6 Aralık 2014 / Mayıs
-Antimilitarizm, Pasifizm, Savaş Karşıtı Hareket ve Vicdani Ret-[*]
Siz bıçaktan fışkıran yemiş,
Tatlılıkta yansıyan güzellik,
Kerpeten ağızlı tan,
Ayrılmaya itilmek istenen sevgililer
Duvarı kazıyan tırnak,
Kaçın! Durmayın kaçın!
René Char
Türkiye’de resmi rakamlara göre en az silâhaltındaki er sayısı kadar asker kaçağı sayısı var ve bu sayıyı biraz olsun azaltmak için düzenli olarak “bedelli askerlik” yasaları çıkarılıyor, polis ve jandarma GBT sorgularıyla asker kaçağı avına çıkıyor, vatandaş eşini dostunu gammazlasın diye “İhbar Hatları” reklamı yapılıyor ama her ne hikmetse bu herkesin asker doğduğu iddia edilen memlekette yıllardır bu kaçakların sayısı hiç eksilmiyor. Militer sistemdeki kaçakların sayısı sadece asker kaçaklarıyla da sınırlı değil aslında. Bütçeden ve vergilerden aslan payını alanın hep Silahlı Kuvvetler olduğu düşünüldüğünde kayıtdışı ekonomi yoluyla vergi sisteminden kaçanlar, adam olma hayallerini bırakıp sivil kışlalar olan okulları bırakıp kaçanlar, baba ve koca ikilemi arasında bir yuvanın “sınırları” içine hapsedilmekten kaçarak kendi hayatlarını kurmayı tercih eden kadınlar ve nice diğer kaçak da aslında asker kaçakları hanesine yazılabilir pekâlâ. Yoksa retçiler ya da itaatsizler mi demeli hepsine? Bir vicdani retçiyi bir asker kaçağından ayıran şey nedir? Sanıyorum bunun yanıtı, reddetme ediminin kamusal olarak beyan edilmesi ve bireysel bir tercih olmaktan çıkıp politik bir eyleme dönüşmüş olması şeklinde verilebilir.
1 Eylül 1995’te vicdani reddini açıklayan Osman Murat Ülke’nin 7 Ekim 1996 tarihinde “halkı askerlikten soğutma” suçunu işlediği gerekçesiyle ve Askeri Ceza Kanunu Madde 58’de düzenlenen “milli mukavemeti kırma” fiiline dayanılarak tutuklanması ile birlikte “vicdani ret” kavramı ilk kez Türkiye siyasal literatürüne girmiş oldu. Aslında Osman Murat Ülke ne Türkiye’deki ilk vicdani retçiydi ne de bu nedenle ceza alan ilk kişi. Kamuoyu bu kavramla, 1989 yılında Tayfun Gönül ve Vedat Zencir’in Sokak Dergisi’nde vicdani retlerini açıklamaları ile tanışmıştı. Gönül ve Zencir hakkında da “halkı askerlikten soğutma” suçundan dava açılmıştı ancak onlar sivil mahkemede yargılandılar. Bu yargılama sonucu Vedat Zencir beraat etti, Tayfun Gönül ise üç ay ceza aldı ve bu da para cezasına çevrildi. Osman Murat Ülke ise Türkiye’de vicdani ret nedeniyle hapis cezası alan ilk retçiydi. Bu aynı zamanda Türkiye’de vicdani retçilerin bir caydırma politikası olarak aşağı yukarı askerlik süresine eşdeğer bir süre hapisle cezalandırılması pratiğinin de başlangıcıydı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti devletinin vicdani retçilerle ilişkisinin temelinde yatan iki politikanın daha ilk retçilerle birlikte ortaya çıktığını görüyoruz: görmezden gelme ve caydırmak üzere cezalandırma.
