Zorunlu askerlik ve kitlesel ordu, görece yeni bir tarihsel olgu olup ulus-devlet yaratma sürecinin bir diğer yüzüdür. “İlk olarak Avrupa’da ortaya çıkan ulus-devletlerin, yurttaş yaratma sürecinde orduyu önemli bir araç olarak kullanmalarıyla başlayan bu olgu, çok geçmeden, 18. yüzyılın sonlarından itibaren Türkiye’nin de gündemine girmiş ve bu coğrafyada her erkeğin belirli bir yaş diliminde askere alındığı sistem giderek yerleşikleşmiştir.”(1) Bu sayede de “ulus-devletin kuruluşunu ve bekasını güvence altına alacak ‘millî bilinç’in, eğitimli olmayan çok geniş bir kesim dolayımıyla geniş bir halk kitlesine yaygınlaştırılması aranmıştır.”(2) Bu hak ve yükümlülük olarak, yurttaş olduğu varsayılan kesime yaygınlaştırılan zorunlu askerlik “ulusal devleti korumak ve kollamak yönünde daha dar bir fedailik, bu devletin çıkarları için bu yeni ama dünyevi kutsala adanmış bir misyon olarak toplumsal zihniyette ‘vatan ve millet uğrunda’ kayba uğramanın bir şeref, imtiyaz ve saygınlık meselesi haline getirilmesi gerekmiştir”(3)
Kurucu ideoloji, zorunlu askerlik ve azınlıklar
Ulus-devlete özgü zorunlu askerliğin imparatorluk bünyesinin çok dilli ve çok dinli yapısına – imparatorlukların yapısı gereği- uygulanması sorunları beraberinde getirmiştir. Askerliğin bir gaza geleneği olarak da algılanması, imparatorluğun aynı dinden olamayan unsurlarının bu yeni yapıya uyarlanması bir takım sorunlar doğuracağı hesaplandığında ise, yurttaş tanımı ümmete indirgenecektir. Ahmet Cevdet Paşa çıkacak sorunları Ma’rûzât’ta söyle sıralıyarak, Gayrimüslim azınlıkların eli silah tutacak kişiler olmadığı yargısına varır. “Kumandanların başı sıkıldığı zaman askerin ırk-ı hamiyyetini tahrîk ile anları sabr u sebata teşvîk ve fevkalâde fedâkârlığa sevk içün belâgat-ı askeriyyeye mü-râca’at eyler. Ehl-i İslâm içün bu bâbda en müessir olan sözler dahi ‘yâ gaza yâ şehâdet, haydi dîn-i mübîn uğruna çocuklar’ kelâmatıdır ki ehl-i islâm, analarının kucağında iken kulaklarına gaza ve şehâdet sözleri işlemiş; sonra mektebde dahi gaza ve şehâdetin ne büyük bir mertebe olduklarını bellemiş ol-mağla bu gibi tergîbât-ı diniyye anları fedailik yolunda harekete mecbur eder… Mahlut bir taburun binbaşısı lede’1-hâce askeri gayrete getirmek içün ne diyecek?… bizde “vatan” denilürse askerin köylerindeki meydanlar hatırlarına gelür. Biz şimdi “vatan” sözünü ortaya koyacak olsak, mürûr-ı zaman ile bizde de efkâr-ı nâs-da yer ederek Avrupa’daki kuvveti bulacak olsa bile gayret-i diniyye kadar kuvvet alamaz. Ve anın yerini tutmaz. Husulü de çok vakitlere muhtâc olur. Ol vakte kadar ordularımız ruhsuz kalır. Bir de nefer Hasan kendüsünü ölüme sevk edecek yüzbaşı Hristo’ya bir dar vakitde itaat eyliyecek mi?… Hıristiyanlardan asker alınmağa başlayınca ehl-i İslâm gibi onlara da kanunen müstahak oldukları rütbelerin i’tâsı lâzım gelir… Kaldı ki harekât-ı aske-riyye esnasında asâkir-i İslâmiyye fevkalâde metâ’ib-i seferiy-yeye mütehammil olup, hele burunlarına barut kokusu gelince, cebehâne ile kuru peksimedden başka bir şey istemezler. Amma Hıristiyanlar bu mertebe meşakketlere dayanamazlar. Her ay başında aylıkları verilmek ve her gün me’kûlât ü meşrubatları mükemmelen tedarük ü i’tâ olunmak lâzım gelir…”(4) Ahmet Cevdet Paşa, sorunun aşılması için askere alınamayan Müslümanların işaret ederek, Çukurova, Maraş ve Antep bölgesinde göçer aşiretlerin ve Dersim’de kontrol altına alınamamış ve isyan halindeki aşiretlerin tedibi ve yerleştirilmesiyle de önemli bir asker kaynağına kavuşulacağını belirtir.
Buradan hareketle cumhuriyet projesi de ümmeti etnik yapıya indirgeyecektir yurttaşı tarif edecektir. Cumhuriyeti kuran kadronun ideolojik yapısı bakımından bu anlaşılır bir durumdur. Bu kadronun filizlendiği ortam gereği Yeni ulus-devletin merkezine asker-millet ideolojisini koymalarını doğal bir sonuçtur.
Bu ideolojik iklime Almanların etkisi küçümsenemez. Prusya ordularının Fransa üzerindeki üstünlüğü ve Alman Birliği Savaşlarındaki Prusya ordusunun gösterdiği başarılar, kıta Avrupa’sında olduğu gibi Osmanlıyı da etkilemiş Abdülhamit Osmanlı ordusunun reorganizasyonu için Prusya Ordusundan askerleri danışman olarak çağırmıştır. “Bu çerçevede İstanbul’a gelen ilk Alman komutan Süvari Albayı Köhler’dir. II. Abdülhamid Köhler’i general ve özel danışmanı yapmıştı. Köhler Paşa’nın 1883 yılında ölmesi üzerine, yerine Almanya’dan Kurmay Yarbay von der Goltz gönderildi. Von der Goltz’a da general rütbesi verildi ve Paşa askerî okullar müfettişi yapıldı. Osmanlı ordusunun 1897 Yunan Savaşı’ndan başarı ile çıkmasında von der Goltz’un özellikle askerî eğitimde, taktik ve strateji anlayışında getirdiği yeniliklerin büyük rolü olmuştur. Von der Goltz, aynı zamanda, II. Meşrutiyet’i ilan eden ve daha sonra Cumhuriyet’i kuran kadro üzerinde, Harbiye ve Erkân-ı Harbiye mekteplerinden hocaları olmak hasebiyle büyük bir etki ve hayranlık yaratmıştır. Bu etki ve hayranlık, Goltz’un kişiliğini aşarak büyük bir Alman etkisine ve hayranlığına dönüşmüş, bütün ordu yavaş yavaş Alman doktrin ve devlet ideolojisine göre biçimlenmeye başlamış, bu kanalla Alman devlet ve askerlik anlayışı da çok güçlü bir biçimde Osmanlı askerî bürokrasisini etkilemişti.
