Barış Akademisyenleri bildirisine imza attıkları gerekçesiyle KHK ile görevlerinden ihraç edilen Prof. Melek Göregenli ve Prof. Nilgün Toker Kılınç umutsuzluğa kapılmadan söylemlerini sürdürüyor.
PINAR ÖĞÜNÇ
17 Ocak 2017 Salı
“Dünyayı değiştirenler, ısrarlı ve tutarlı azınlıklardır”
Sosyal psikoloji alanının kıymetli isimlerinden Prof. Dr. Melek Göregenli, Ege Üniversitesi’nden ihraç edildi. Göregenli’yle arzulanan toplumsal dönüşümü, bugünlerin umudunu ve enkazını konuştuk.
İsminizin bulunduğu KHK yayınlandığında “Bütün gece düşündüm daha az canım yandı başkalarının işsiz kalmasını izlemekten. Kimseden daha değerli değiliz, kaloriferciden, işçiden, kimseden…” yazmıştınız Twitter’da. Akademide kıyım sürerken ders vermeye devam etmek nasıl bir histi?
Önceki KHK’lerle atılanların isimlerini o soğuk listelerden okurken içim yanıyordu; asgari ücretle çalışanlar ne yapar kışta kıyamette. Barış imzacısı arkadaşlarımın isimlerini görmek büyük acı ama biz birbirimize tutunmayı önceden öğrenmiş insanlarız, çoğumuzun ilk devlet dersi değil bu. İşsiz kalmaktan korkmayacak kadar zengin ya da kahraman değiliz ama mesele cezalandırma biçiminin acımasızlığı. Temel yurttaşlık hakkı olan çalışma hakkını aniden elinden almak; hem de binlerce insanın bulunduğu bir listeden adınızı arayarak öğrenebildiğiniz bir yöntemle. Tarih sanırım bunu yazacak. Kaloriferciler devlet için tehdit oluşturuyordu, işlerinden atıldılar, neden? “Kazan kaldırabilme ihtimalleri vardı…” Açıklama gereği ve sorumluluk duymayan bir iktidar anlayışı, 30 yıllık emeğimi artık istemediğini bir beyaz kağıtla bildirmeye bile gerek duymadı. Gelmekte olanı görüyorduk ama ben öğretmenim, her koşulda ders verebilirim, tutkuyla okuyarak ve araştırarak öğrendiklerimi her yerde herkese anlatmaya da devam edeceğim. Bu ülkede hepimiz gelmiş ve gelmekte olanı inkar ederek, hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşamayı öğrenmedik mi?
Gelmekte olana dair bugün ne görüyorsunuz?
Açıkça toplumun dönüştürülmesi sürecini yaşıyoruz, bu konuları çalışıyorum yıllardır. Faşizan uygulamalarla desteklenen otoriter-muhafazakâr bir dönüştürme süreci bu; yukarıdan aşağı, bütün makro ve mikro politikalarla. Açık ya da örtük şiddetle bir “yeni” hayatın hukuku, nizamı, medyası, bilimi, sivil ya da değil militarizmi inşa ediliyor. Buna “milli iradenin” tesisi süsü verilmesi, halkın büyük bölümünün varsayılan onayı, ne bu sürecin doğasını değiştirebilir ne de onu meşrulaştırır. Halkın tamamı onaylasa da bu, o nizamı meşru kılmaz çünkü onay dediğiniz şey o kadar çok faktöre bağlıdır ki; çoğunlukla çaresizliğe, seçeneklerin farkında olmamaya, dünyayı çok az ölçütle değerlendirebilme imkânına, acımasız ekonomik koşullara, kaderciliğe, kendi gücünü idrak edememeye ve her zaman şiddete.
Peki nasıl çıkılacak buradan?
