“Geçen gün Ali İsmail Korkmaz’ın davası Kayseri de yapıldı, yüzlerce kişi hemen bizim evin yanından sloganlar atarak, çeşitli bayrak flamalarla geçtiler, Ali İsmail Korkmaz yaşıyor diye uyandırdılar
beni, perdeyi açıp pencereden bakamadım bile, sadece hafifce perdenin kenarından incecik baktım onlara, bırakın yanlarına gitmeyi bir kenara, neden çünkü mahalleli balkona çıkmış, görmesinler beni,
eğlence bulmuş gibi bakıyorlardı, kimisi çapulcular bunlar diyor, kimisi gülüyor, kimisi kötü zanlarla bakıyordu, bazısı da onlara katılıyordu, uzaktan uzaktan ve bense içimden kimsenin askeri olmam, Ali İsmail Korkmazları öldürmem diyebildim ancak, mahallelinin beni gördüğü olmasın meraklı çok, neme lazım, ama o geçip giden kalabalığın benden haberi yok diye canım yandı, keşke geçerken beni de evden alsalardı, son altı ayda 3 kez çıkabildim dışarı, polisler kapıcıdan komşulardan haber bekliyor, görürlerse söyleyecekler, gerçi o güzel kalabalığın arasına katılsam gelip polis alırdı sonra asker falan filan neyse, ben 2002 yılında erzurum oltuda askerliği ret edince ölmüşüm. 32 yaşındayım, ama içim 20 yaşında gibi bu 32 yaşındaki kocaman adamdan korkuyorum onu sevmiyorum artık aram bozuk. pskolojim de böyle. yaşamayınca ne yaşı olsun dimi. “zanlara gelmişim” ben.”
Bu okuduklarınız vicdani retçi Necip Fazıl’ın mektubundan ve yaşadıklarından sadece bir parça. Askerlik yapmayı reddettiği için Necip Fazıl, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarında “sivil ölüm” olarak tarif ettiği “2200 yıllık şanlı ordu”ya sahip Türkiye Cumhuriyeti devletinin baskısı altında. Bu baskının sadece devlet tarafından gelmediği, toplumsal karşılığı olduğunu Necip Fazıl yaşadıkları ve yaşamaya devam ettikleriyle gayet anlaşılır bir şekilde anlatıyor: son altı ayda 3 kez çıkabildim dışarı, polisler kapıcıdan komşulardan haber bekliyor.
Umut Gökçe, İnsan Hakları Derneği’nde askerde maruz kaldığı kötü muamele ve işkenceyi anlattığı vicdani ret açıklamasından sonra dernek binasından çıkacakken bizim sokakta polis arabası olduğuna dair uyarımızdan sonra sokağa çıkmakta tereddüt etti. Tedbir amaçlı dernek binasında kalmasını istedik. Ama askerden firar ettikten yani “asker kaçağı” olduktan sonra hakkında arama kararı çıkarılan Umut Gökçe, polisin GBT kontrolleriyle hayatın iyice içinden çıkılmaz haline direnerek polis arabası sokaktan ayrılmadan çıktı. Çok geçmeden de polis arabasının vicdani ret açıklaması için gelmediğini, sokağı kapatan bir araba için geldiğini anladık. Umut sadece polis aramasından dolayı kendini kapana sıkışmış hissetmiyor, tüm bunlar yaşandıktan sonra ailesiyle bir daha görüşmemiş. Vicdani retçiler üzerindeki baskı toplumda sadece tanımadığın insanlar tarafından değil kan bağıyla “bağlı olduğun” ailen tarafından da uygulanabiliyor.
Vicdani retçi Ali Fikri Işık’ın 55 yaşından olduğunu ben ondan GATA çıkışı sonrası öğrendim örneğin. GATA’da “sağlık taramasından geçirilen” Ali Fikri’nin artık içinde bulunduğu sivil ölüm koşullarına dayanamadığı, büyük bir isyanı içinde taşıdığı her halinden belli oluyordu. Kadıköy iskelesine kadar yürüdük, o düşünmekten konuşacak bir şey bulamamıştı. Yine çok geçmeden de vicdani retçi olarak bedel ödemeye devam eden Ali Fikri’nin sivil ölümü görünür kılmak için yeni bir bedel ödemeyi kafasına koyduğunu mail yoluyla öğrendik. Ama en sonunda işler biraz olsun Ali Fikri için yoluna girdiği için bundan vazgeçti. Ama hala davaları devam ediyor.
Türkiye’nin, Suriye’deki “dış destekli iç savaş”ta nedense demir ağlarla ördüğü ana yurdunun sınırlarına pek sahip çıkmadığı, devlet görevlilerinin açıklamalarına rağmen herkesin malumu. Bir akp vekili tüm hazırlıkların tamamlandığını, Türkiye arzu ederse Şam’a 3 saatte girebileceğimizi söylerken bir yandan Ahmet Davutoğlu Suriye’deki savaştan kaçan insanları kabul etmemizin sınırının 100 bin olduğunu söylerken şu an Türkiye’de bir milyonun üzerinde savaştan kaçan insan olduğu belirtiliyor. “Arapların bizi arkadan bıçaklaması”nın 100. Yılından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kitlesel olarak Suriyelileri istemediklerini söyleyip linç girişimlerinde bulunuyor. Suriye’deki savaştan en çok çekenlerin ise birçok savaşta olduğu gibi yine kadınlar olduğu ortada. Satışa çıkarılıp, tecavüz edilen kadınların bu bedeli ödemesinde Türkiye’nin rolünü sorguladık mı? Suriye’deki “Türk toprağı” olan türbeye füze atma planlarını yapan Mit başkanının sözleri toplumda ne kadar tepkiyle karşılandı? Sadece siyasi hesaplarla, insanı düşünmeyen siyasi hesaplarla.
Çözüm Süreci’nin yürümesi için PKK’yle silahlı çatışmalar yaşanmıyor, ölüm haberleri en sonunda iyi ki gelmiyor. Ortadoğu’da muhalefeti katleden Mısır’daki darbe yönetimi özellikle İsrail’in açık hava hapishanesine dönüştürdüğü Filistin’e ölüm kusması ve İsrail’den hiç geri kalmayan İslam Devleti (eski ismi Işid)’nin yol açtığı bu kadar acı, kan ve gözyaşıyla karışıkken bir nebze olsun umutluyuz.
Bu şartlar altında ise yeniden bedelli askerlik gündemde. Bu sefer yaşın 28, parasal sınırın ise 20000 tl olduğu söyleniyor. Parasal sınırın düşmesiyle bedelliye katılımın artacağı için devletin kasasına girecek paraların hesabının yapıldığı bir süreçteyiz. Açıkça konuşalım ki bu ülkede eli titremeden bu paraları veren kişilerin “bedel ödemesi” sadece askerlik durumu varsa söz konusu oluyor. Yazının başından beri ısrarla vurgulamak istediğim nokta, vatan haini olarak yaftalanan vicdani retçiler devlet ve toplum baskısıyla askerlik yapmamak için bedel ödemek zorunda bırakılırken 1 milyona yakın kişiyi ilgilendiren bedelli askerlikte ödenen bedelin sadece üzerinde Atatürk fotoğrafı olan kâğıtlar olduğu ortada. Homofobik insanların hakaret ettiğini sandıkları söylemlerle özellikle vatan haini ve korkak olarak “suçlanan” savaş karşıtı vicdani retçilerin toplumdaki karşılığı da ortada:
Son söz olarak Reddet, Diren, Hayır de! Askere Gitme!