21/09/2014
Şiddetin türleri var. Fiziksel şiddet, duygusal şiddet, sembolik şiddet… Bunların kesişim kümesi olarak cinsel taciz ve nihayet tecavüz ise şiddetin zirvesi. Bu ağır şiddet biçiminin kitlesel hal aldığı zamanlar var. Savaşlar gibi. Anarşi ve kargaşa dönemleri gibi. Ne yazık ki tarih boyunca bu tür zamanlardan bol bol olmuş
Suriye’de ve Irak’ta IŞİD (şimdiki adıyla İslam Devleti-İD) denilen İslami terör hareketin yerli ve yabancı cihatçılarının cinsel ihtiyacını karşılamak için Suriye, Tunus, Mısır ve Körfez emirliklerinden kadınlar getirttiğini yazdı gazeteler. Bu eyleme meşruiyet kazandırmak için Suudi Şeyh Muhammed Orayfi’nin bir fetva verdiği, fetvada, 14 yaşından büyük, dul, boşanmış veya kocasının bu iş için rızasını almış olan kadınların cihatçı erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını gidermelerinin kutsal bir görev olduğu, bu görevi ifa edenlerin doğrudan cennete gideceğinin anlatıldığı de gazetelere yansıdı. Hatta Suriye’nin Kuseyr kentinde erkeklerle ilişkiye giren kadınların adlarını, hangi kadının kaç erkekle ilişki yaşadığını, en çok ilişki yaşayan kadına verilen ödüllerin kaydedildiği listeler ele geçirildi. İddialara göre bu kadınlar gönüllü olarak talip oldular. Bir de İD’nin işgal ettiği bölgelerde, ‘kafir’ olarak nitelediği grupların kadınlarına yönelik sistematik tecavüzleri var ki, Ezidiler, Kürtler gibi grupların can havliyle yerlerini yurtlarını bırakıp Türkiye’ye veya Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne sığınmalarının en önemli nedeni bence bu. Ve bu çok haklı bir endişe…
Şiddet ne yazık ki hayatımızın bir parçası. Şiddetin türleri var. Fiziksel şiddet, duygusal şiddet, sembolik şiddet… Bunların kesişim kümesi olarak cinsel taciz ve nihayet tecavüz ise şiddetin zirvesi. Bu ağır şiddet biçiminin kitlesel hal aldığı zamanlar var. Savaşlar gibi. Anarşi ve kargaşa dönemleri gibi. Ne yazık ki tarih boyunca bu tür zamanlardan bol bol olmuş. Bazı araştırmacılara göre insanoğlunun on binlerce yıllık tarihi boyunca, savaşsız yıl sayısı 500’ü geçmiyor.
ZAFER KAZANAN TALAN YAPAR
Antik çağlardan beri “Zafer kazanan talan yapar” ilkesi uyarınca yapılan talanın en önemli parçasını kadınlar oluşturmuştu. Bu bağlamda tecavüz suç değil hak kategorisine giriyordu. Kadınlara esir alındıktan sonra sahibinin dışında herhangi biri tarafından tasallutla bulunulursa, işte o zaman sorun çıkardı, fakat bu da en fazla mala karşı işlenmiş suç sayılırdı ve burada muhatap ganimeti kaldıran taraftı, kaygı, onun zararlarını karşılama kaygısıydı. Savaşta esir alınan erkekler de tecavüze uğrarlardı. Bu tecavüzlerin esas gayesi, mağlubun onurunu bir kez daha kırmak ve boyun eğmesini garanti etmekti.
Tarih boyunca bu kalıp değişmedi. Eski ve Yeni Ahit’te savaş ganimeti olarak kadınların esir alınmasından gayet normal bir olay olarak sık sık bahsedildi. Kuran’a göre kocası ölen bir kadının yeniden evlenmesi için en az dört ay on gün beklemesi lazım iken (amaç, eski eşinden hamile olup olmadığını anlamaktı) bu süre, savaşta ele geçirilen kadınlar için tek bir sefer adet görmekle sınırlı tutulmuştu. Acelenin nedenini tahmin etmişsinizdir.