Bu anlayışın merkezinde önemli bir yeri asker-millet ideolojisi tutmaktaydı.Prusya devletini Prusya ordusu kurmuştu. Bu yüzden Prusya ve Almanya’da birbirini izleyen siyasi gelişmeler, her yerde olduğundan daha fazla, ordunun güdümündeydi ve bu gelişmeler çoğunlukla ordunun egemen güçle ilişkilerine ve onun komutanlarının isteklerine bağlıydı.”(5)
Bütün ittihatçıların (Osmanlı son dönem askeri kadro ve Cumhuriyeti kuran kadroların) harp Akademisinden hocası olan Von der Goltz’un yazdığı Millet-i Müsellaha kitabı projenin kuramsal dayanağını oluşturacak ve bu kadroların ruh haline yön verecektir. “Millet-i Müsellaha, esas itibariyle zorunlu askerliğe dayalı millî ordunun Avrupa’daki gelişimini anlatır. Von der Goltz Paşa, kitaba yazdığı önsözde, ‘Prusya ordusu müstakbelde Prusya ‘millet-i müsellaha’sı olacaktır kavli, hükümdarımızın [I. Frederich Wilhelm] lisanından 12 Kanûn-ı Sâni 1860’ta irâd etdiği nutuk-ı resmî sûresinde südûr etmiştir. O zamandan beri üç muhârebe-i şedide de fiilen sabit olmuştur. Binaenaleyh eser-i acizânem bu hakikatin, yani millet-i müsellaha kavlinin umum Almanların kalblerinde mahkûk [hakk edilmiş]bulunmağa liyakatini te’yid içün yazılmıştır.’der. Friedrich Wilhelm’in bu kısa ama özlü cümlesinde bir ordu-millet tasvir ve tarif edilmektedir. General Colmar von der Goltz ve irili-ufaklı diğer Alman uzmanlar, genç subaylara bu doktrini aşılarlar ve öte yandan geç dönem Osmanlı ordusu bu ilke gereğince teşkil ve tanzim edilir. Subaylar ve ordu burada vaz’edilen ruh haliyle ve inançla son Osmanlı savaşlarına katılırlar, Millî Mücadele’ye bu ruh hali yön verir ve en nihayet genç cumhuriyet böyle bir millet, böyle bir ordu ve böyle bir devlet tasavvuruyla yola çıkar. Özellikle 1912-13 Balkan Savaşlarının ardından bu yöndeki fikriyat askerî mahfilde olgunlaşmaya başlamıştır.”(6)
Bu projede bilineceği üzere Gayrimüslimlere yer yoktur. Paradigma Türk-Müslüman üzerine kuruludur. Paradigmayi bu eksen üzerine şekillendirecek argümanlar dini motiflerce güçlendirileceği için ayrı bir dinin mensupları, yeni şekillendirilen tasavvurda yer alamayacaklardır. Gayrimüslimlerin talihine amele taburları düşer. Bir ideolojik sürekliliği ifade eden Kemalizm’in (İkinci Jöntürk dönemi) şekillendireceği yeni millet tasavurun da da Gayrimüslimler yer almayacaklardır. Bu kararlılık Yunanistan’la yapılan nüfus mübadelesi antlaşmasında daha kristalize olarak ortaya çıkacaktır. Ancak İttihatçılar tarafından askerliğe sürekli vurgu yapılmasına ve cihat fetvası da çıkarılmasına rağmen savaş sırasında asker kaçakları sorununu çözülemez. Osmanlı’da asker kaçaklarının oranı çok yüksektir; “Avrupa’da seferber edilen orduların yüzde 0,7 ile yüzde 1 kadarını asker kaçakları oluştururken, Osmanlı İmparatorluğun’nda bu oran yüzde 20’lere varıyordu.”(7)
Zürcher, “Onlara defalarca belirtildiği üzere Kuran’da savaş alanını terk etmemek konusunda kesin bir hüküm(8) bile varken neden bu kadar çok Türk askeri firar ediyordu?” Sorusunu “savaş girişimini etkili bir propaganda ve beyin yıkama aracılığıyla nüfusun modern seferberlikle desteklemiyordu.”(9) Diye cevaplar. İttihatçılar 2. jöntürk döneminde bunu fazlasıyla yerine getirecekler ve Ordu-millet yaratacaklardır. Harbiye İkmal Şubesi Müdür Vekili Miralay Behiç Bey (Erkin) şöyle resmetmektedir: “Enver Paşa’nın kanaatince askerin firarı korkudan, benim ve daha birçok arkadaşlarımın kanaatince de eratın birçok yolsuzluklara tahammül edememelerinden ileri gelmekte idi. Bu mesele hakkında ordularımızın komutanlarının fikirlerini sorduk; aynı neticeye vardık. Yâni fena ve az gıda, alışılmayan iklimlere tahammül edememek, fena giyinmek, kadın ihtiyâcı, sigara İhtiyâcı, ara sıra izin alıp ailesini görememek, siperlerde uzun müddet kalmak v.s. Memleketimizin o zamanki perişan hâli bütün bu mahzurları izâle edecek imkânları tahsile müsait değildi.