Peki, kimdi bu vicdani retçiler? Her ne kadar vicdani retçi sayısı kadar vicdani ret tanımı olduğu genel önermesi doğru olsa da vicdani reddi kişinin dini, politik, ahlaki ya da herhangi bir nedenle askerlik yapmayı reddetmesi olarak tanımlayabiliriz. Vicdani reddin dayanağı birçok şey olabilir, ancak özünde yatan şey insanın kendi istekleri doğrultusunda yaşamını örgütleyebilme özgürlüğü düşüncesidir. Savaşa katılmayı reddetmek muhtemelen savaşın kendisi kadar eskiye dayanır. Ne var ki, vicdani ret, askere almanın daha “etkili” bir aracı olarak ilk kez 5 Eylül 1798’de Fransa’da gündeme gelen zorunlu askerliğin ve modern harbin ortaya çıkmasıyla politik ve felsefi bağlamda daha çok önem kazandı.
Vicdani reddin kökenlerini Ortaçağ’da ilk olarak orta Avrupa feodal beyliklerinde bulmak mümkün. O dönemde çeşitli Hıristiyan tarikatları feodal beylerle anlaşmalar yapıp, bir çeşit “savaş vergisi” ödeyerek üyelerini ordu hizmetinin dışında tutuyorlardı. Bu çizgiyi ilk terk eden ve feodal rejimin ya askerlik hizmeti ya savaş vergisi dayatmasına karşı ilk radikal çıkışı gerçekleştiren Almanya’daki “Wiedertaeufer” tarikatı, Katolik kilisesinin kışkırtmasıyla kanlı bir şekilde bastırıldı. Sonrasında 18. yüzyılda İngiltere’de, dini inançları nedeniyle şiddet kullanmayı, askerlik yapmayı ve vergi vermeyi reddeden “Quaker” tarikatını görüyoruz. Quaker’lar gerekçelerinin açıklığı ve tavırlarındaki tutarlılıkla ilk vicdani retçiler olarak adlandırılabilirler.
Vicdani retçilerin 20. yüzyılda ilk kitlesel ortaya çıkışıysa 1. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de gerçekleşti. Savaşa çağrılan binlerce insan savaşa katılmayı reddettiler, 3.000 tanesi hapse atıldı. Bu çıkıştan sonra 1921 yılında İngiliz retçilerin önemli bir bölümünü oluşturduğu WRI (War Resisters’ International – Uluslararası Savaş Karşıtları) kuruldu. WRI daha sonra yerel savaş karşıtı örgütlerin ve vicdani ret örgütlerinin uluslararası çatısı haline geldi.
Vicdani ret hareketi 1968 ve sonrasında bütün Avrupa’yı sarstı. Avrupa devletleri vicdani ret hakkını ’70’lerin ortasından başlayarak tanımaya başladılar. ’80’lerin başında Yunanistan ve Türkiye dışında bütün Avrupa ülkelerinde vicdani ret hakkı tanınmış durumdaydı. Ancak vicdani ret hakkı “sivil hizmet” zorunluluğuyla birlikte elde edilebildi. Silahlı hizmet yapmak istemeyen insanlar yine zorunlu olarak ve çoğunlukla askerlikten daha uzun bir süre hastane, okul vb. sosyal birimlerde çok düşük ücretlerle hizmet etmeye zorlanıyorlardı. Bu sivil hizmet dayatmasını da reddeden retçilerse Avrupa’da da kaçak hayatı yaşamak zorunda kalıyordu. Ancak 21. yüzyılda pek çok Avrupa devletinin tamamen profesyonel orduya geçişiyle birlikte askerlik hizmeti – sivil hizmet ikiliği de ortadan kalktı. Bugün tam da bu nedenden dolayı, stratejisini büyük oranda vicdani ret hakkı üzerine kurmuş Avrupalı anti-militarist hareketler ciddi bir atalet içerisindeler ve vicdani ret gibi geniş bir toplumsal yelpazede etkili olabilen yeni stratejilerin geliştirilmesinde sıkıntılar yaşanıyor.