İnsanlık tarihi bu yukardan dönüştürme politikalarının iflasının tarihidir aynı zamanda. Genelde iktidarlarını korumak ve sürdürmek için bütün rasyonelliklerini yitirenler, sistemi kendi kendilerine çökertir, yönetilemez hale getirdikleri sistem, daha da beterlerinin eline geçer. Dünyanın ve Türkiye’nin haline baksanıza… Artık o “bir avuç mutlu azınlık” bile beş kat demir parmaklıklı kapılarının ardında, güvenli sitelerinde rahat değil. Bütün dünyanın siyahları, hiç öyle demokratik yöntemlerle de değil, “Ayy bu nee” diyebilecekleri kadar acımasız, kapılarına dayanıyor. Umarım ilk taşı attıkları yere dönüp bakmayı akıl ederler.
Direnmek diyoruz sıklıkla, direnmek ne? Bir taksi şoförü, bir hemşire, bir satış müdürü, bir kasap nasıl direnir?
Direnmek nedir, anlatırdım ama dilimi ehlileştirmek istemiyorum. Şu an olup bitene karşı iktidar politikalarını değiştirme kapasitesine sahip bir direniş örgütlenmesinden söz etmek mümkün değil. Fakat bu, güçlü bir itirazın, barış, adalet, eşitlik ve gerçekten demokrasi talebinin ısrarı içinde politik sorumluluk duyan milyonların var olmadığı anlamına gelmez. Sosyal psikoloji bize öğretir: Dünyayı değiştirenler, ısrarlı ve tutarlı azınlıklardır, “makul ve makbul çoğunluklar” değil. Herkes meşrebince bakacak, itiraz edecek. Bize anlatılan bu uzun süremeyecek hikâye, koca bir yalan hatta önceden yaşadıklarımızın kötü bir karikatürü. Hep beraber içinde yaşarken bir Yaşar Kemal romanı yazabiliriz, bunu yapabileceğimize inanalım yeter.
Totaliter yönetimlerin hedefindeki kitlelerdeki, insanlığa ve tarihin hesap soracağına dair inanç, naiflikten, çaresizlikten kaynaklanan bir umut mudur?
Tarihi değiştirecek olan kendi halindeki insanlar, maceralarını ve yeni hayatlarını yaşarken kurar. Tarihi yazanlar “öğrenilmiş çaresizlik” sarmalını kırabilen ve her kırılışın o incecik tık sesinde dünyayı değiştirebildiklerini görenlerdir. Bu tık sesleri, Türkiye’de de kadınlar, Kürtler, eşcinseller, Aleviler ve niceleri için, hizaya getirilmek istendikleri o tekçi tasavvura aldırmadan çıkardıkları gürültüye dönüşüyor. Umut gelecekteki bir iyiliğe aitse ve bugünümüzü etkisizleştiriyorsa, umudu değil, bugünümüzü yaşamaya değer kılan küçücük tık seslerini yaratmayı tercih edebiliriz.
“Bazıları iktidarın kibrini paylaşıyor”
Aleni hukuksuzlukları, hayatları kaidesinden sarsan mağduriyetleri onaylayan, evrensel kriterlerde karanlık diye tarif edeceğimiz bu dönemi zafer duygusuyla yaşayan kabaca bu ülkenin yarısı, bu dönem bir biçimde geçtiğinde diğer yarısıyla nasıl yüzleşecek? Nasıl bir toplumsal enkaz demek bu?
Toplumsal gruplar, kimlikler, aidiyetler değişir, dönüşürler. İktidarın kibrini paylaşıyor bazıları, bu daha önce de oldu, kimler geldi kimler geçti alkışlar arasında. Kutuplaşma da yeni değil, kutuplar değişiyor sadece. Belki de bir daha hiç vazgeçemeyeceğimiz söz birliğini, toplum olmanın ortak ilkelerini bu karanlığın içinden yaratacağız. Kolektif suçlarımız var, öldürüldük, öldürdük, hakiki bir ortak kedere, yas tutmanın kolektif biçimde inşa edilebilir olduğuna inanmaya, “yaralanabilir” olduğumuzu ve bütün korkularımızın kaynağının bu olduğunu görmeye ihtiyacımız var. Ancak o zaman birbirimizin yüzüne bakabilir hale gelmeye başlayabiliriz.