Bazı araştırmacılara göre 8. yüzyıldan itibaren Britanya’yı ve Avrupa’yı talan eden Vikingler için ele geçirdikleri yerlerde toplu tecavüz bir savaş ritüeli idi. Bazılarına göre ise bu hikayeler, Vikingleri ötekileştirmek için uydurulmuştu. Bazı araştırmacılara göre Bizans İmparatorluğu’na ve Avrupa’ya defalarca akınlar yapan Müslüman Arap orduları, kadın köleciliğini ve savaş tecavüzlerini kurumsallaştırdılar. Benzeri bir kurumsallaşma Cengiz Han’ın Moğolları tarafından da yapıldı. Bazılarına göre, bu yargılar ‘Oryantalist önyargıların’ ürünüydü.
Olayların günü gününe yazıya geçirilmediği çağlarla ilgili şüphelerimiz olabilir ama yazı döneminden kalma bazı belgelerden dolayı daha eminiz ki, Orta Çağ’da Avrupa’daki din savaşları sırasında tecavüzler öylesine çığırından çıkmıştı ki Katolik Kilisesi bu konuda bazı yasaklar, kurallar getirmek zorunda kalmıştı. Hugo Grotius (ö. 1645) veya Emer de (ö. 1767) Vattel gibi düşünürler savaş ortamında bile olsa tecavüzün ağır bir suç olarak tanımlanmasını önermişti. Sonunda, Avrupa’da 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında savaşlarda kadınların korunması ile ilgili muğlak da olsa bazı kurallar uygulanmaya başladı. 1785, 1847 ve 1874 tarihli bazı antlaşma metinlerinde kadınlara ve aileye yönelik saldırıların cezalandırılması öngörüldü. Bu konudaki en ciddi belge 1863 tarihli Lieber Yasası idi. Burada ‘bütün tecavüzler ölüm cezası ile cezalandırılır” yazıyordu.
Peki Osmanlı ülkesinde hangi kurallar geçerliydi? 1876’da Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası olan Bulgaristan’ın Batak Köyü’nde başlayan ve kısa sürede yayılan olaylarda Osmanlı ‘başıbozukları’nın giriştiği katliamlar ve tecavüzler 1874’te seçimleri kaybettikten sonra Liberal Parti Başkanlığı’ndan istifa etmek zorunda kalan sabık Başbakan William Gladstone’un tüm Avrupa’da şiddetli bir Türk düşmanlığı başlatan “Bulgar Dehşeti ve Doğu Sorunu” başlıklı risalesine değil pek çok ressama da ilham kaynağı olmuştu.
1899-1901 arasında Çin’de tüm yabancıları hedef alan Boxer Ayaklanması’nı bastırmak üzere sekiz ülkenin askerlerinden oluşan birlikler, isyanı bastırırken toplu öldürmelerin yanı sıra toplu tecavüzü de ihmal etmemişlerdi. George Lynch adlı Batılı gazeteci “öyle şeyler oldu ki anlatamam, öyle şeyler oldu ki Batı’da yayımlanmaması lazım. Öyle şeyler oldu ki, Batı medeniyeti denilen şeyin vahşetimizin üzerindeki ince bir yaldızdan ibaret olduğunu gösterdi” itirafında bulunmuştu. Kaynaklara göre ittifaka katılan Avusturya-Macaristan, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Rusya, Britanya ve ABD askerlerinden tümü tecavüz olaylarına katılmıştı ancak Fransızların ve Rusların bu alandaki hevesleri çok özeldi. ‘Vahşi’ Türklere 1876’daki tutumlarından dolayı “pılınızı pırtınızı toplayıp Balkanlardan çekilin” diyen Gladstone bu olaydan bir yıl önce öldüğü için fikrini duyamadık ama bir başka İngiliz siyasetçinin ‘vahşi Batılılardan’ söz ettiğini okumadık.
(Konstantin Makovsky, “Bulgar şehitleri”, 1877. Rus ressam, 1876’daki Batak Olayı’nı takiben Osmanlı ‘başıbozukları’nın gerçekleştirdiği tecavüzleri konu almış.)
