Ocak 30 2018
Dulce et decorum est pro patrio mori. Vatan için ölmek tatlı ve şereflidir. Birçok savaş karşıtı şiire, filme, şarkıya esin kaynağı olur eski Romalı şair Horatius’un bir şiirinde geçen bu dize.
1. Dünya Savaşı döneminin en önemli İngiliz şairi olarak kabul edilen Wilfred Owen’in savaş bitene kadar yayımlanmayan ünlü Dulce et Decorum Est adlı şiiri örneğin.
Kendisi de bizzat cephede yer alan ve savaşın bitmesinden bir hafta önce ölen Owen, şiirinde bir gaz saldırısı sırasında yaşananları anlatır:
If in some smothering dreams you too could pace
Behind the wagon that we flung him in,
And watch the white eyes writhing in his face,
His hanging face, like a devil’s sick of sin;
If you could hear, at every jolt, the blood
Come gargling from the froth-corrupted lungs,
Obscene as cancer, bitter as the cud
Of vile, incurable sores on innocent tongues,–
My friend, you would not tell with such high zest
To children ardent for some desperate glory,
The old Lie: Dulce et decorum est
Pro patria mori.
Bazı duman-altı rüyalarda, yürüyebilseydiniz siz de
Onu içine fırlattığımız vagonun arkasından,
Ve izleyebilseydiniz debelenen beyaz gözlerini yüzünde,
Sarkmış suratını, sanki bıkmış bir şeytan günahlardan;
Duyabilseydiniz, her sarsılışında, oluk oluk gelen kanı
Köpükle tahrip edilmiş ciğerlerinden,
Kanser gibi müstehcen, gevişi kadar acı
Masum dillerdeki hakir, dermansız yaraların,
Dostum, bunca keyifle söyleyemezdiniz,
Umutsuz bir zafere heves eden çocuklara
O eski yalanı: “Tatlı ve Şereflidir
Ölmek Vatanın İçin.”
Milliyetçilik ya da vatanseverliğin kriz anlarında en parçalanmış toplumları bile geçici olarak birleştirdiğini biliyoruz. İç politika seçenekleri tükenen siyasetçilerin kamuoyu desteği kazanmak için çareyi dış maceralarda aramaları da yeni değil.
Yakın tarih bunun sayısız örneğiyle dolu. Bir önceki yazımda Falklands/Las Malvinas Savaşı’ndan bahsetmiştim. Başka, daha tanıdık, bir örnek arayanlar, Yunan milliyetçilerinin kışkırtmasıyla patlak veren 1996 Imia/Kardak Krizi’ni hatırlayacaklardır.
Ancak PKK’ya karşı Irak’a yapılan sayısız müdahaleye, hatta Fırat Kalkanı operasyonuna verilmeyen kamuoyu desteğinin, meşruiyeti tartışmalı Afrin harekâtına verilmesi şaşırtıcı. Üstelik AKP’nin hem iç, hem dış itibarının en düşük olduğu dönemde.
Bu kez Türkiye uluslararası bir koalisyonun parçası değil. Hedef alınan grup dış dünya tarafından “terörist” olarak tanımlanmıyor.
ABD, Rusya, İran gibi güçlerin operasyonun uzun sürmesi ve sivil kayıpların artması durumunda nasıl tepki vereceği bilinmiyor.
Türkiye’nin sahada kullandığı ÖSO’nun hangi gruplardan oluştuğu belli değil. İçlerinde ABD’nin arananlar listesinde olan cihatçılar olduğu fotoğraflarla belgelendi bile.
Peki aralarında medyada sıkça boy gösteren uluslararası ilişkiler uzmanlarının da yer aldığı bu “her şey vatan için” koalisyonu dayanağını nereden alıyor? Bu konuda savunulan birkaç argüman var.
Bunların ilki, bu desteğin (haydi milliyetçilik demeyelim) vatanseverliğin gereği olduğu düşüncesi.
“Biz uyurken vatanları için canlarını tehlikeye atanlar Allah’a emanet” şeklinde bir twit atan bir meslektaşa göre, “vatan sevgisinin ve milli hassasiyetin her türlüsünün ‘aydın’ kimliklerinin apoletlerinden yıldız eksilteceği korkusuyla yaşayan köken kompleksli ‘dünya vatandaşları’”nın bunu anlaması beklenmemeli.
Öte yandan aynı meslektaş savaşın kimi durumlarda neden gerekli olduğuna dair Mustafa Kemal’in su sözlerine de yer veriyor (kısaltarak alıntılıyorum):
“Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürükleme taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır … Öldüreceğiz diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye savaşa girebiliriz. Ancak, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.”
O halde soralım:
Afrin Türkiye’ye yönelik hayati bir tehlike mi teşkil etmektedir? YPG, Türkiye topraklarına bir saldırı düzenlemiş midir? Düzenlemeyi planladığına dair elimizde bir istihbarat var mıdır? Varsa bu bilgi neden kamuoyuyla paylaşılmamaktadır?
YPG bu uzmanların da çok iyi bildiği üzere ABD tarafından eğitilip silahlandırılmamış mıdır?
Şu anda ABD desteğiyle İŞİD’e karşı savaşmamakta mıdır?