Firar edemeyen erat arasında intihar edenler ve cinnet getirenler de vardı. Kasten kendini yaralayanlar eksik değildi. Bu sonuncular derhâl îdâm olunuyorlardı. Firarın cezası îdâm olduğu hâlde, firarın önünü almak mümkün olamamış; bilâkis günden güne artmıştır. Siper hayâtından bıkanlar arasında mahsus kabahat işleyerek hapsolunmak (10) ve bu sayede geriye gitmek vak’aları artmıştı. Bunun için bir kânun yapıldı; bu gibilerin hapis cezası dayak cezasına çevrildi. Enver Paşa, firara karşı esaslı tedbir alacak yerde şiddeti artırdı. Bu gibi şiddetli kararlar dâima Enver Paşa’nın Suşehri’nde III. Ordu Komutam Vehip Paşa ile mülakatı sırasında veriliyor ve oradan bize tebliğ olunuyordu. Meselâ;A. Kur’a ile îdâm. Vilâyet İdare meclisleri ele geçen firarileri toplayıp kur’a çekecekler, l, 11, 21,… çekenler derhâl orada asılacak ve diğerleri kıt’alarına sevk olunacak. Bu emri bâzı vilâyetler tatbik etmişler ise de, zannedersem Talât Paşa’nın müdahalesiyle sonra vazgeçilmiştir.B. Firarilerin evlerini yıkmak ve ailelerini sürmek. Bu hususta bir kânun hazırlanması için Enver Paşa, beni Adliye Nâzırı (vekili) İbrahim Bey’e gönderdi. Ben şahsen böyle bir kânunun aleyhinde idim. Zâten İbrahim Bey bu İşten haberdar imiş.İbrahim Bey’le konuşurken elimden tuttu, beni yandaki küçük bir odaya götürdü; orada kendisine tevcih edilen fahrî süvari mülâzımlığı elbisesini göstererek, İşte ben de sizden oldum, sizin gibi düşünüyorum amma, dur bakalım, bizim çömezleri çağıralım ne diyecekler? diyerek Ceza ve İdare İşleri Umûm müdürleri Tâhir ve Münip beyleri çağırttı. Bunlara bahis mevzuu kanun lâyihası hakkında izahat verdik. Tabiî böyle hukuka mugayir bir fikrin aleyhinde bulundular. Ben, İbrahim Bey’e Müsaade buyurun, ben beylerle görüşeyim diyerek çıktık. Benim de bu fikre muhalif olduğumu Tâhir ve Münip beylere anlattım. Bu kanun lâyihası yapılmadı amma, Enver Paşa emir vermiş, bâzı yerlerde tatbikata geçilmiş, bu meyanda bir Ermeni kadını İstida ile, ‘Bir oğlum Çanakkale’de topçu zabiti, birçok düşman uçağı düşürmüş, terfi etmiş, imtiyaz madalyası almış; diğer bir oğlum ise er, nasılsa kaçmış, takdir edilen oğlumun hizmetleri kaale alınmıyor da öbür oğlumdan dolayı evim yıkılıyor ve ben sürülüyorum. Bu ne adaletsizliktir’, diye müracaatta bulundu idi. Bu istidayı Ordu Dâiresinden geçmesi dolayısıyla ben de görmüştüm.Firar meselesi öyle bir şekil almıştı ki bugün bir firariyi îdâm eden manga eratından bâzıları ertesi günü kendileri kaçıyorlardı. Yâni îdâm cezası dahi müessir olamıyordu. Bâzıları kasten frengi hastalığı alarak askerlikten kurtulmaya teşebbüs ediyorlardı. Nihayet frengili amele taburları teşkiline mecbur olduk.
Askerlikten kurtulmak için sun’î hastalıklar, sahte izin vesikaları misilli türlü türlü çârelere başvurulduğu gibi zenginlerin, bâzı karakteri zayıf doktorlardan rapor almak, asker alma şubeleriyle anlaşmak gibi suiistimaller günden güne artıyor, bunlarla başa çıkmak bizim için çok müşkül oluyordu.”(11) Behiç Bey’den yapılan bu uzun alıntı o günlerdeki asker kaçaklığının boyutları hakkında bir fikir sahibi olmak bakımından önemlidir, asker doğan Türkler kitleler halinde askerden kaçmaktadırlar.(12) Bu durum Milli Mücadele sırasında da devam etmesi üzerine, BMM Hükümeti İstiklal Mahkemelerine başvuracaktır. Konya mebusu Vehbi Bey Mecilste durumu şöyle özetlemektedir: ”Ordudaki asker kaçakları, tüm arkadaşlarımız bundan haberdar. Konya’da iki yüz adamı trene yerleştiriyorlar ve Karahisar’a (Afyon) sadece otuzu varıyor. Üç yüz kişilik bir tümen üç gün içinde yüz elliye düşüyor”(13) Asker kaçakları sorununu Milli Mücadele sırasında İstiklal Mahkemelerini kullanarak, idam cezalarıyla aşan Kemalistler, Yeni Cumhuriyette bu konuya önel önem vererek bir seferberlik gibi algılamışlar laik devlet söyleminin yanında askerliği dini motiflerle yücelterek toplumu topyekün seferber ederek şartlanmayı ilkokul düzeyine indireceklerdir. “Medenî Bilgilerin devamı niteliğindeki Askerlik Vazifesi kitabında Afet İnan, günümüz şartlarında askerlik sürelerinin özellikle iktisadi nedenlerle kısaltılmasına karşılık, ‘İcabında, bütün milletin vatan ve istiklâl uğrunda silaha sarılması esas olarak kabul olunmak lâzımdır. Bunun için bütün vatandaşların, askerlik vazifesini yaparak askerlik talim ve terbiyesini öğrenmesi lâzımdır,’ der. Böylelikle esas işlevi milletin özgürlüğünü temin olan devletin, bu özgürlüğü hangi aletle garanti altına alacağı da ortaya çıkmış olur: Ordu! Ama bütün vatandaşların katılmakla yükümlü olduğu kitlesel, nitelikli millî bir ordu! ‘Millî ordu Milletin birliğinin ve Devlet varlığının en göze çarpan timsalidir’… Hiç şüphesiz bu bilgilerin en disiplinli ve kararlı aktarım yeri ordu ya da ordu nizamında tertiplenmiş ortamlar olacaktır. Bu nedenle liselere Askerlik dersleri konulmuş, hatta yaz tatilinde bir ya da iki aya kadar uzanan askerlik kampları tesis edilmiştir. Ordunun özellikle Balkan Savaşlarının ardından yüklendiği misyon, Afet inan’ın satırlarına sızdığı gibi, Bonapartist-Korporatist bir devlet yapısının habercisidir. Bu devletin ideolojisi de elbette Türkçülük olacaktır ve edebi ve siyasi mahfillerde ateşlenen Türkçülük ilk olarak orduda temel bir referans haline gelmiştir… Afet İnan’ın resmî ideolojiyi aktaran kitaplarına yansıyan ordu-millet fikri, bir mücadele (Atatürk’ün deyimiyle ‘mübareze’) alanı olarak devletlerarası dünyada ayakta kalabilmek için birinci koşuldur.”(14)
