Ali BAYRAMOĞLU
12 Eylül kanı…
Askerî bir imparatorluktan askerî bir cumhuriyete ‘vesayet düzeni’ ile tanımlanan tarihin ve sistemin değişmesinin ilk, kaçınılmaz ve olmazsa olmaz göstergesi, doğal olarak askerdir.
Nitekim 2002’den itibaren hızlanan değişim sürecinin ana teması da asker oldu.
Hemen her siyasi kriz, her kritik an, asker-sivil ilişkilerini kuşattı.
İlerleyiş ise doğrusal oldu.
Asker, adım adım kışlasına çekilmek, elindeki kimi siyasi ayrıcalıkları kaybetmek zorunda kaldı. Ve en önemlisi, darbelerin ve darbe girişimlerinin de aralarında olduğu siyasi fiillerinden ötürü yargı önüne çıktı.
Bu genel süreci bir anlamda ‘askerî olandan arınma’ olarak tanımlayabiliriz.
Arınma, kaçınılmaz olarak değişimi, tasfiyeyi ve yaptırımı içerir.
Dün itibariyle bir 12 Eylül’ü daha geride bıraktık.
12 Eylül tarihi artık sadece darbeyi değil, darbecilerin yargılanmasını, 12 Eylül davasını da akla getiriyor.
12 Eylül, bir askerî darbeydi. İnsanlık suçları işlemiş bir rejimin adıydı. Tüm ülkenin geleceğini ipotek altına alan; toplumu, siyaseti, devleti, hukuku, askeri yeniden yapılanmaya tutan ağır bir girişimdi.
Arınmak müşkül iş .
Mevcut davada darbeciler, anayasal düzeni yıktıkları için yargılanıyor.
Aslında gereken sadece devlete, düzene karşı işlenen suç değil, aynı zamanda insana karşı işlenen suçun yargılanmasıdır. Arjantin’de, Şili’de olduğu gibi…
Bu yetmez…
Hala tortuları var 12 Eylül’ün…
Bu ideolojinin en kritik düzenlemelerinden biri, 1983’te çıkarılan 2945 nolu Millî Güvenlik Kurulu Kanunu’ydu, örneğin.
Ve bu kanun, ne yazık ki hâlâ yürürlükte…
Kanunun 2. maddesi, millî güvenliği, ‘Devletin anayasal düzeninin, millî varlığının, bütünlüğünün, siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanması’ şeklinde tanımlar.
Kapsayıcı ve siyaseti kuşatıcı bir tanım…
Millî Güvenlik Genel Sekreterliği Yönetmeliği ne denli değişmiş olursa olsun, kodlanmış bir zihniyet varlığını korumaktadır.
Nitekim kanunda devletin millî güvenlik siyaseti, ‘Millî güvenliğin sağlanması ve Millî Güvenlik Kurulu’nun tespit ettiği görüşler dâhilinde Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç ve dış savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaset’ olarak tanımlanmıştır.
Yasa tasarısının genel gerekçesi de dikkat çekicidir:
’12 Eylül 1980 öncesi devlete müteveccih iç tehditlerin ulaştığı boyutlar ve tehditler karşısında Millî Güvenlik Kurulu’nun tetkik, araştırma ve incelemeleri sonucu tespit ettiği ve büyük çoğunlukla 12 Eylül’den sonra uygulanan tedbirlerin, zamanın yürütme, yasama ve yargı organlarınca yerine getirilmemesi veya istenen şekil veya düzeyde uygulamaya konmaması sonucunda hasıl olan durumlarla tekrar karşılaşmayı önlemek için anayasanın öngördüğü esaslar çerçevesinde Kurulun ve Genel Sekreterliğin görev, yetki ve çalışma usulleri yeni tasarıda yer almış bulunmaktadır…’
Yaşanan bunca değişimden sonra tüm bunların karşılığını yok saymamak gerekir.
Hâlâ teşkilat yasalarında tüm bakanların birinci görevi, ‘devletin millî güvenlik siyasetini uygulamak’ olarak tanımlanmıştır.
Mevcut siyasi iktidarın yönetim tarzı bu çerçeveyi bugün anlamlı kılmıyor olabilir.
Demokratik bir Türkiye’nin, devlet değil, insan merkezli bir güvenlik tanımı olması hem simgesel hem fiilî açıdan çok önemlidir.
Dememiz odur ki arınmak daha çok çaba ister…
Zira arınma ve zihniyet arasında ilişki sıkıdır.