HERERO VE ERMENİ SOYKIRIMLARINDA TECAVÜZ
Bugünkü adıyla Namibya’nın talihsiz yerlileri Hereroların başına gelenler de trajiktir. Ulusal birliğini geç sağladığı için az sayıda sömürgesi olan Almanya’nın acımasızca talan ettiği bu topraklarda, 1903’te 70-100 bin arasında olan nüfus, 1907’de 17 bine düşmüştü. Bunun nedenini 19 bin askere komuta eden Alman General von Trotha’nın Herero kabilesinin ayaklanmasından sonra yayınladığı bildiri metninden öğrenelim: “Ben, Alman birliklerinin büyük generali, Herero halkına bu mektubu yolluyorum. (…) Alman sınırları içinde, silahlı veya silahsız, sığırlarla veya sığırsız vurulacaktır. Artık kadın veya çocukların kalmasını kabul etmiyorum, onları geri kendi halkının yanına süreceğim. Vuracağım. Benim Herero halkı için kararım budur!” Bu dönemde, Alman askerlerinin Herero kadınlarını öldürmeden, çölde ölüme terketmeden ya da fuhuşa zorlamadan önce mutlaka tecavüz ettiğini biliyoruz.
İğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batıralım. 1915-1916’da İttihatçı kadroların devlet-halk işbirliğiyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm Ermeni tebaasının Der Zor çöllerine sürülmesi ve 800 bin ila 1.5 milyon arası Ermeninin öldürülmesi, ölüme terkedilmesi sırasında Ermeni kadınlarının tecavüze uğradığı devletin belgelerinde değil sözlü tarih anlatılarında var sadece. Verjine Svazlian’ın Ermeni Soykırımı ve Tarihsel Hafıza adlı çalışmasından bir pasajcık aktarayım. Erzincanlı 1909 doğumlu Garnik Stepanyan anlatıyor: “Nisan günleriydi. Der Zor yakınlarındaki Hekimhane denilen yerde korkunç bir olay cereyan etti: Zıvaneli 30 güzel gelin kervanımıza katılmıştı. Bir gece onları toplayıp götürdüler; onları çırılçıplak soyup dans etmeye ve kendilerini eğlendirmeye zorlamışlar. Saçları darmadağınık ve acayip şekilde geri getirildiklerinde, o gelinler hep birlikte el ele tutuşup Fırat nehrine atladılar:” (Daha fazlasını merak edenler buraya tıklayıp bakabilir) Ermeni çetelerinin 1915 baharında Van civarında Müslüman kadınlara yönelik tecavüzlerinden söz eden Batılı kaynaklar da var. (O dönemi şu yazımda anlatmıştım: Okumak için tıklayın)
JAPONLARIN ‘RAHATLAMA KADINLARI’
I. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da pek çok tecavüz yaşandı ancak bu suçlar bırakın cezalandırılmayı konuşulmadı bile. Halbuki antropolog Ruth Benedict’in kategorizasyonu’na göre Batı kültürü,’suçlarını itiraf etmeye yatkın’ bir kültürdü. Batı bile susarken, yine Benedict’e göre ‘kabahatleri saklama kültürü’nden olan Japonların 1930’lu ve 1940’lu yıllarda işgal ettikleri Güneydoğu Asya ülkelerinde Japon askerlerini ‘rahatlatmak’ için bazı kaynaklara 400 bin, ama genel olarak kabul edildiği üzere 200 bin kadını, seks kölesi olarak istihdam etmelerini adeta tarihten silmeye çalışmalarına şaşmamak gerek.
Japonların söz konusu yıllarda resmi olarak “seksüel rahatlama işletmesi”, günlük dilde “umumi tuvalet” olarak adlandırdıkları bu yerlerde çalıştırılan seks kölelerinin (Japoncası Jungun ianfu) Malezya, Timor, Macau, Filipinler, Endonezya, Tayvan, Çin ve Kore gibi ülkelerden toplandığı biliniyor. Bu talihsiz kadınların pek azı sağ kaldı, çünkü bir kısmı daha o yıllarda, işkencelerle öldürüldüler. Hayatta kalanlar ise yaşadıkları utanca fazla dayanamadı ve erken yaşlarında hayata veda etti. Buna karşılık, Japonya’nın savaş suçlarını yargılayan Tokyo Mahkemesi’nde cinsel şiddet ve tecavüz ‘insanlık dışı muamele’, ‘kötü muamele’, ‘ailenin şeref ve haysiyetini korumamama’ gibi nispeden hafif suçlumalarla geçiştirildi. Sadece 14. Ordu Kumandanı General Yamashita, görevi sırasında tecavüzler olduğu için ceza aldı.