Bu topyekün seferberliğin örgütlenmesi için Milli Seferberlik Direktörlüğü kurulacak, okul çağındaki gençler yaz tatillerinde kamplarda askeri eğitimden geçirilerek savaşın bir zorunluluk olduğu belletilecektir. “Yurt müdafaası, bir savaşın ifadesidir. Bu savaş insanla doğdu, tarihle büyüdü, medeniyetle genişlerdi ve içinde bulunduğumuz asra yepyeni metotlarla girdi.”(15) Parti programında da bu topyekün seferberlik direktifi yer alacaktır. “Vatan müdafaası ulusal ödevlerin en kutlusudur. Bu uğurda yurdun canlı ve cansız bütün varlıklarını ve kuvvet araçlarını kullanmayı esas alırız.” Tabiidir ki bu savunma ödevinde Gayrimüslimlere nafıa askeri denilen yeni amele taburlarında sürünmek düşecektir. Ordu birliğin sembolü olarak tarif edilecek “Ordumuz Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesi, Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarfetmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi imkânsız temelidir. (Atatürk)”(16) Ordu, Türk milliyetçiliği adına, milletin yediden eğitimden geçtiği bir okul işlevi görecektir. “Türk ordusu, kadını ve erkeğile bütün Türk milleti demektir. Daima daha kuvvetli olmak için bu millet her sene yüzbinlerce evladını kısaca ordu dediğimiz ve yalnız adının bile hudutsuz bir gurur ve heyecan kaynağı olduğunu bildiğimiz bu en büyük okula, millî emniyet, millî müdafaayı, millî disiplini öğrenmek için gönderiyor. . . Türk ordusu Türkiyenin yalnız emniyet vasıtası değildir. Türk millî, içtimaî benlik duygusunu daima en yüksek derecelerde, daima uyanık tutan en büyük millî kültür ocağıdır. Bu büyük dissiplin ve güven okulunu en müterakki, en bol, en mütekâmil vasıtalarla teçhiz etmek birinci millî vazifemizdir… Bu kadar yüksek ve şerefli ödevleri ve mesuliyetleri elinde tutmakta olan ordumuza ve onun kahraman ve fedakâr mensuplarına içten gelen sevgi ve saygı duygularını daima taşımak ve ordu için, yurt müdafaası için yetişmek Türk gençliğinin başlıca millî borcu ve yurt ödevidir. Türk gençliği ordu saflarına girdikleri, ordunun yüksek varlığını yakından anladıkları ve ordu hayatını bütün safhalarile yaşadıkları vakit, yurt müdafaası gibi millî ve şerefli bir ödevi silâhlı bir kuvvet halinde üzerine almanın ve başarmanın derin zevkini tatacaklardır.”(17) Bu tasavvurda bazen daha da ileri gidilerek Türk unsurun dışındaki unsurların bile yeri olamayacaktır. Harp okuluna alınacak öğrencilerin giriş şartları sayılırken öz Türk ırkına vurgu yapılacaktır:
“…2- Giriş şartları
A-Öz Türk ırkından olmak…”(18)
Bu süreçte, Ordu-millet (Millet-i Müsellaha’nın Kemalistlerce bir başka ifadesi) kavramı Kemalistlerce dini motiflerle daha ileriye götürülerek millet, gayrimüslimlerin yer alamayacağı bir şekilde tahkim edilecektir: “Allah; yeryüzünde Hak ve adaletin teessüs ve bekasını ister. Dinler de gaye; bunu tesis ve muhafazadır. Bunun idâme ve müdafaasına son vasıta; ordulardır. Bu mukaddes hakların korunması ve sulhun bekası içindir ki Askerlik bir mükellefiyettir, Ve mukaddes bir vazifedir. Ordular ki bir milletin maddî ve manevî bütün bir sermayesi ile vücut bulur, böyle cıhazlanır, ve bütün bir milletin yaşama ümitleri; bu sermayeye bağlanır, o orduların kuvvetini artırmak, kıymetini yükseltmek için ne yapılsa yerine ve değerinedir… Öyle bir asker ki; ölsün fakat bozulmasın. Ancak emirle yürüsün, emirle çekilsin ve dur! denilen yerde dursun, öl denilen yerde ölmeği, ölümlerin en şereflisi bilsin. Onun harpte şahsî hiç bir ihtirası, hususî maksadı olmasın… işte askerlik bu kadar mühim ve bu kadar yüksektir. Ve manevî terbiye askere bu derece elzemdir… Dîn yoliyle Allah; herkesten ister ki:.. Allahın bu istediklerini… öyle güzîde insanlar, has kullar vardır ki… Bu yolda canlarını, mallarını hiç bir şeyini esirgemezler. Bunlar; Allahın askerleridir. İşte milletin askerleri de böyle olmak mecburiyetindedir… başka türlü ne Allaha, ve ne de millete askerliğin hakkı verilemez. Ve o en şerefli sıfat kazanılamaz… Bağlılığın iktizası sadakattir. Sadakatin icabı fedâkârlıktır. Askerlik mukaddes bir vazifedir. Vazifeyi emirler tayin eder. Vazife; mukaddes, ve emirler; hak bilinmedikçe onlar seve seve yapılmaz… Evvelâ Allah; bilinmeli ki ona güvenilsin… Ona tam güven hasıl olmalı ki ona tam teslimiyet hasıl olsun… Ve tâ ki onbaşının emri ilâhî bir tebliğ kuvvetini bulsun… Allahın iradesiyle ve onbaşının rızası hakkın rızası ile birleşsin… İmdi: Din terbiyesi vermek;, askeri iç kuvvetile doldurmak demektir. Vazifeyi, Allahın emrettiği esas vazifelere bağlamak; o vazifelere en yüksek kıymeti temin etmek demektir… Askerlikte manevî kültürde gaye; hizmeti Allaha irca ederek mukaddes hale koymak, emirlere kudsiyet vererek Allahın iradesine bağlamaktır. Ancak bu tesirledir ki insan; manevî hayatta kuvvet bulur ve askerlik hizmetini ibadetten bir safha bilir…”(19) Ömer Fevzi Mardin, konuyu ayetlerle ve hadislerle süsleyerek, resmi ideolojiyi dinle tahkim eder
Burada meşrulaştırma aracı olarak laik devletin dini argümanları kullanmasının eşsiz örneğini görmekteyiz. Burada devletin bu argümanlara inanıp inanmaması önemli değildir, önemli olan kitlelerin bunu ne kadar inanıp üretmeleridir. “Meşrulaştırma mitlerine güçlerini veren şey aslında onların doğrulukla ilişkili değerleri değildir, daha ziyade insanların bu inançları gerçek,doğru ve adil olarak kabul etme düzeyidir.”(20)
Cumhuriyet ve Yurttaş