Tam da bu noktada yeni politikalar geliştirebilmek için vicdani ret, savaş karşıtlığı, pasifizm ve anti-militarizmin birbirleriyle olan bağlarını irdelememiz kaçınılmaz. Vicdani ret temelde savaş karşıtı bireysel bir tavır olsa da toplumsal olarak savaşın engellenmesi hatta savaşların ortadan kaldırılması için tek başına yeterli bir politik strateji değil. Bunun en güzel kanıtı da şu an dünyadaki savaşların çoğunda önemli bir rol oynayan Amerikan, İngiliz ve Avrupa devletleri ordularının tamamında artık zorunlu askerlik hizmetinin kalkmış olması ve bu orduların gönüllü, profesyonel askerlerden oluşuyor olduğu gerçeği.
Bu durumu daha 1931 yılında öngören radikal pasifist Kurt Hiller barışsever yoldaşlarını şu sözlerle eleştiriyordu: “Vicdani reddi, savaş karşısında her derde deva ilaç olarak görenlerden müteşekkil savaş karşıtı kesim, gelişmelerin -savaş tekniği ve politik teorideki gelişmelerin- gerisinde kalmış. Zorunlu askerliğe hayır! Yaşasın vicdani ret! Bugün de hala böyle diyorum. Ama zorunlu askerliğe karşı mücadele ve kendini yücelten bir vicdani ret propagandası ile başlamış bir savaş zora sokulmaz, bunu durdurmak ise hiç mümkün olmaz, çünkü anlaşıldığı kadarıyla özellikle en saldırgan biçimiyle geleceğin savaşı gönüllülerden meydana gelmiş teknik elit birliklerce yürütülecektir. Sözde gönüllülerden değil ama, (…) hayır, gerçek gönüllülerden, savaş fanatikleri ve savaşın hevesli taraftarlarından. Vicdani ret çağrısı elbette bu insanlara da ulaşıyor, ama güçlerini kırmıyor.”
Bu bağlamda vicdani ret ancak savaş karşıtı hareketin stratejilerinden birisi olarak görülebilir ve asla savaş karşıtı politikaların yegâne enstrümanı olamaz. Vicdani reddin yanı sıra başka ne gibi enstrümanlara başvurabileceğimizi araştırmak için de savaş karşıtı politikanın temel bileşenlerini irdelememiz gerek. Yukarıda söylediğimiz gibi ne kadar retçi varsa o kadar farklı vicdani ret tanımı ve gerekçesi sayılabilir ancak yine de tüm bu gerekçeleri iki temel gerekçe altında sınıflandırabiliriz: 1) dini, ahlaki ya da politik gerekçelerle şiddete ve öldürmeye karşı olmak, 2) hiyerarşik ilişkilere ve tahakküm yapılarına karşı olmak. İşte bu iki temel karşı çıkış savaş karşıtı hareketi oluşturan iki temel bileşeni de açığa çıkarır: pasifizm (şiddet karşıtlığı) ve antimilitarizm.
Pasifizm her ne kadar 20. yüzyılın başlarında kullanılmaya başlanmış bir kavram olsa da her ne sebeple olursa olsun her türlü şiddet kullanımına ve öldürmeye karşı olmanın tarihi çok eskilere dayanır. Budizm’den Hıristiyanlığa, eski Yunan’dan Roma İmparatorluğu’na dek pek çok din ve kültür içerisinde pasifist geleneklere rastlamak mümkün. Bugün anladığımız anlamıyla modern pasifizmin kökleriyse yine 15. yüzyıldan beri vicdani ret hareketinin de sürükleyicisi olmuş olan Quakerlar, Amishler gibi Hırıstiyan tarikatlarında ve Napolyon Savaşları sırasında ortaya çıkan savaş karşıtı toplumsal muhalefette bulunabilir. 19. ve 20. yüzyılda pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Yeni Zelanda ve Hindistan gibi sömürgeciliğin mağduru olan topraklarda da şiddet karşıtı ilkelere dayanan barış hareketleri gelişmiştir.
