7 Kasım 2016
Devlet aslında bir suç örgütüdür. Düşmansız yapamaz, varlığını “düşmanın” varlığına borçludur. Bu yüzden de düşman üretmek, yeniden üretmek zorundadır. Bu amaçla da sürekli olarak teröre baş vurur. Kelimelerin, kavramların ne anlama gelmesi ‘gerektiğine’ devletin adamları karar verir ama bu dünyada, bu sınıflı toplumlarda herkes için aynı anlama gelen bir kelime, bir kavram mümkün değildir. Devlet neyin terör, kimin terörist olduğuna karar verir ve gereğini yapar… Sözde suçla, suç örgütleriyle mücadele ettiği söylenir ama asıl suçu ve suçluyu üreten-yaratan devletin kendisidir… Toplumun geniş kesimlerini yoksullaştırarak, mülksüzleştirerek yol alır. Mülk sahibi sınıfların bir iktidar aracıdır ve onların hizmetindedir. Büyük hırsızlar (mülk sahibi sınıflar) daha çok çalsınlar diye, küçük hırsızları etkisizleştirmek esastır. Hapishanelerde yatanlar bilir: Orada büyük hırsızlara rastlanmaz…
Saint Augustine’nin naklettiği bir anekdot durumu netleştirmeyi kolaylaştırabilir: Bir korsanı yakalayıp Büyük İskender’in huzuruna çıkarıyorlar. İskender, korsana ” sen nasıl denizlerin huzurunu bozarsın, dünyayı rahatsız edersin” dediğinde, korsan kendinden emin şöyle diyor: ” Aslında ikimiz de aynı şeyi yapıyoruz ama bir farkla, ben bu işi küçük bir gemiyle yapıyorum, sen koskoca bir donanmayla yapıyorsun ve bana haydut, sana da imparator diyorlar”.(1)
Sömürüye, baskıya, şiddete, teröre maruz kalan bir halk, bir topluluk, ezilen-sömürülen-aşağılanan bir sosyal sınıf, bir etnik zatiyet, bir inanç grubu, bir birey için yegane mücadele yolu direnmektir. Saldırıya uğrayanın vazgeçilmez direnme hakkı vardır. Zira insan direndiği zaman özgür, direnmediği zaman köledir… Ve fakat direnmeye kalktığında karşısında siyasi otoriteyi (devletin işkencecisini, polisini, jandarmasını, duruma göre savcısını hakimini, hapishanesini, celladını,) bulur ve devlet tarafından katli vacip terörist ilan edilir. Güney Afrika’da siyahlar ANC’yi kurarak Mandela önderliğinde ırkçı rejimle mücadeleye giriştiklerinde, sadece Güney Afrika rejimi değil, ABD tarafından da terörist ilan edilmişlerdi. Fransızlar 1830 yılında Cezayir’i işgal ve kolonize ettiler. Cezayir halkı 1962 yılında bağımsızlığını kazanıncaya kadar, tam 132 yıl kolonyalist Fransa’ya karşı direndi, işkence gördü, öldürüldü, aç bırakıldı ve tüm bu zaman zarfında kolonyalist Fransızlar direnişçilere terörist dediler. İyi de uyguladıkları sürekli terörü nasıl “meşrulaştırıyorlardı? Onlara “uygarlık” götürdüklerini, onları “uygarlığa dahil ettiklerini” söyleyerek… Aslında “garp cephesinde yeni bir şey yok”! Şimdilerde de “demokrasi”, “özgürlük” ve “barış” götürdüklerini söylemiyorlar mı?..
1987 yılında Birleşmiş Milletlerde terörle ilgili bir karar tasarısı oylanmıştı. İki ülke karşı oy kullandı: ABD ve İsrail. Sebebini merak mı ediyorsunuz? Karar tasarısında bir madde vardı ve orada şu ifade yer alıyordu: Halkların sömürgeci (kolonyalist) ve askeri işgale karşı mücadelesine karşı çıkılamaz”.