Yukarıda da örnekleriyle gördüğümüz gibi, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ideolojik açıdan faşizme göz kırpan bir milliyetçiliğin kurumsallaştırılmaya çalışıldığı ve vatandaş olarak tanımladığı siyaseten başat ve güçlü etnik kimliğe mensup yurttaş/bireyin bile bu bütüncül bir yapıda sürekli kendini bu yapıya kanıtlaması gerektiği düşüncesi resmi ideolojinin bir parçası olmakta ve yuttaş/birey bu bütüncül yapıda sürekli izlenmekte/ezilmektedir. Yurttaş/birey, resmi ideoloji karşısında sürekli imtihan halindedir. Bize ait olan adların bizden daha değerli olduğuna dair yaygın inanış da bunu besleyen en önemli öğelerden biridir. “Türklük bizim için hala kanıtlanması gereken bir nitelik. Ne de olsa devlet tarafından tanımlanıp, bireylere verilen: vatandaş olup bir milletin parçası haline gelmemiz için layık olmamız gereken bir kimlik… Kısacası Türklük ‘zaten’ bize ait olan, kimsenin ‘bizden’ alamayacağı ‘doğal ve sıradan’ bir benzeşme halini ifade etmiyor. Sanki bizim üzerimizde duran, ancak doğru bir düşünme ve davranma kalıbını benimsediğimiz ölçüde yaklaşabileceğimiz ideal bir durum”(21) Siyaseten başat ve güçlü olan etnik kimlik bu şekilde sürekli sorgulama halindeyken, bu yapının içinde eğreti bir şekilde durdurulan siyaseten zayıf grubun -azınlığın- karşı karşıya kaldığı durumu daha iyi açıklamaktadır diyebiliriz. Bütüncül kimlikler altında ezilen bireyin kendini de bu bütüncüllüğün içinde kimliğini ifade etmesi ve kişilik kazanması şeklinde tanımlayabileceğimiz bu evren, devlet-birey ilişkisinin önemli ayaklarından biridir. Bu süreçte askerlik son derece önem kazanmaktadır. Askerlik, Türklük ortak kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. ‘Her Türk asker doğar!’
Azınlıkların bu yapının neresine konulduğuna baktığımızda ise, Azınlıkları bu şerefe layık görülmezler. Balakian, Gayrimüslimlerin askerlik ‘hizmeti’nden dışlanmasını ayrımcılığın bir parçası ve Osmanlı dönemindeki Gayrimüslim azınlıklara bedel uygulamasını da aşağılama olarak nitelemektedir; “Orduda hizmet edemeyecek kadar aşağılık kimselerdik, ama bunu parayla ödemek zorundaydık”(22) sözleriyle gayrimüslimlerin nasıl aşağılandıklarını ifade etmektedir.
Azınlıklar ve askerlik
1789 Fransız Devriminden sonra oluşan yurttaşlık kavramının en önemli bileşenlerinden olan askerlik hizmetinde, gayrimüslim nüfus ayrık tutulmuştur. Hor görülen ve genelde aşağılanan azınlıklar belli mesleklerden ve görevlerden, özellikle askerlikten ve kamu hizmetlerinden uzak tutulmuşlardır. – Sınırlı olarak 1909 öncesi donanmada angarya görevlerini askerlikten saymazsak- Bu düzenlemeler temelinde Gayrimüslimler, başka seçenekler aramaya ve askerlikten ve hükümetten uzakta durmaya – zorlanmadıysa da – itilmiştir. 1914 yılındaki “Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-ı Muvakkati”ne kadar gayrimüslimler askere alınmamışlardır. Ancak Balkan savaşında Gayrimüslim gönüllüleri askerde görmekteyiz. Azınlıklar bu savaşta, Gayrimüslim gönüllülerden oluşan birliklerde kendi dindaşlarına karşı savaşmışlardır. “[Balkan savaşında] Müslüman arkadaşlarıyla birlikte mücadele edip, fedakârlık örneği sergileyen gayrimüslim Osmanlı askerleri de vardı. Yanya savunmasında görev yapan Ermeni askerler, komutanlarının takdirini kazanacak derecede başarılı olmuşlar, her şeye rağmen yerlerinde kalıp, direnme cesareti göstermişlerdi. Zayiat listelerinde çok sayıda Ermeni isminin bulunması tesadüf değildi. Aynı tarihte Osmanlı ordusunda yedek subay olan Ermeni Ohannes’de, Yanya’da Arnavud redif askerlerinin mevzilerini terk etmemeleri için büyük gayret sarfetmiş ve onları savaşa devam etmeye çağırmıştı… Anadolulu Ermeni ve Rumların mevzilerinde kaldıkları; firar eden askerler yüzünden müteessir oldukları görülüyordu… Yahudiler de Müslüman arkadaşları gibi hizmet ediyordu… Çavuş Mişon, savaşın en dehşetli anında bir takıma kumanda etmiş ve gösterdiği gayret ve cesareti sayesinde komutanlarınca takdir edilmişti”.(23) Aynı Takdiri Sarıkamış felaketinde gösterdikleri fedakârlıklarından dolayı Enver’de Ermeni Askerleri için gösterecek, onları kutlayacak,(24) ancak bu takdirler gayrimüslim Osmanlı Askerlerinin tüm fedakârlıklarına karşın amele taburlarında kırılmalarını önleyemeyecektir. “Türk Hükümeti, Hıristiyanlara katiyen güvenmiyor ve onlara ne silah ve ne de üniforma vermeden Amele Taburu denilen özel çalışma birliklerine yolluyordu ve bu özel birliklere, ‘ölüm taburu’ demek daha doğru düşerdi”.(25) Teşkil edilen amele taburları askerlik çağındaki Gayrimüslimleri öğütme mekanizmasına dönüşmüştür. “Amele taburlarında bu insanlar aç ve uykusuz günlerce çalışa çalışa (yol yapmak tünel kazmak, taş kırmak suretiyle ) kan tükürerek, tifüsten titreyerek birer, birer ölüp giderler. Tam da istendiği gibi, sessizce, süngü ya da kurşun harcanmaksızın”.(26)
Milli Mücadele ve azınlıklar
Kemalistlerin bu görüşleri doğrultusunda azınlıklar Milli Mücadele sırasında da dışlanacaklardır. Milli mücadeleye yardım eden bir çok Gayrimüslim kişiler bugün bir iftihar vesilesi olarak sayılırken, BMM’inde bir tek Gayrimüslim üye olmadığı gibi askerlik çağında olanlar da amele taburlarından kendilerini kurtaramayacaklardır. Milli Mücadele sırasında “Ankara kontrol bölgesindeki istikrarı bozabilecek her türlü unsuru askere alarak sorunu çözümleme kararındadır, hatta gayrimüslimleri de askere alarak bunlardan gelebilecek tehlikeyi bertaraf etmek için Osmanlı gibi yeniden Amele taburları oluşturulmuştur. Merkez Ordusunun 12 Mart 1921 tarihli detaylı emrinde bu amele taburları teşkili, saka arabaları ve koşumlu hayvanların temini ile birlikte zikredilmektedir.(27) “Hıristiyanlardan yeni askere almalarla birlikte Amele Taburları’nın bulunduğu yer ve mevcutları 18.4. 1921’de şöyledir:
Samsun Amele Taburu: 8 subay, 597 er, 5 hayvan,Samsun’da
Havza Amele Taburu: 5 subay, 339 er, 4 hayvan,Amasya’da
Merzifon Amele Taburu: 6 subay, 204 er, 6 hayvan,Merzifon’da
Sivas Amele Taburu: 9 subay, 285 er, 6 hayvan,Sivas’ta
Tokat Amele Taburu: 5 subay, 201 er, Tokat’ta
Çorum Amele Taburu: Bu sırada daha kuruluşunu tamamlayamamıştır.