NEDEN HESABI SORULMADI?
Japonların suskunluğunu bozan Çin asıllı Amerikalı yazar İris Chang’ın 1997’de yayımlanan Nanking Tecavüzü (The Rape of Nanking) adlı kitabı oldu. Sadece 13 Aralık 1937’den itibaren altı hafta süren ve 300 bin cana mal olan Nanking katliamından (tarihe ‘Nanking Tecavüzü diye geçmişti) değil, Japonların kurduğu çalışma kamplarından, savaş esirlerine yapılan kötü muamelelerden, biyolojik ve kimyasal silah deneylerinden de bahsedilen kitap zamanında büyük bir gürültü koparmıştı. Ama asıl şaşkınlık yaratan böyle bir barbarlığın 60 yıl boyunca tarihin karanlık köşelerinde kalması idi. Haydi, Japonlar suçlu oldukları için seslerini çıkarmamışlardı, ama Çinliler, Filipinliler, Tayvanlılar, Endonezyalılar ve Koreliler vb. neden bu olayın hesabını sormamışlardı? Japonya’nın o tarihten bu yana tek yaptığı “bütün bunlar Japonların imajını zedelemek için Çinlilerin uydurduğu yalanlardır” demek olmuş, 1998’de bir Japon mahkemesi Çinli kadınlara tazminat ödenmesini, “savaş döneminde bütün kadınların acı çektiğinden” bahisle reddetmişti. Ancak sonunda hem mağdurların ülkelerinin hem de insan hakları örgütlerinin çabalarıyla Japonya yarım ağızla da olsa özür diledi. Ayrıca 1994’te Asya Kadınlar Vakfı’na 800 milyon dolar ödedi. Ama gün geçmesin ki bir Japon siyasetçi hatta tarihçi bu trajediyi hafifletecek, meşrulaştıracak (‘sayı 10 bini aşmaz’ veya ‘kadınların hepsi gönüllü çalışmıştı’ türünden) bir açıklama yapmasın…
(1930’lu ve 1940’lı yıllarda Japonların fuhuşa zorladığı kadınlar)
NAZİLERİN VE MÜTTEFİKLERİN SUÇLARI
‘Barbar’ Asya’da bunlar olurken ‘Medeni’ Avrupa’da neler oluyordu dersiniz? Nazi orduları Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ettiklerinde Polonyalı (özellikle de Yahudi) kadınları öldürmeden önce mutlaka tecavüz ediyorlardı. Alman orduları SSCB’yi işgal ettiklerinde pek çok yerde Rus kadınlarını bu amaçla oluşturulan kamplara hapsettiler. Ayrıca Almanya’da, Polonya, Fransa, İskandinavya, Balkanlar, Rusya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan topladıkları kadınları bazı kamplarda topladılar. Bazılarını askerlerin ‘ihtiyaçları için’ diyar diyar gezdirdiler. Bu kadınların sayısının 50 bine yaklaştığı sanılıyor.