Henry David Thoreau ve Lev Tolstoy gibi düşünürlerin eserlerini temel alan anarko-pasifist yaklaşımın da etkisiyle Avrupa ve Amerika’da 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çeşitli muhalif çevreler içerisinde de şiddet karşıtı politikalar yaygınlık kazanmıştır. Ancak her ne kadar toplumsal politikalar üreten aktif bir siyaset olsa da pasifizmin kaynağında politik analizler değil etik kaygılar yatmaktadır. Bu bakımdan bireysel vicdana işaret eden vicdani ret hareketiyle şiddet karşıtı hareketin özdeşleştirilmesi de şaşırtıcı değildir.
Öte yandan antimilitarist hareketse şiddetsizlik temelli inanç ve kanaatlerden ziyade militer yapılanmanın kendisine, hiyerarşik ilişkilere ve gerek birey gerekse toplum üzerinde tahakküm oluşturan yapılara odaklanarak bunların eleştirisi üzerine kurulu politik bir hattı benimser. Militer devlet kurumunu, askeri-sanayi kompleksini, vatanseverlik, ulus ve erkeklik inşasını irdeleyerek savaş karşıtı politikalar üretir. Pasifizmin aksine kategorik bir şiddet karşıtlığı etiği üzerine değil şiddet örgütlenmelerinin sorgulanması üzerine yükselir ve bu bakımdan da bir “zor aygıtı” olarak bizatihi devletin meşruiyetini sorgular.
Antimilitarizm daima devlet ve hakimiyet kavramının politik ve toplumsal analizi üzerinden gelişip serpilmiştir. Antimilitarist düşünce için kapitalizm ya da emperyalizm de savaşların ana nedenlerinden biri olagelmiştir. Askeri-sanayi kompleksinin işleyişleri anlaşılmadan ve buna karşı politikalar üretilmeden militarizmle başa çıkılamaz. Bununla beraber vatanseverlik, ulus, erkeklik gibi nosyonların kültürel üretimi de militarizmin toplumsal benliğe nüfuz edişini sağlayan araçlardır ve ancak bu kavramları sorgulayarak, altüst ederek ve yerlerini daha özgürlükçü ve eşitlikçi kavramlar ve otoriter-hiyerarşik olmayan ilişki biçimleriyle doldurarak toplumsal demilitarizasyonu mümkün kılabiliriz.
İşte ancak şiddeti sorgulayan kişisel bir etikle, hiyerarşi ve tahakküm karşıtı bir toplumsal politikanın böylesi bir özgün birlikteliğiyle, savaş karşıtı hareket iyi niyetli bir “Barış elçiliği” olmanın ötesine geçerek hem bireysel hem de toplumsal anlamda savaş politikalarını sorgulayan, mevcut yapılara alternatifler üreten bir toplumsal tahayyül inşa edebilir.
Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra hem bir tepki olarak örgütlü vicdani ret hareketi hem de antimilitarist hareket Avrupa’da bu yönde ilerlemiştir. Savaşlara bilfiil katılmayı reddedip “savaşın insan kaynaklarını kurutan” retçilerin yanı sıra, örgütlü işçi sınıfı da savaş karşıtı genel grevlerle üretimi durdurmak, ilerleyen yıllarda sivil toplum hareketleri de yol blokajlarıyla asker ve mühimmat sevkiyatlarını engellemek gibi çok boyutlu toplumsal eylemliliklere imza atmıştır.
Ancak İkinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa devletleri zamanla vicdani reddi yasallaştırmanın dönemin askeri yapılanma gereksinimleriyle gayet uyumlu olduğunu görmüştür. Devletin artık bütün genç erkeklere asker olarak gereksinimi kalmamıştı hatta toplumsal tahakkümün ve hiyerarşik kurumların düzgün biçimde işlemesi için bu gençlere ordu dışında gereksinim vardı. Artık tamamen profesyonelleşmiş ve ileri teknoloji donanımlı silah, sevkiyat ve iletişim sistemleri, isteksiz ve dolayısıyla güvenilmez personele bırakılamayacak kadar hassas ve pahalıydı. Vicdani reddin temel bir hak olarak tanınması hem kimsenin yapmak istemediği “angarya” işler için ucuz işgücü sağlıyor hem de toplumsal disiplinin tesisinde askeriyenin yerine angaryayı ikame ederek militarizmin sivil hayatta sürdürülmesinin en etkileyici örneklerinden birini sergilemiş oluyordu.