Yol İnşaat Taburları’nın merkezi Havza ve taburlar İstihkam Kaymakam Ahmet Cemil Bey emrindeydi. Taburlar bu mevcutla yetinmeyecekler ve peyderpey celbedilen Hıristiyanlarla mevcudun 800’e çıkarılması için çalışmalara devam edilecekti[r]”(28) Bölgesindeki “taburların sevki için Merkez Ordusu gerekli işlemleri yaptı. Yalnız Çorum Taburu Şark Cephesi’ne değil, Yahşihan’a sevk edildi.1921 Ağustos’unun ortalarına kadar süren sevk ile Şark Cephesi emrine gönderilen taburların mevcutları şöyleydi:
Havza Amele Taburu: 17 muhafız, 326 gayr-i muslim
Merzifon Amele Taburu: 28 muhafız, 321 gayr-i muslim
Tokat Amele Taburu: 15 muhafız, 122 gayr-i müslim
Çorum Amele Taburu: 30 muhafız, 404 gayr-i müslim
Sivas Amele Taburu: 22 muhafız, 414 gayr-i müslim
Samsun Amele Taburu: 30 muhafız, 185 gayr-i müslim.”(29)
Bu taburlara numaralar verilmiştir ve numaralar 8 den başlamakta 13 te bittiğine göre başka amele taburları da söz konusudur.”(30)
İmparatorluk döneminde olduğu gibi Yeni Türkiye Cumhuriyetinde de oluşturulan ordu-milllet ve Türk Askeri tasavvurunda Gayrimüslim azınlıklar yoktur. 2. Savaş sırasında da bu gelenek devam ettirilecek askerlik adı altında amele taburları teşkil edilecektir.
Lozan ve azınlıklar
Türkiye Cumhuriyetinin Kurucu Anlaşması Lozan görüşmeleri sürerken Türk delegasyonunun azınlıklara bakış açısı misak-i milli sınırları içinde Gayrimüslim azınlık bırakmamaktır. Kurucu Antlaşma düzenlenirken Müttefik ve Ortak Devletlerin azınlık sorunlarına ilgi göstermeleri “bu ülkelerde ticaret yapan kendi vatandaşlarını koruma endişesinin rol oynadığı söylenebilir.”(31) Türk delegasyonu antlaşma maddelerinin etnik temizliğe aracı olacak şekilde düzenlenmesine özen gösterdiklerini görmekteyiz. Lozan delegasyonunun önemli ve etkin isimlerinden Sağlık Bakanı Rıza Nur bu düşünceyi açıkça dile getirmekten çekinmemektedir: “Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en adil, en hayati iştir.”(32)Demektedir.(33) Bunu gerçekleştirebilmek için de en önemli silahın da Lozan’da azınlık hakları görüşülürken Gayrimüslimlerin askere alınmasının antlaşmaya konmasının olduğunu düşünmektedir: “Bu aralık hiç olmazsa Hırıstiyanların, askerlikte müstakim taburları olmasını, biraz sonra da geri hizmetinde kullanılmasını teklif ettiler. Benim zorum: Behemehal asker olmalılar ve istenilen yerde kullanılmalılar. Bunda kararlıyım. Israrımın sebebi şu: Türkler askere gidiyor, dükkânını kapatıyor, ticareti gidiyor. Hıristiyan ise, kalıp zengin oluyor. Türk karısının koynunda kalamıyor. Çocuk yapamıyor, Hıristiyan yapıyor. Türk harpde kırılıyor, Rum kırılmıyor, çoğalıyorlar. Türkiye’nin çok yerinde eskiden Rum yok veya çok az iken bu suretle çoğalmışlardır. Beni nihayet celsede fena sıkıştırdılar. Ben de resmen söyledim. Hem cevap bulamadılar, hem de çocuk yapma mes’elesine güldüler. Keza Rum ve Ermeni askerlikten pek korkuyorlar Hele Harbi Umumi’de yapılan amele taburları gözlerini pek yıldırmış. Demek ki askerlik olursa, gençler askerlik çağı gelince Yunanistan’a kaçacaklar. Yirmiden yukarı yaştakiler de ecelleriyle öle öle bitecekler. Demek kur’a yaşı Hıristiyanlar için bir hendektir. Bu suretle mübadele ile atamayacağımız Hıristiyanları da otuz yılda her yıl safra döker gibi dökeceğiz. Kırk elli yıl içinde, bu askerlik onları bitirecektir. Bu hesabı yapıyorum. Bu sebeple bu nokta üzerinde tutundum durdum. Asla sarsılmadım. Beni yerimden sökemediler ve nihayet muvaffak oldum. Hakikaten sulhten sonraki beş yıllık pratik, askerlik çağına gelen Rum, Ermeni ve Yahudiler’in ekseriyetle kaçtıklarını gösterdi. Bir asker kaçağı da tabiî ceza korkusuyla bir daha dönemiyor. Bin şükür… Bu muvaffakiyetimden pek memnunum.”(34) 1.Savaş ve Milli Mücadele dönemlerindeki amele taburları ve 2. Savaş sırasındaki 20 Kur’a askerlik uygulaması sırasındaki muameleler Gayrimüslimlerin askerlik korkusuyla kitleler halinde göç ederek, folklorik düzeye inmiş, Rıza Nur’un hayali gerçekleşmiştir. Askerlik çağındaki gayrimüslimler bir çeşit firar eylemini gerçekleştirmektedirler. Bunların askerliğe karşı duruşu toplu hapishaneden firar olarak düşünülebilir.