1944’ten itibaren roller değişti, bu sefer Alman ordularını yenen ‘komünist’ Kızıl Ordu ile ‘liberal’ Kanada ve Britanya orduları da Almanya’da tecavüz cezasını büyük bir şevkle uyguladılar. Çünkü ne demiştik: Zaferi kazanan talan yapar! Bu fasıldan Fransızların Faslılardan oluşturduğu birlikler, İtalya’da 7 binden fazla kadın ve çocuğa tecavüz etti. Yine Fransızların Senegal birlikleri 17 Haziran 1944 günü Elbe adasında toplu tecavüz olaylarına katıldılar. Polonyalılar hepsinden şansızdı, çünkü 1939’da Almanların tecavüzünden kurtulanları 1945-1949 yılları arasındaki Sovyet işgali döneminde bu sefer de Kızıl Ordu askerlerinin tecavüzü bekliyordu. Üstelik bu konunun konuşulmaya başlaması ancak 1990’ların başında Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra mümkün oldu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların işlediği suçlara ilişkin gizlilik kararı ise ancak 2006 yılında kaldırıldı. Bu belgeler üzerinde çalışan Robert J. Lilly’ye göre İngiltere, Fransa ve Almanya’da Amerikan askerleri tarafından tecavüze uğrayan kadın sayısı 14 bin civarındaydı. Herhalde söylemeye gerek yok, savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg mahkemesinde ‘barışa karşı suçlar’, ‘savaş suçları’ ve ‘insanlığa karşı suçlar’ cezalandırıldı ama tecavüz suçlularından kimse bahsetmedi.
DÜNYANIN BÜTÜN SAVAŞLARI TECAVÜZ ALANI
1950-1953 arasındaki Kore Savaşı’nda, 1950-1962 arasında Cezayir Savaşı’nda, 1945-1973 arasında Vietnam Savaşı’nda 1971’de Bengladeş’in Pakistan’dan ayrılması sırasında, 1975’te Endenozya Doğu Timor’u işgal ettiğinde, 1980-1992 arasında Peru’daki iç savaş sırasında, 1990’da Kuveyt’in Irak tarafından işgali sırasında, 1991-2002 arasında Sierra Leone’de savaş yöntemi olarak tecavüze başvuruldu.
(1971’deki bağımsızlık savaşı sırasında Pakistanlı bir askerin tecavüzüne uğrayan Bengalli kadını temsil eden heykel Bangladeş’in başkenti Dakka’da…)
1990’lı yıllarda kanlı bir iç savaşın sürdüğü Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde kadınların yüzde 30’u, erkeklerin yüzde 22’si tecavüze uğramıştı. Üstelik Kongo, homoseksüelliğin suç olduğu 38 Afrika ülkesinden biriydi. Belki de erkekler tecavüze uğradığını açıklamaktan kadınlardan daha fazla rahatsız oldukları için rakamlar düşük görünüyor. Sonuç olarak bir toplumun kadınıyla erkeğiyle yüzde 25’inin tecavüz kurbanı olması korkunç bir durum. Tecavüz edenler ise, düşman askerler ya da siviller değildi sadece. Bazen müttefik güçler hatta silah arkadaşları bile tecavüz ediyordu. Bugün Kongo’da 200 bini aşkın tecavüz kurbanı yaşıyor.
BOSNA SAVAŞI: VAHŞETİN ZİRVESİ
1992-1995 arasındaki Bosna Savaşı sırasında 16 bini çocuk olmak üzere yaklaşık 250 bin kişi öldü, öldürüldü, 20 ila 60 bin arasındaki kadın ve genç erkek, cinsel şiddete ve sistematik tecavüzlere maruz bırakıldı. Tecavüzcülerin neredeyse tamamı Sırp erkekleriydi. Tecavüze uğrayanların ezici bir çoğunluğu Bosnalı Müslüman kadınlardı. Az sayıda Hırvat kadın da tecavüz kurbanıydı.
Bosna’da kadınlar, işgalin gerçekleştiği anda tecavüze uğramaya başlıyor, ardından tutuklu bulundukları yerlerde tecavüze uğruyor, nihayet sırf bu amaçla kurulmuş kamplarda veya oluşturulmuş evlerde (Foca, Karaman, Keraterm, Luka, Omarska, Sušica, Trnopolje, Uzamnica, Vilina kampları ve evlerinde) haftalarca, aylarca, bazen yıllarca süren toplu, sistematik tecavüzle ölümün eşiğine getiriliyordu. Bir de, halka açık alanlarda, özellikle tanıklar (yabancılar, aile bireyleri, diğer tecavüzcü namzetleri) önünde gerçekleştirilen tecavüzler vardı. Bazı olaylarda tecavüzler videoya alınıyor ve pornografi piyasasına sunuluyordu.
(Bosna Savaşı’nda tecavüze uğrayan kadınlar ve tecavüz çocuklarına dair bir haber.)