Siyonist İsrail 1948 yılında Filistin toprağı üzerinde kuruldu, nüfusun önemli bir bölümü tehcir edildi, geri kalanı kolonize edildi (sömürgeleştirildi), daha doğrusu rehin alındı ve 68 yıldır Filistin halkına terör uyguluyor ve tüm dünya seyrediyor… Türkiye Siyonist rejimi ilk tanıyan Müslüman ülkeydi. Oysa, Türkiye’nin mazlum halklara örnek olduğu, onlara ‘kurtuluşun yolunu gösterdiği” söylenir. T.C. 1962 yılında Birleşmiş Miletler’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda kolonyalist Fransa tarafında oy kullanmıştı. 1955 yılında bağımsızlığını yeni kazanmış ve halen bağımsızlık mücadelesi veren sömürge halkları ünlü Bandung Konferansı’nı (Endonezya’da) toplamışlardı. O konferansta Türk delegasyonu Sömürgeciler lehine kulis yapmıştı. Ne zaman ezilen halklar sömürgeci-emperyalist devletlerle karşı karşıya gelse, T.C. hep sömürgeci-emperyalist kamp tarafında saf tuttu… Zira, kendi de Kürtleri kolonize etmişti ve kimin tarafında saf tutacağını gayet iyi bilirdi. T.C. Devleti de yaklaşık yüz yıldır Kürtlere terör uyguluyor. Terör kavramı kullanılmazdan önce direnen Kürtlere şaki, eşkıya, haydut, “dağ Türkleri” vb. diyorlardı. Şimdilerde terörist diyorlar… Öyle ya, kim bir hak talebinde bulunursa suçludur ve katli vacip teröristtir. Lâkin ideolojik kölelik ekseri terörün ne olduğunu, asıl teröristin kim olduğunu görmeye engel… Acaba geride kalan son beş yüz yılda dünyada devlet terörüyle öldürülen insan sayısıyla, devletin terörist dediği direnişçilerin öldürdüğü insan sayısı hakkında bir fikri olan var mıdır? Öyle bir karşılaştırma zahmetine giren olmuş mudur? Uygar Batılıların sadece İkinci Dünya Savaşı sonrasında (1945) “yeryüzünün lânetlilerinin” yaşadığı ülkelerde 50-55 milyon insanı öldürdükleri hiç sorun ediliyor mu? Bundan büyük terör olur mu? Amerikaların ve bir bütün olarak NATO’cu kampın, Afganistan’da, Irak’da, Libya’da, Suriye’de vb. yaptığına neden terör ve yapanlara terörist denmiyor? Terörü yaratanlar bir de “terörle mücadele ettiklerini” söylüyorlar ve insanların çoğunluğu o yalana inanıyor! (Buraya kadar söylenenlerden terörün mahkum edilmediği gibi bir sonuç çıkarmamak gerekir. Elbette bir insanlık suçu olan teröre karşı çıkmamak mümkün değildir. Buradaki amaç, egemenin söyleminden kurtulmak için terör ve terörist konusuna açıklık getirmektir. Aslında terörizmin zayıfın değil, güçlünün silahı olduğunu hatırlatmaktır…)
Yazık ki, insanlar devlet gibi, devletin istediği gibi düşünme-davranma aymazlığından bir türlü yakayı kurtaramıyor. İdeolojik kölelik şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi engelliyor. Siyaset erbabı, medya ve akademi (bir bütün olarak eğitim sistemi densin) insanların düşünce dünyasını şekillendiriyor, daha doğrusu dumura uğratıyor… Mesela, Amerikalıların %49,2’si, Filistinlilerin İsrail toprağını işgal ettiğine inanıyor! Filistinlilerin İsrail’i işgal ettiğine inanan insanların, başkanlık seçimlerinde, Senato ve Temsilciler Meclisi seçimlerinde, yerel seçimlerde kullandıkları oyun bir karşılığı olabilir mi? Dünyanın başka yerlerinde katliamlar yapan, masum insanlara hunharca terör uygulayan ABD yöneticilerini seçenlerin hiç sorumluluğu yok mu? Onun için “masum vatandaş” söyleminin de sorun edilmesi gerekiyor. Bu dünyanın insanları onca zulüm ve vahşete neden maruz kalıyor? “Masum” denilenlerin pasif onayıyla değil mi? Öyleyse masumiyetin sınırı da tartışma konusu yapılmalıdır…
Son dönemde Türkiye tam bir şiddet sarmalına hapsoldu. Artık yönetemiyorlar. Yönetme, aldatma, oyalama yetenekleri iyiden iyiye aşınmış durumda. Zaten Politik İslamcılar dünyayı anlamaktan aciz oldukları için, yönetme özürlüdürler… Durum böyleyken ellerinde şiddete ve teröre daha çok yaslanmaktan başka seçenek yok. Her seferinde şiddeti ve terörü tırmandırmak zorundalar ama sonları yakındır ve başka türlü olması mümkün değildir… Nitekim, basına, son olarak Cumhuriyet gazetesine, bir bütün olarak medyaya, muhalefete, özel olarak da Kürtlere yönelik şiddetin dozunun artırılması tam da bu yüzdendir. HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Figen Yüksekdağ’ın, milletvekillerinin, parti yönetici ve üyelerinin tutuklanması, parti binalarına saldırılar, devlet terörünün yeni bir eşiği aştığını gösteriyor. Tabii bu baskı, şiddet ve devlet terörünün karşılıksız kalması mümkün değildir… Bu dünya var oldukça insanlar haysiyet mücadelesinden asla vazgeçmezler. Şu ünlü saldırı- direnme/karşı saldırı diyalektiği… Ve hakları, özgürlükleri, haysiyetleri için mücadele edenler için de kaybetmek diye bir şey yoktur. Zira adımını attın mı özgürleşmeye başlarsın ve öylece sürüp gider. Doğru hatırlıyorsam, 2001 yılıydı, yine Filistin halkı üzerine Siyonistlerin bombaları yağıyordu, Ramallah’lı bir kadın, ” Bu insanlığın bir parçası olmaktan utanıyorum” demişti. Doğrusu ben de Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Türkiye’de, vb. olup-bitenlerden tiksiniyorum…
_________________________________________________________________
(1). Saint Augustine, La Cité de Dieu, Livre, IV, s. 4
Kaynak: REDAKTİF