Öte yandan retçilere yönelik kovuşturmalar topluma yararsız sürtünme kayıpları yaşatacak ve ayrıca ciddi maliyetlere yol açacaktı. Oysa bir komisyonun sorgusundan geçerek “hak kazanan” vicdani retçiler sivil hizmet adı altında ucuz işgücü olarak devletin tasarrufundaydı. Ve devletin bunlara gereksinimi vardı, en az üniformalılara olduğu kadar. Askerlik ya da sivil hizmet arasında seçim yapılabilmesi hem vicdanları rahatlatmakta, hem de güçlerin verimli dağılımına olanak sağlamaktaydı.
Vicdani ret hakkının tanınması Avrupa’da stratejisini vicdani ret hakkı üstüne kurmuş savaş karşıtı ve antimilitarist hareketler üzerinde görece bir duraklama etkisi yapsa da halen vicdani ret hakkı kullanımında yaşanan etik ihlaller buralardan siyaset yapılabilmesini mümkün kılıyordu. Öncelikle vicdani ret hakkının kullanımında retçinin bir komisyon önünde sorguya çekilmesi ve vicdani ret beyanının gerçekliğinin tartılması bir tartışma konusuydu. Pek çok ülkede, en azından başlangıçta, vicdani ret hakkının bir cezalandırma niteliğinde, askerlik hizmeti süresinden uzun olması ve vicdani retçilerin sigortasız ve asgari ücret standartlarının altında çalıştırılarak ucuz işgücü olarak kullanılması da antimilitarist harekete yeni politika olanakları sunuyordu. Sivil hizmet hakkını reddeden total retçiler ya da en yaygın biçimde gerçekleştiği İspanya’daki adıyla insumisos (itaatsizler) hareketi de sivil hizmet hakkıyla vicdani retçilerin militarist sistemin içerisine dâhil edilmesine karşı ciddi sorular yönelten bir hareket olarak ortaya çıkıyordu.
Burada vicdani reddin bir sivil itaatsizlik eylemi olmaktan çıkıp da bir hak olarak tanınmasından sonra ortaya çıkabilecek politik hatta dair iki radikal örneğe bakabiliriz: İsveç ve İspanya. İsveç vicdani ret hakkını en erken tanıyan ülke. Henüz 1920 yılında vicdani ret hakkı kabul edilen İsveç’te 1980’lerde savaşkarşıtları vicdani ret haklarını kullanmak yerine, orduya gidip orada itaatsizlik eylemleri ve bozgunculuk yapmayı bir taktik olarak benimseyerek militarizmin çarkına çomak sokuyorlardı. İspanya’da ise vicdani ret hakkı uzun mücadeleler sonrasında 1980’lerde kazanıldığında antimilitarist hareket örgütlü bir mücadeleyle Sivil Hizmet Yasası’nı boykot etme kararı almış, vicdani ret hakkı tanınmış retçiler defalarca retçi statülerinden vazgeçerek yeniden silâhaltına alınma işlemlerine tabi tutulup yeniden retlerini açıkladıkları uzun ve zorlu bir sürece girmişlerdi. İspanya’da vicdani ret hakkı tanınmış olduğu halde total retçilerden oluşan ve sivil hizmeti reddeden bu insumiso (itaatsizler) hareketi yıllar süren bir mücadele vermiş yüzlerce itaatsiz uzun yıllar hapis cezalarına çaptırılmıştır. Bu bakımdan İspanya bir Vicdani Ret Yasası ve alternatif hizmet seçeneğine sahip olmasına rağmen uzun süre retçilerle uğraşmak zorunda kalmış belki de tek ülkedir.