Avrupalı kamuoyu yapıcıları hemen burunlarının dibinde olan bu vahşetin farkına nedense bir türlü varamadılar. Tecavüzleri dünya kamuoyunun gözleri önüne ilk kez Amerikalı gazeteci Robert Fisk serdi. Fisk’in 8 Şubat 1993 tarihli The Independent gazetesinde çıkan “Bosnia war crimes: ‘The rapes went on day and night’” (Bosna savaş suçları: Tecavüzler gece ve gündüz sürdü”) başlıklı makalesinde Kalinovik kampında kalmış kadınlarla yaptığı birbirinden sarsıcı röportajlara yer vermişti Fisk. Röportajdan alıntı yapmak istemiyorum çünkü bunlar bile pornografik malzeme olabiliyor bazıları için. Anlatılanlara bakılırsa binlerce kadının tutulduğu bu kamplarda, akla hayale gelmedik vahşetler sergilenmişti. Bu kadınlardan bazıları tecavüze direndiği için öldürülmüş, bazıları sakat bırakılmış (örneğin göğüsleri veya cinsel organları kesilmiş), bazılarının çocukları veya yakınlarına zarar verilerek cezalandırılmışlardı. Ama hepsi (aileleriyle birlikte) bir ömür boyu sürecek utanca, azaba mahkum edilmişlerdi.
Tecavüzlerin bu kadar yaygın olmasını Yugoslavya’da diğer Avrupa ve Doğu Bloku ülkelerine göre daha yaygın ve köklü bir pornografi alışkanlığıyla açıklayanlar da olmuş ama baştan beri aktardığım sayısız örnekte görüldüğü gibi tecavüz en hafifinden ‘öteki’ en ağırından ‘düşman’ (‘hain’, ‘şeytan’ vs.) olarak kodlanan grubun soyunu kurutmak için sürekli kullanılmış bir silah. Ancak Bosna örneğinde, Sırp çetecileri (Çetnikler) Boşnak ve Hırvat kadınlara tecavüz ederken onları Sırp spermleriyle hamile bırakmayı hedefleyerek, bu ‘Sırp’ çocukları doğurmaları için onları zorlayarak bu suça ‘soykırım’ boyutu eklediler. Ancak bu tecavüzlerin uluslararası hukuk tarafından ‘soykırım’ olarak tanınmasına biraz daha zaman vardı.
RUANDA’DA 500 BİN TECAVÜZ
Şimdi yine Batı’nın ‘vahşi’ diye kodladığı Afrika’ya gidelim. Hutularla Tutsilerin ülkesi Ruanda’da (önce Belçika sömürgesi idi, sonra Fransız mandası oldu) 1994 yılında iktidarı elinde tutan Hutular, 1 milyona yakın Tutsi’yi palalarla keserek soykırıma uğrattı. Bu soykırım sırasında tecavüze uğrayan kadın sayısının 500 bine ulaştığı sanılıyor. Hutu erkekleri, sadece Tutsi kadınlarına değil, Tutsilerle evlenmiş Hutu kadınlarını ya da Tutsilere siyasi açıdan yakın Hutu kadınlarına da tecavüz ettiler. Kurbanlarının cinsel organlarını kestiler, seks kölesi olarak çalıştırdılar, işkence ettiler, öldürdüler. Bu kadınlardan 3-4 bini tecavüzcülerinden çoğuk sahibi oldu. Hastalık kaptı, bedensel ve ruhsal olarak sakatlandı. Kimi komşu ülkelere götürüldü ve yıllarca köle olarak istihdam edildi.