En önemlisi PYD/YPG, epey bir süre Türkiye’nin güney sınırlarını kontrol eden İŞİD’den daha hayati bir tehlike mi teşkil etmektedir?
YPG’nin aksine, İŞİD Türkiye’de terör eylemleri gerçekleştirmemiş midir? Hatta bu eylemlerde çok sayıda Kürt kökenli Türkiye vatandaşı hayatını kaybetmemiş midir? (Bir de tabii “gereksiz” savaşlara karşı olanları dünya vatandaşı diye küçümseme kısmı var ki, bunu ciddiye alıp cevap vermek dahi vakit kaybı.)
Buna benzer başka bir argüman iktidar yanlısı bir gazetede düzenli köşe yazıları yazan başka bir uluslararası ilişkiler uzmanı tarafından bu kez uluslararası hukuk ve akademik literatüre atıfla savunuluyor.
Söz konusu uzmanın da belirttiği gibi, Türkiye harekatın meşruluğunu BM Şartı’nın 51’inci maddesindeki meşru müdafaa hakkına ve terörizmle mücadeleye ilişkin Güvenlik Konseyi kararlarına dayandırıyor.
Ancak atıfta bulunulan belge Türkiye’nin silahlı saldırıya uğramış olmasını sart koşuyor ve bu durumda bile müdahalenin “orantılı” olması gerektiğini savunuyor.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye bildiğimiz kadarıyla Afrin’den silahlı bir saldırıya uğramış değil. Uğramış olsa bile zaten Afrin ve çevresini bir suredir topçu ateşine tutarak karşılık veriyor.
Başka bir ülkenin toprak bütünlüğünü ihlal ederek bir bölgeyi işgale kalkışmak ne kadar orantılı bir tepki, tartışılır.
Uzmanın sözünü ettiği bir diğer belge, terörizmle mücadeleye ilişkin güvenlik kararları ise belirli örgütleri terörist olarak niteliyor ve tahmin edilebileceği gibi PYD/YPG bu örgütler arasında değil; hatta bu örgütlere karşı mücadele ediyor.
Buna Türkiye’nin operasyonda kullandığı ÖSO’nun Nusra gibi bu kararlarda adı geçen örgütleri içerdiği yönündeki iddiaları da eklersek harekatın uluslararası meşruluğunun ne kadar tartışmalı olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır.
Bu çerçevede uzmanın sözünü ettiği, Afrin’de “haklı savaş teorisi”ne uyulduğu iddiasının havada kaldığını söylemek mümkün. PKK’nin üs olarak seçtiği Kandil Dağı’na yapılan müdahalelerde haklı gerekçeden (jus ad bellum) söz edilebilir.
Ancak Türkiye’ye fiilen saldırmamış bir örgütü PKK ile ilişkisinden ötürü hedef almak haklı gerekçe olarak sunulamaz. Bu durumda Türkiye’nin PKK’ya dönem dönem destek verdiği bilinen Suriye, İran (hatta bir süre Öcalan’a ev sahipliği yapan İtalya, Yunanistan) gibi ülkelere de savaş ilan etmesi gerekir. Bu yapılmadığına göre hedefin başka olduğu açık.
Peki haklı savaş teorisinin diğer ayağı “savaşı doğru yürütmek” (jus in bello) kuralına uyuluyor mu? Türkiye harekatın sivillere yönelik olmadığını açıkladı, evet. Ancak sadece PYD/YPG değil, Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlem Örgütü’nün (Syrian Observatory for Human Rights) sivil kayıplara ilişkin verdiği rakamlara ne demeli?
(Bu konuda Robert Fisk’in Independent’ta yayımlanan yazısına da bakılabilir.)
Eğer Türkiye adına savaşan yerel unsurlar, haklarında arama kararı bulunan cihatçı teröristleri de içeriyorsa sahada kıyım yapılmayacağının garantisi nedir?
Haklı bir savaş yürütülüyorsa neden medya üzerinde bu kadar büyük bir baskı var? Uydu görüntüleriyle Suriye’deki savaşı dakika dakika gözleyen syriancivilwarmap.com sitesine neden yasak getirildi? Ağzına barış kelimesini alan neden göz altına alınıyor?
Ve en önemlisi uzmanlarımız neden bu soruları hiç tartışmıyorlar?
Tartışmıyorlar, çünkü bu harekatın “vatan için” yapıldığını zımni olarak kabul ediyorlar. Oysa asıl yanıtlanması gereken soru bu. Mustafa Kemal’e atıfla ifade edersek, bu savaş “hayati ve zorunlu” mu? Bizi “öldüreceğini” söyleyenlere karşı “ölmeyeceğiz” diye mi savaşıyoruz?
Yoksa ülkeyi OHAL ile yöneten siyasi irade öyle istediği, öyle gerek gördüğü için mi Suriye topraklarındayız?
Bizler uyurken savaşmak zorunda kalanlar için “dua etmek” dışında bir şey yapıyor muyuz? Örneğin canlarını boş yere tehlikeye atıp atmadıklarını düşünüyor muyuz? Eğer bu savaş haklıysa, “vatan için” ise neden böyle düşünenler silahları kuşanıp Afrin’e koşmayı da düşünmüyorlar?
Kaynak: Ahval