Vicdani retçiler konusundaki tutumu yüzünden defalarca AİHM tarafından cezalandırılmış ve AB Konseyi tarafından artık acilen vicdani ret konusunda yasal düzenlemeler yapmaya sıkıştırılan Türkiye’de de yakın zamanda zorunlu askerlik hizmetinin yanına cezalandırıcı (normalden daha uzun ve kötü çalışma koşullarında) bir alternatif hizmet seçeneğinin ekleneceğini öngörmek çok zor değil. İşte böyle bir yasanın çıkarılması Türkiye’deki antimilitarist hareketin önüne Avrupa’da da örnekleri yaşanmış yeni bir sınav çıkaracaktır ve nasıl bir yol izleyeceğimizi belirleyebilmek için Avrupa’daki benzer örnekleri çalışmanın yanı sıra Türkiye’de vicdani reddin kısa tarihine ve mevcut duruma da yakından bakmamız kaçınılmaz.
Giriş kısmında da belirtildiği üzere Türkiye’de hapis cezası alan ilk vicdani retçi Osman Murat Ülke’ydi. Ancak Türkiye’de “vicdani ret” özel bir hukuki statü olmadığından Ülke, “halkı askerlikten soğutmak” ve birliğinde de “emre itaatsizlik” suçlarıyla suçlanarak ceza almıştı. Yıllar boyunca da ceza alan retçilerin tamamı bu suçlarla suçlanacaktı. Halen de bu suçlarla suçlanan vicdani retçiler askeri hapishanede cezalarını doldurduktan sonra tekrar “sözde” birliklerine teslim ediliyor ve yeniden üniforma giymeyi ve emirlere itaat etmeyi reddettikleri gerekçesiyle “emre itaatsizlikte ısrar” suçuyla yargılanıyorlar. Bu durum vicdani retçiler için teorik olarak sonu gelmeyecek bir kısır döngü yaratsa ve ömürlerinin sonuna kadar hapse atılabilme ihtimallerini içerse de pratikte bu döngü genelde aşağı yukarı askerlik süresine denk gelecek bir uzunlukta tutuluyor ve 2 yıl kadar cezaevinde tutulan vicdani retçiler böyle bir şey yapmayacakları bilindiği halde “birliklerine teslim olmak üzere” salıveriliyor ya da son yıllarda başlanan uygulamayla “anti-sosyal kişilik bozukluğu” teşhisiyle “çürük raporu” verilerek evlerine gönderiliyor. Bu ikili uygulamanın amacının retçileri cezalandırarak olası retçiler üzerinde caydırıcılık yaratmak, retçileri itibarsızlaştırmak ve sürekli alınabilecekleri tedirginliğiyle bir nevi “sivil ölüme” mahkûm ederken bir yandan da görmezden gelerek vicdani reddin toplumsal görünürlüğünün önüne geçmek olduğu ortada.
Antimilitaristler de baştan beri bunun farkında olarak gerek Osman Murat Ülke’nin gerekse de daha sonra hapis cezasıyla cezalandırılan retçilerin süreçlerinde kampanyalarını bu gerçekleri göz önüne alarak yürüttüler. Bir yandan hukuki ve toplumsal mücadeleyle retçilerin içeride kötü muameleye maruz kalmasının önüne geçmeye çalışırken bir yandan da basının ve kamuoyunun ilgisini konuya çekebilecek eylemlilikler ve kampanyalar örgütlediler. Aslında bu spontan örgütlülük durumu antimilitarist hareketin hem gücünü ortaya koyuyordu hem de zaaflarına işaret ediyordu. Bir vicdani retçi hapis cezasıyla karşı karşıya kaldığında çok kısa sürede ve çok yönlü –hukuk, medya ve sokak gösterileri – biçimde örgütlenebilen hareket maalesef içeride bir retçinin olmadığı dönemlerde aynı örgütlülüğü sergilemekte zayıf kalmış ve antimilitarist hareket genel olarak bir retçiler dayanışması şeklinde süregelmiştir. Bu dayanışmanın sadece cezaevindeki retçilerle dayanışmanın ötesine geçmesi hedeflenerek vicdani retçiler adına kullanılacak ortak bir fon oluşturulmuş, bu fonla içerideki ve dışarıdaki retçilerin sivil hayatta karşılaştıkları zorlukların bir nebze olsun önüne geçebilmek hedeflenmiştir. Ancak resmi olarak “kaçak” konumunda olmalarından ötürü ne sağlık hizmetlerinden faydalanabilen ne sigortalı işlerde rahatlıkla çalışabilen retçilerin bu “sivil ölüm”ünün önüne geçebilecek dayanışma yapıları ve mekanizmaları maalesef yeterince oluşturulamamış ve işletilememiştir.