Bütüncül/tekçi yapılar, azınlıklar ve vicdani red
Bütücül/tekçi yapıdaki devletlerde, (genel olarak gözden uzak yada son dönemlerde revaçta olan deyimle dışlanmış devletlerde) evrensel hukuk bir yana, hukuktan dahi söz edilemez. Bu ülkeler, insan hakları hukukunun da işlemediği, işletilmediği ülkeler olup, bu yapılarda azınlıkların haklarından söz etmekte mümkün değildir. Siyasi olarak azınlıklar son derece kırılgan bir yapıyı ifade ederler. Kırılganlık tam da bu ilişkiyi ifade eder. Bütüncül/tekçi ideolojinin başat olduğu ve azınlıkların yurttaşlığının sürekli sorgulandığı devlet yapılarında yurttaşlığın ayrılmaz bir parçası olan askerliği reddetmek azınlıklar açısından kolay bir şey değildir. Bu bakımdan azınlıklar vicdani reddi açıkça savunmaktansa ülkeyi terk ederek askerliği reddetme yoluna gitmektedirler. Bu durum çoğulcu yapıdan uzak diğer devlet yapıların temel özelliğidir. Bu yolla etnik temizliği gerçekleştirirler. Gidecek bir yeri olan ya da böyle bir olanağa kavuşan azınlık mensubu, çareyi ülkeyi terk etmekte bulmaktadır. Bütüncül/tekçi devlet yapılarının da istediği budur. Tehlikeli ve iç düşman olarak gördüğü azınlık unsurları askeri yapılarında görmek istemezler.
Grup olarak dışlanmanın yanında, bu yapıların dayanağı olan milliyetçi ideolojinin vazgeçilmez argümanlarının en önemlisi de askerliği yüceltmek olunca, askerliğin karşısında durmak vicdani reddi dillendirmek/ifade etmek son derece güçleşmektedir. Bu bakımdan askerlik aynı zamanda asimilasyonun bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Azınlık gruplarından tutunabilmek için entegrasyondan başka çare bulamayan unsurları kendilerini ifade edebilmek ve kamu yaşamına katılabilmek için bu askeri yapıya dahil olmak istediklerinden bunlar açısından da vicdani reddi dillendirmek yada savunmak güçleşmektedir. Bunlar, kuşatıcı toplumla bütünleşme arzularına rağmen yine de dışlanmaktan kurtulamazlar. “Şiilerin yönettiği ve söz gelişi onlara değen yağmur damlaları Müslümanlara bulaşacak diye yağmurlu günlerde Yahudilerin evlerinden ayrılmalarının yasaklandığı İran ve benzeri ülkelerde olduğu gibi”(35), bu ülkelerde sert muamelelere maruz kalan bir azınlık gruplarının vicdani red bir yana yurttaşlık hakkını bile dile getirmeleri oldukça zordur. İran’da Bahai’lerin vicdani red talepleri idam cezasının konusudur.İran-Irak savaşı sırasında insan gücü gereksiniminden dolayı Gayrimüslimleri askere almak zorunda kalan İran ordusunun gayrimüslim askerlerine bakışı da aynı ayrımcılığın bir başka ifadesidir; İran ordusundaki Müslüman askerlerin azınlıklara bakışı da aynı çizgidedir. Savaş sırasında cephedeki askerler gayrimüslimlerin su içtiği mataraları mekruh sayarak bir daha kullanmayıp atarlar.
Kamu yaşamına katılmasına izin verilen(!) Musevilerin, kahve fincanlarını yanlarında taşımak kaydıyla kahvehanelere gidebilmelerine izin verilen modern(!) Irak’ta durum değişik değildir.(36) 20. yüzyıl boyunca Ortadoğu ülkelerinden, İsrail’e göçün kitleselliği bu ayrımcılığın sonucu olsa gerektir.
Ortadoğu’daki bir başka din devleti olan İsrail’de de askerlik kamu yaşamının bir parçasıdır. Militarist bir toplum yapısının egemen olduğu bir devlet yapısına sahip olan İsrailde zorunlu askerlik azınlıklara karşı bir ayrımcılık aracı olarak kullanılmaktadır. İsrail’de Arap azınlık askere alınmazken bir diğer azınlık grup olan Dürziler askere alınmakta, Durziler de çoğunlukla İsrail Ordusunda görev almaktadırlar.(37) Dolayısıyla militarist toplum yapısının egemen olduğu İsrail’de zorunlu askerlikten dışlanan Araplar kamu yaşamından da dışlanmaktadır. İsrail’de her türlü iş başvurusunda üniversite kaydında, askerlik ve profili sorulmaktadır. Bu askere alınmayan Arapların kamu yaşamına katılımında ayrımcılık aracı olarak kullanılmaktadır. Bu yolla kamu yaşamına dahil olamayan Araplar çözümü başka yollarda aramaktadırlar, bir kısmı kamu yaşamına dahil olabilmek için askerliği zorlamaya mücadelelerini ve isteklerini askerlik hizmetini yapmakla ilişkilendirmeye çalışmaktadırlar.Arapların bu istekleri “ordunun konumunu İsrail toplumundaki en yüksek değer konumuna” taşıyarak militarist yapının yeniden üretilmesine katkı sunarlar.
