iktidarın görünürde Kürt silahlı hareketine, fiilen Kürt halkına karşı yürüttüğü savaş, kadim egemen Türk milliyetçiliğinin ve devlet ideolojisinin gözlükleriyle Batı’dan bakıldığında bir sürü “ama” ile gerekçelendirilebiliyor: “Ama PKK devletle çatışıyor, ama o bölgelere, o mahallelere devletin güvenlik güçlerinin girmesi barikatlarla, hendeklerle, silahla engelleniyor, ama onlar da bizim askerimizi, polisimizi şehit ediyorlar, ama vatanı bölmek istiyorlar”, vb., vb.
Çoğu doğru ama zâhiri (görünürdeki) gerçekleri yansıtan bu ama’lara rağmen, bâtın (içteki, özdeki) gerçekliği görmemiz gerek: Kürt halkına reva görülen aşağılamayı, zulmü, kimliğini yok etme siyasetini, kendi vatanında, diliyle, kültürüyle eşit yurttaş olarak özgürce yaşama hakkının gaspedilmiş olduğunu, Kürt özgürlük hareketi olarak zulmün bağrından doğan PKK’nin bugün terör yöntemleri ve savaştan başka dil kullanmaz hale gelmesi sürecini, Kürt aydınlarının, bilge kişiliklerin “Biz konuşup anlaşabilecek son kuşağız” demelerindeki acı gerçeği bölge halkıyla empati kurarak, onların durumunu yüreklerimizde duyarak değerlendirmemiz gerek. Unutmayalım: Sözde asayişi sağlamak ve o mahalleleri “kurtarmak” için inanılmaz şiddet uygulayan özel timler ve benzeri devlet güçleri (!), “kurtardıkları” mahallelerde nasılsa sağlam kalmış duvarlara “Türksen övün, Kürtsen itaat et” ten “En iyi Kürt ölü Kürttür” e, Esadullah Timleri imzalı mesajlar bırakıyorlar. Vurdukları gerillayı boğazından iple bağlayarak, bir genç kadının bedenini çırılçıplak teşhir ederek sokaklarda sürüklüyor, yaptıkları marifetin fotoğraflarını servis ediyorlar.
Ama’lara sığınmadan bakmayı, siyasetin önüne insanı ve vicdanı koymayı, kendimizi o bölgede bir Kürt olarak düşünmeyi becerebilirsek ama’lara rağmen göreceğimiz şey ölçüsüz devlet terörüdür. O terör, biz Batı’dakilerin de yabancısı değil aslında; o şiddeti bizler 12 Mart’lardan, 12 Eylül’lerden biliriz. “Ama onlar komünist, vatanı satacaklar”, “Ama onlar anarşist, ülkeyi kaosa sürükleyecekler”, “Ama onlar şeriatı getirecekler”, “Ama onlar, vb.” diyerek uygulanan devlet baskısı ve şiddet şimdi “Ama onlar Kürt, vatanı bölecekler”e dönüştü. Sadece tellakların değiştiği bu devlet hamamında, ülkenin Batısının korkularından ve yüz yıldır özenle beslenip büyütülen egemen Türk milliyetçiliğinin Kürt düşmanlığından yararlanarak sürdürülen savaş ve yıkımın suç ortağı olmamak için yapacağımız bir şey var: Öncelikle ama’larımızı bir yana koyup devlet şiddetine karşı çıkmak. Savaşın durdurulmasını, çözüm için diyaloğa dönülmesini savaşçılardan ısrarla ve en yüksek perdeden talep etmek, onları silahları susturmaya zorlamak.
Kürtlerle Batı’nın arasındaki ayakları sallanmaya başlamış, yıkılmak üzere olan köprüleri sağlamlaştırabilmek için birbirimize her anlamda el uzatmak. “Batı’da bir ağaç için ayaklananlar! Bizler ölüyoruz, neredesiniz!” feryadını anlamak ve gereğini yerine getirmek.
http://t24.com.tr/yazarlar/oya-baydar/ulkede-savas-var-farkinda-misiniz,13400