Vicdani retçilerin hukuki süreçlerinin takibi ve sokak eylemlilikleri 2000’li yıllarda vicdani reddin görünürlüğünü de giderek arttırmış, özellikle de Mehmet Tarhan’ın cezaevinde kaldığı süre içerisinde faal olan hareket hem renkli eylemlilikleriyle hem de sürecin kararlı takibiyle medyada sıkça vicdani retten söz ettirilmesini sağlamış retçilerin toplumsal görünürlüğünü arttırmıştır. Yine aynı dönemde bir dizi başka antimilitarist kampanya ve etkinlik daha gerçekleştirilerek sadece vicdani ret odaklı bir hareket olmanın ötesine geçilmiştir.
2004 yılında 6 ay süren “Yüzleşiyoruz” kampanyası ile ülkenin doğusunda 25 yıldır süren savaşa işaret edilmiş, pek çok ilde farklı sokak eylemlilikleri, basın açıklamaları, sergiler ve paneller düzenlenmiştir. Yine 2004, 2005 ve 2006 yıllarında sırasıyla İstanbul, İzmir ve Ankara’da “Militurizm” adı verilen etkinlikler düzenlenerek bu şehirlerin pek çok noktasındaki militarist yapı ve kurumlar ziyaret edilmiş, bunların tarihi anlatılarak gündelik yaşamımızın içerisine sızmış militer yapılar teşhir edilmiştir.
Türkiye’de kadınların ilk kez vicdani retlerini açıklamaları da yine bu döneme denk düşer. Türkiye’de kadınların askerlik yükümlülüğü olmamasına rağmen vicdani retlerini açıklamaları son derece kafa karıştırıcı olmuştu. Antimilitarist hareketin içerisindeki bazı erkek ve kadınlar bile bu açıklamaların anlamı konusunda kafa karışıklığı yaşadıysa da kadın retçilerin ortaya çıkışı hareket içerisinde hapis cezasıyla yüzleşecek kadar güçlü total retçilerimize yüklediğimiz imgelerle cinsel kimliklerin yeniden üretimini tartışmaya olanak sağladı. Cynthia Enloe’nun sözleriyle: “Daha fazla toplumdan daha çok kanıt edindikçe, militarizasyonun oluşumunu açıklarken toplumsal cinsiyetin rolünü atlamanın sadace yetersiz bir politik analizle sonuçlanmakla kalmayıp mevcut militarizasyonu geriletme kampanyasında da daimi bir başarısızlığa yol açabileceğini iyice kavradık.”[†]
Kadın retçilerin ortaya çıkışı toplumsal olarak militarizmin sadece “zorunlu askerlik” meselesine indirgenemeyeceğine de işaret ediyordu ve kışlanın dışında, sivil hayata sirayet eden hiyerarşi ve tahakküm ilişkilerini sorgulamak için önemli bir çıkış noktasıydı. Ancak tüm bu sorgulamalara rağmen antimilitarist hareket bu konularda toplumsal bir politika yürütme konusunda zayıf kaldı. Bu konularda ne kadar yazılıp çizilse, akademik ve kültürel çalışmalar yapılsa, sokak eylemlilikleri gerçekleştirilse de toplumun demilitarizasyonu için farklı sosyal sınıflardan bireylere hitap edecek onlarla birlikte hiyerarşi ve tahakküm karşıtı yapılar oluştururken askeri-sanayi kompleksinin işleyişini de sekteye uğratacak toplumsal tabanlı eylemlilikler örgütlemek de antimilitarist hareketin öncelikli olarak gündeminde yer almalı.