İmzacılardandınız. Barış fikri iktidar tarafından kriminalleştirilmişken, hele böyle OHAL koşullarında nasıl tekrar ayağa kaldırılır?
İmza atmak, barış çabalarının sadece bir anıydı, onur duyduğum bir anıydı ama ne ilk ne de sondu. İktidarla bizim barıştan anladığımız aynı değil, “değiş tonton yoksa suçluycam” dediklerinde ben değişemem. Benim için barış, bu ülkede herkesin vatanında hissedeceği bir hayatın inşası çabasıdır. O enkaz sadece bu inşa tamamlandığında hepimiz için bahçeli bir eve dönüşebilir.
İhraç etmenin akademisyenleri pasifize etme gayesine karşı ne gibi planlar var kafanızda?
Ben sosyal psikoloji çalışıyorum, başka türlü yaşamayı bilmem; planım sadece bildiğim gibi yaşamak, çalışmak, ülkemi ve dünyayı anlamaya ve anlatmaya çalışmak. Öğrencilerimle o kadar hakiki bir bağımız var ki KHK’larla falan değiştirilemez. Her gün paylaştığımız bilginin ve hayatın ışığı, neşesi, yeni sınıflar bulmamız için yol gösterecek. Artık akademi dışarıda bir yerlerde de. Çok üzgünüz tabii, severek ayrılmak bizimki.
Prof. Dr. Melek Göregenli kimdir?
Prof. Dr. Melek Göregenli, ağırlıkla politik psikoloji, şiddet ve işkence, ayrımcılık, militarizm konularında çalışan bir akademisyen. Barış İçin Akademisyenler bildirisinin imzacılarından olan Göregenli, Ege Üniversitesi Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalı’ndaki görevinden ihraç edildi.
“Faşizm sual edilemez bir hakikate bağlanma halidir”
Son KHK’yle okuldan uzaklaştırılan Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nilgün Toker Kılınç’a sorduk: Türkiye’de olup bitenin adı ne?
Senelerini akademiye vermiş bir öğretim üyesi ülkenin geleceğini ilgilendiren bir konuda şahsi görüşünü yansıtan bir bildiriye imza veriyor, bir süre sonra adını bir KHK’de görerek okulundan uzaklaştırıldığını ve dahi odasına kilit vurulduğunu öğreniyor. Öznelerinden olmasaydınız, bu ülkenin manzarasını, gittiği istikâmeti, erbabı olduğunuz alanın terminojisiyle nasıl açıklardınız?
Bugün neredeyse her ülkede yönetme, savaş kavramı altında icra edilmeye başladı; ekonomik, siyasi, kültürel, her türden savaş dünyada işleri halletmenin merkez kavramı oldu. Savaşa referansla yaratılan “olağanüstü koşullar” insanlığın hak ve özgürlüklere ilişkin oluşturduğu tüm standartların kaybolmaya başlamasına yol açtı ya da her tür hak ve özgürlük sınırlanabilir, ortadan kaldırılabilir hale geldi. Bu genel hale Türkiye’de eklenense savaşın ve olağanüstü halin bir devlet politikası haline gelmesi. Yapısı gereği otoriteryan olan bir devlete el koyanların, hukuku, kurumları, her tür standardı ortadan kaldırarak ülkeyi savaş ve seferberlik kavramları altında yeniden tanzim ettikleri bir durum içinde olmamız tüm bunları mümkün kıldı.
Adını koymak mühimse, faşizm mi, totalitarizm mi, otoriteryanizm mi, bunun adı ne?