Tekrar ‘medeni’ Avrupa’ya dönelim. 1996-1999 arasındaki Kosova Savaşı sırasında Kosova Özgürlük Ordusu’nun Arnavut askerlerinin Sırp ve Çingene kadınlara tecavüzleri rutin uygulamaydı. Bu tarihe kadarki tecavüz bilançosu öylesine korkunçtu ki, 1998 yılında Roma Ceza Mahkemeleri Sözleşmesi ile ‘tecavüz’ ‘fuhuşa zorlama’, ‘zorla hamile bırakma’, ‘zorla kısırlaştırma’ eylemleri de ‘insanlığa karşı suç’ olarak tanımlandı. Bu yeni norma göre 2001 yılında 3 Bosnalı Sırp askeri Foca şehrindeki sistematik ve yaygın tecavüz, işkence ve seks kölesi çalıştırmaktan mahkum edildi. (Evet yanlış duymadınız, 20 ila 60 bin arasında kadın ve erkek cinsel şiddete maruz kaldı ama sadece 3 kişi cezalandırıldı!)
2003’te Irak’ın işgali ile başlayan süreçte Ebu Gureyb hapishanesindeki erkek mahkumlara ABD’li kadın ve erkek askerlerin tutuklulara cinsel saldırıları videolar aracılığıyla herkesin malumu oldu. Bu olayla ilk kez kadın tecavüzcü de literatüre geçti…
UNICEF yetkililerine göre 2008’den beri Afrika’da (özellikle Sudan, Çad, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde) çocuk ve kadınlara yönelik yaygın ve sistematik tecavüzler devam ediyor. Ancak bu sorunlu bölgelerde görev yapan BM görevlilerinin de tecavüz olaylarına karıştığı biliniyor. Örneğin BM güçlerine bağlı bazı unsurların 1993’te Bosna Savaşı sırasında Saraybosna’da Sırplar tarafından oluşturulan seks kamplarının düzenli ziyaretiçileri olduğu saptanmıştı. 2004 yılında Kongo’da Uluslararası Barış Gücü’ne bağlı askerler 68 tecavüz olayına karışmışlardı.
TECAVÜZÜN NORMALLEŞMESİ
Sonuç olarak tecavüz her milletten, her inançtan, her statüden erkeğin işlediği bir suç. Anlaşılan savaş, karışıklık, anarşi dönemleri, erkeklerin içindeki vahşi varlığı ortaya çıkarıyor. Matei Vicniec’in dediği gibi “kadın bedeni savaşın bir cephesi haline geliyor. Bir zamanlar şövalyenin kılıcı hasmının kanına bulanırdı. Şimdi askerin penisi ırzına geçilen kadınların çığlıklarına bulanıyor.”
Milliyetçi, ırkçı,dinci vb. (kendinden olmayanı dışlayıcı) ideolojiler, erkeklerin içindeki bu vahşi benliğin üzerindeki denetimi kaldırarak, harekete geçirerek, tahrik ederek, tecavüz edilen kişinin şahsında aslında düşman gördükleri grupları aşağılıyorlar, terörize ediyor, ruhsal ve fiziksel zarar veriyor, kontrol altına alıyor, davranışlarını, düşünme biçimini etkiliyor. Bunları yaparken de tecavüzü adeta normalleştiriyor, önemsizleştiriyor, kültürün bir parçası haline getiriyorlar… Buna izin vermemeliyiz…
Özet Kaynakça: Alberto Godenzi, Cinsel Şiddet, Ayrıntı Yayınları, 1992; Elisabeth Vikman, “Ancient origins: Sexual violence in warfare, Part I”, Anthropology & Medicine 12 (1), 2005, s. 21–31; Bülent Diken, Carsten Bagge Lautsen, “Becoming Abject: Rape as a Weapon of War”, Body and Society, 11/1, s. 111-128; Norman M. Naimark, The Russians in Germany: A History of the Soviet Zone of Occupation, 1945–1949. Harvard University Press, 1995; Iris Changi, The Rape of Nanking: The Forgotten Holocaust of World War II, Basic Books, 1997; Beverly Allen, Rape Warfare: The Hidden Genocide in Bosnia-Hercegovina and Croatia, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1996; Kelly D. Askin, “Sexual Violation in Decisions and Indictments of The Yugoslavia and Rwanda Tribunals: Current Status”, AJIL, Vol.93, s. 97-123; Doris E. Buss, “Women at the Borders: Rape and Nationalism in International Law”, Feminist Legal Studies, 6(2) 1998, s. 171-203; Alexandra Cavelius, Leyla (Bosna Savaşı’na dair
roman), Pegasus Yayınları, 2011.