Bütüncül/tekçi yapılar milliyetçi ve militarist bir karakter taşıdığından içerisinde bulanan azınlıkların yurttaş haklarının bile tartışmalı yurrtaşlığın sürekli sorgulanır olduğu bir gerçeklikte, vicdani red hakkını ifade etmeleri olanak dışı bir durumdur. Gidecek bir yere sahip olamayanlar zorunlu askerliğin bir parçası olmakta ve vicdani reddi hiç telafuz edememektedirler. Zorunlu askerliğin bir parçası olarak Gidecek yeri bulunanlar tarihsel topraklarını terkederek dünyanın herhangi bir yerine dağılarak askerliği reddetmenin diğer bir biçimi gerçekleştirmektedirler. Firar!
Dipnotlar
(1) Suavi Aydın, Toplumun Militarizasyonu: Zorunlu Askerlik Sisteminin ve Ulusal OrdularınYurttaş YaratmaSürecindeki Rolü,Çarklardaki kum: Vicdani Red.Düşümsel kaynaklarve deneyimler. Ed. Özgül Heval Çınar, Coşkun Üsterci, İletişimY. 2008 s.25
(2) Suavi Aydın, Toplumun Militarizasyonu… s 26
(3) Suavi Aydın, Toplumun Militarizasyonu… s 26
(4) Ahmed Cevdet Paşa, Ma’rûzât (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1980), s. 113-115.Akt Suavi Aydın, Toplumun Militarizasyonu… s 29-30
(5) Suavi Aydın, Toplumun Militarizasyonu… s 32
(6) Suavi Aydın, Toplumun Militarizasyonu… s 32
(7) Erik Jan Zürcher, Hizmet etmeyi Başka biçimlerde Reddetmek: Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Asker kaçaklığı, Çarklardaki kum: … s 63
(8) Kuran 8 (Enfal Suresi), 15-16. ayetler: “Ey iman edenler! Toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arkalarınızı dönmeyin (kaçmayın). Böyle birgünde her kim onlara, tekrar dönüp çarpışmak için geri çekilmek veya diğer bir safta yeniden mevzilenmek hâlleri dışında, arkasını dönerse, muhakkak Allah’dan bir gazaba uğramış olur ve varacağı yer cehennemdir, orası da ne kötü bir akıbettir.”
(9) Erik Jan Zürcher, Hizmet etmeyi Başka biçimlerde Reddetmek:…s 64-66
(10) Beş yıla kadar hapis cezası alanlar askere alınmıyorlardı, 5 yıl üstü ceza alanlardan çeteler teşkil ediliyordu,
(11) Behiç Erkin’in Yayınlanmamış Hatırat’ı , Miralay Behiç Bey (Erkin) DDY Genel Müdürlüğü, Nafıa Vekilliği, Budapeşte Büyükelçiliği, Paris Büyükelçiliği görevlerinde bulunmuştur.
(12) Daha fazla bilgi için: Sait Çetinoğlu, Her Türk Asker Doğar(mı) www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=36630
(13) TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 1, 24 Nisan 1336(1920)-21 Şubat 1336(1921) Ankara 1986, s 86-87 Akt. Eric Jan Zürcher, Hizmet etmeyi Başka biçimlerde Reddetmek:… s 63-64
(14) Suavi Aydın, Toplumun Militarizasyonu… s 38-39
(15) Kadri Yaman, Yurt Müdafaasında Türk Gençliği, Devlet Basımevi, 1938 s 3
(16) Kadri Yaman, Yurt Müdafaasında…. S 33
(17) Kadri Yaman, Yurt Müdafaasında…. S 335-36
(18) Harp Okulu Komutanlığından, 16 Nisan 1943 Tasviri Efkar
(19) Ömer Fevzi Mardin, Dinde Askerlik Kültürü, Aydınlık B. 1945, s 4-7
(20) Melek Göregenli, Militarizmin İnşasının aracı Olarak Eşitsizliğin Meşrulaştırılması ve Vatanseverlik, Çarklardaki kum:… s 52
(21) Etyen Mahçupyan, Colin’ler kolay Kazımlaşmıyor, Taraf Gazetesi,16 Nisan 2008
(22) Peter Balakian, Kaderin Kara Köpeği çev. Argun Ateş Belge Y.2005 s 183
(23) Ufuk Gülsoy, Osmanlı Gayrimüslimlerinin Askerlik Serüveni Simurg 2000 s166-167
(24) Enver Paşa’yı Sarıkamış’ta kurtaran Ermeni kökenli askerlerdir
(25) Dido Sotiriyu , Benden Selam Söyle Anadolu’ya Çev.Attila Tokatlı Sander 1970s 63
(26) Pervin Erbil , Anadolu Ağlıyordu Niobe Sorun Y. 2001 s 37
(27) “Milli Mücadele”de amele taburları konusu Mustafa Balcıoğlu’nun İki İsyan Koçgiri Pontus , Bir Paşa Nurettin Paşa, babil y.2003 s 32-36
(28) ATASE Arş. Kls. 730, Ds.17, Fhr.83.2. Aktaran Balcıoğlu İki İsyan… s 35
(29) ATASE Arş. Kls. 1124, Ds. 18, Fhr. 137.Aktaran Balcıoğlu İki İsyan … s 36
(30) Sait Çetinoğlu, Her Türk Asker Doğar(mı)
(31) Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, İmaj Y. 2001, s 157
(32) Rıza Nur Hayat ve Hatıratım, cilt 2 , İşaret y.1992, s 260
(33) Rıza Nur, Gayrimüslimelerin dışındaki Müslüman azınlıkların ise asimile edilmesini düşünmektedir. “bu sebepledir ki, Çerkes, Arnavut ilah… köylerini dağıtıp bunları Türkler ile karışık olarak yerleştirmek en birinci iştir. Hala Anadolu’da Boşnak, Arnavut, ilah… köyü vardır ki Boşnakça, Arnavutça konuşur, Türkçe bilmezler”(s 260) Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Sağlık Bakanı Rıza Nur, burada, ittihatçıların iskan politikasına gönderme yaptığına, ittihatçı geleneği sürdürdüğüne dikkat edelim.
(34) Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, cilt 2 , İşaret y.1992, s 264
(35) Daphne Tsimhoni, Modern Irak’ta Yahudi-Müslüman ilişkileri, Ortadoğu’da Azınlıklar, Ed. Kirsten E. Schulze, Martin Stokes, Clom Campbell, Çev.Kenan Kalyon, Totem Y. 2006. s 146
(36) Daphne Tsimhoni, Modern Irak’ta… s 146
(37) Tali Lerner, İsrail’de Vicdani Red, Çarklardaki kum:… s 204-205
Kaynak: Sait Çetinoğlu