Yasalarda yapılabilecek bir sivil hizmet düzenlemesinin; tamamen cezalandırma amaçlı olacağı (çeşitli kurullarda yapılacak sorgulamalar, varolan askerlik süresinden çok fazla süreli sivil hizmet, sivil hizmetin askeri kurumlarda yapılması vb) ve sivil hizmetin bir “angarya” olduğunu düşünen ve reddeden vicdani retçilerin (total retçiler) de olduğu gerçeğinden hareketle bir işe yaramıyacağı da bilinmektedir. Kaldı ki; dünyada da sürekli gelişen bu tepkiye karşı giderek, profesyonel ordulara doğru bir yönelim olduğu görülüyor. Bu gerçekten hareketle bugün sendikal örgütlerle ortak platformlarda çalışma hakları perspektifinden sivil hizmeti sorgulayacak analizler geliştirmenin yanı sıra savaşın aktif sürdürücüsü profesyonel orduların savaş pratiklerini sekteye uğratacak güncel metotlar üzerine düşünmek de antimilitarist hareketin ödevleri arasında yer almakta.
Bugün profesyonel orduya geçiş sürecinde Türkiye’nin önünde daha uzun bir yol olduğu açık. Orduya sözleşmeli personel – paralı asker – almak için açılan 10 bin kişilik kadroya başvuruların bile 1000 kişi civarında kaldığını düşündüğümüzde devletin uzun vadede paralı askerliği cazip hale getirmek için stratejiler geliştirmek zorunda kalacağını öngörebiliriz.
Ancak şu da unutulmamalı ki profesyonel askerlerden kurulu bir orduda zorunlu askerlik hizmeti söz konusu olmayacağından vicdani ret olgusu hem politik, hem yasal açıdan ancak üstü örtük bir biçimde varlık gösterebilir. Bizim savaş karşıtı hareketi “vicdani ret” eksenine hapsetmememiz için sivil hizmet yasalarına ve geleceğin profesyonel ordusuna karşı bugünden politikalar üretmemiz elzem görünüyor. Zira Ulrich Brockling’in de dediği gibi; “Vicdani ret hakkını tanıyacak olanlar yine ordusu olan ve vatandaşlarını silâhaltına çağıran devletlerdir. Bu yüzden vicdani ret hakkı talep eden kimse bir çelişki ile karşı karşıya kalmaktadır. Vicdani retçileri koruması beklenen makam, bu reddi gerektiren makamdan başkası değildir. Vicdani ret hakkını tanıyan devletler de savaş yürütme haklarından feragat etmemektedir. Savaş karşıtı mücadele vicdani reddin yasalaşmasıyla sonlanmamaktadır. Hatta belki de bu iki konu birbiriyle gitgide daha az ilintili bir hâl almaktadır.”[‡]
**
[*] Bu makale Yeşil Düşünce Derneği tarafından Şubat 2014’te yayınlanan “Gülümseyen Bir Bugün İçin Yeşil Politika” kitabında yayınlanmıştır (http://www.yesilpolitika.org/wp-content/uploads/2014/06/ypo.onlinekitap.pdf) [†] Cynthia Enloe, “Beyond ‘Rambo’: Women and the Varieties of Militarized Masculinity”. Women and the Military System Proceedings of a Symposium Arranged by the International Peace Bureau and Peace Union of Finland içinde, derl. Eva Isaksson (New York/London/Toronto/Sydney/Tokyo 1988). [‡] Vicdani Ret, Çarklardaki Kum, İletişim Yayınları, 2008