May 30, 2021
“ Vicdani Ret ” hareketi, 1989 yılında yapılan ilk vicdani ret açıklamalarından beri, hem savaş karşıtı bir toplumsal mücadele, hem de temel bir insan hakları mücadelesi olarak bu topraklarda varlığını devam ettiriyor.
Zorunlu askerlik hizmetinden dini inanç veya vicdani kanaatler nedeniyle muaf tutulma hakkı olarak tanımlanabilecek olan vicdani ret hakkı, temel hak ve hürriyetleri düzenleyen uluslararası bir sözleşme olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) koruması altında olduğu, ilk kez 2011 yılında, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin (AİHM) Bayatyanvs Ermenistan kararında kabul edildi. Bu tarihten sonra Türkiye aleyhine yapılan birçok başvuruda, benzer şekilde ihlal kararları verildi. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından Türkiye sık sık, bu kararların gereğinin yerine getirilmesi ve vicdani ret hakkının tanınması konusunda uyarılıyor. En son 2021 yılı Haziran ayına kadar bu düzenlemenin yapılması talep edilmişti.
Buna karşın, Türkiye aleyhine, vicdani ret hakkıyla ilgili AİHM tarafından verilen ilk karar, bu tarihten 5 yıl öncesine dayanıyor. Vicdani retçi Osman Murat Ülke’nin başvurusunda, vicdani ret itirazı, askerlikten muaf tutulmak için yeterli görülmemiş; buna karşın vicdani ret tavrı nedeniyle kişinin ardışık soruşturma ve davalara maruz bırakılması, temel hak ve hürriyetlerini kullanamaz hale getirilmesi “sivil ölüm” olarak nitelendirilmiş ve sözleşmenin 3. maddesi kapsamında, “insanlık dışı ceza ve muamele yasağı” kapsamında kabul edilmişti.
2011 yılında, dönemin Adalet Bakanı tarafından, vicdani ret hakkının tanınması için bir yasa çalışması olduğu ifade edildikten sonra konu ana haberlere taşınacak kadar gündem olmuş, ancak bir hafta sonra dönemin başbakanı Erdoğan tarafından “gündemimizde yok” denilerek gündemden düşürülmüştü.
Buna karşın vicdani reddini kamusal olarak deklare etmiş bine yakın vicdani retçi ve vicdani ret açıklamamış olmakla beraber, aynı motivasyonla zorunlu askerlikten kaçan yüzbinlerce “yoklama kaçağı/bakaya”nın yahut “firari asker”in hayatı bu hukuk tanımazlık tarafından belirleniyor.
Zorunlu askerliğin gereklerini yerine getirmeyen vicdani retçiler, ilk etapta yoklama kaçağı/bakaya olarak kodlanarak Milli Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı koordinesiyle haklarında idari bir “yakalama emri” çıkarılıyor. 31.03.2011 tarihli 6217 sayılı yasa ile yapılan değişiklikler gereğince, ilk yakalamaya kadar geçen süre “kabahat” olarak düzenlendiği için, ilk yakalamanın ardından ilgili Kaymakamlık tarafından “idari para cezası” kesiliyor.
Kesilen idari para cezasının kesinleşmesinden sonra aynı eylemin tekrar etmesi durumunda ise, bu kez eylem suç sayılıyor ve savcılık tarafından soruşturma yürütülerek hapis cezası istemiyle kamu davası açılıyor. Yoklama kaçağı/bakaya kalma suçu mütemadi suç olarak kabul edildiği için, yakalamayla kesintiye uğrayan eylem her tutanaktan sonra yeni bir ceza davasına dönüşüyor. Bu, bir vicdani retçinin aynı iradeyle hareket etmesinin sonucu olarak sınırsız sayıda dava ve bunun sonucu olarak da ömür boyu tekrarlanan hapis cezalarıyla karşı karşıya kalması sonucunu doğuruyor.
Kamu görevlerine alınma hakkı, kişinin askerlikte ilişiğinin bulunmaması şartına bağlı olduğundan kamu görevlisi olma hakkı elinden alınan vicdani retçilerin özel sektörde çalışması da yine yasaca engelleniyor. Yoklama kaçağı/bakaya olan kişiyi, yapılan ihtara rağmen çalıştıran işverenin hapis cezası ile cezalandırılmasını öngören Askeri Ceza Kanunu 75. maddesi uyarınca vicdani retçiler, özel sektörde dahi yasal olarak çalıştırılamıyor.
Öte yandan, vicdani retçiler, yakalamalardan kaçınmak amacıyla, gündelik hayatta da kaçak hayatı yaşamaya mahkum ediliyor. Her yakalama tutanağının yasal bir yaptırıma dönüştüğü gerçeği nedeniyle vicdani retçi, toplumsal ve gündelik hayatın birçok alanından uzaklaştırılmaktadır. GBT kontrolüne yakalanmamak için şehiriçi/şehirlerarası veya yurtdışı seyahatlerinden kaçınmak, cebri icradan kaçınmak amacıyla kendi adına banka hesabı kullanamamak, yerel kolluk birimine bildirildiği için otel ve benzeri tüm konaklama yerlerinden faydalanamamak, Emniyet makamları tarafından sunulan sürücü belgesi gibi belgelere hatta kendisine karşı işlenen bir suçla ilgili kolluk makamlarına şikayetçi olarak başvuramamak bunlardan sadece birkaçı. Burada sayılan birkaç maddenin dışında her vicdani retçi, karşı karşıya bırakıldığı hukuk teröründen kaçınmak amacıyla, hayatlarında yaptıkları düzenlemelerle sivil ölümü değişik şekillerde deneyimliyor.
Kanuni düzenleme ile uluslararası sözleşmenin farklı düzenlemeler içermesi halinde, sözleşmenin uygulanacağına dair Anayasa’nın amir hükmüne karşı, döneminin başbakanının/iktidar partisi başkanının bir sözüyle ülkenin tüm idari makamları ve mahkemeleri, vicdani ret hakkı ile ilgili ulusal mevzuatta kanuni bir düzenleme olmadığından bahisle işlem tesis ediyor.
Anayasa Mahkemesi ise, ilki 02.05.2014 tarihinde tarafımın başvurucu olduğu bireysel başvuru olmak üzere, onlarca vicdani retçinin bireysel başvurularını karara bağlamamak şeklinde bir taktik izliyor. Şu anda AYM önünde, 2014-2015 yılından kalan dosyaların çoğu vicdani ret dosyaları. Başvuruculardan biri de, 2006 yılında AİHM’den ihlal kararı alan Osman Murat Ülke. AİHM’in “sivil ölüm” tespitine ve ihlal kararına rağmen Ülke, halen yargı ve kolluk tacizine maruz kalmakta.
Bu durum, mevcut siyasal iktidar karşısında Anayasa’nın amir hükümlerini uygulayacak hiçbir yargı makamının, hiçbir idari merciinin kalmadığının da en açık göstergelerinden biri olarak varlığını devam ettiriyor.