Bu olup bitenler, otokrat devletin yeni durumlar karşısında aldığı klasik otokrat bir tutum değil. Çünkü otoriteryanizm bir yönetim biçimidir; bu biçimi nesnelleştirdiği hukuku, kurumları vardır. Şimdi söz konusu olan siyasal teorinin faşizm ya da totalitarizm olarak adlandırdığına yakın. Faşizm bir yönetim biçimi değil, devlete el koyanların bu gücü edimselleştirme tarzıdır. Hukuku, kurumları ortadan kaldırma yoluyla iş görür ve esasen belirsizlik yaratma gücünde kendisini açığa vurur. Hiçbir standardı, normu kalmamış bir toplumun tek davranma kalıbı vardır: Sadakat ve biat. Bunu bir kişiye bağlılık şeklinde anlamamak gerek. Kanaatler alanını tümüyle ortadan kaldıran, doğruluğundan sual edilemez bir hakikate bağlanma halidir faşizm ve totalitarizm. Buna onay vermeyenin düşman ilan edilerek onlara yönelik tutumun savaş ve seferberlik kavramlarıyla belirlendiği bir ortamda oldu tüm bunlar işte.
Hannah Arendt suçla aleni ilişkisine rağmen totaliter yönetimlere verilen kitle desteğini cehaletle yahut beyin yıkamayla izah etme zaafından söz ediyor. Temel dinamiği nasıl açıklamalı, doğrudan iktidar, mevki, para vaat edilmemiş halk kitleleri neden bu desteği verir? Bir yazarın tutukluluğu, bir gazetecinin gördüğü işkence, birinin sadece bir bankada işlem yaptı diye mesleğinden ihracı, “sıradan” diye özetleyebileceğimiz bir yurttaşta nasıl mutluluğa benzer, müstahak dedirtici bir his uyandırır?
Arendt’in tespiti, faşizmin toplumun bir kısmını insan olmaktan çıkarmaya varan kötülüğünün, işlenen bu insanlığa karşı suçların, çoğunluğun sessiz ya da açık onayı olmaksızın gerçekleşemeyeceği. Bu onay sadece destekleme değil aynı zamanda suça, kötülüğe iştirak etme. Arendt’in bu durumu açıklamak için kullandığı iki kavramdan biri olan “kötülüğün sıradanlığı”, basit bir duyarsızlaşma ya da empati kaybı değil. İyi-kötü arasında ayrım yapma kapasitesini kaybetme, daha doğrusu “kötüyü” görme kabiliyetini yitirmedir. Ardında sadece korkuyla biat ya da teslimiyet yok; düşünme kapasitesinin yitimine dair bir şey. Bir körlük halinden çok, bir biçimde görme hali. Aslında bu ahlaksal varlığın da ortadan kalkması demek. Çünkü ahlaklılık, iyi ve kötüyü ayırt etme kapasitesinde temellenir; vicdan da budur. Arendt’in kullandığı ikinci kavram da “kolektif sorumluluk”. Suçun faili olmak bakımından değil, suçun işlenmesine izin vermek bakımından doğan bir sorumluluk. Böylece toplumun çoğunluğu bu kötülüğe, suça dahil oluyor. Aslında bu bir toplumu toplum olmaktan çıkaran da bir şey. Çünkü bir arada yaşama bilincini kaybetmiş, yaşam ortaklarını kötülüğün çarkına terk etmiş ve hatta onlara yapılan zulme iştirak etmiş bir ahali artık biraradalık ilkesini de yıkmıştır.
Böyle zamanların tek tek bireylere yüklediği nasıl bir mesuliyet var?
Kötüyü görme ve gösterme inadımızdan, direncimizden vazgeçmemeliyiz. Konuşarak, yazarak, resmederek, şarkı söyleyerek, her biçimde. Herkes sustuğunda, bu herkesi yok eden kötülük, iyiyi gösterenlerin çizeceği sınırdan da kurtulmuş olur. Bu sınırı tutmalı ve mümkün olduğu kadar genişletmeliyiz.
“Cesaret neyin korkmaya değer olduğuna karar vermektir”
Cezaevi tehdidi, ekonomik şiddet, işinden cebren uzaklaştırılmanın insanın benliğinde yarattığı sarsıntı, hepsi tam amaçlandığı gibi bir korku da yaratıyor. Böyle zamanlarda korkmak utanç verici bir durum mudur?
Aristoteles der ki, korku insana aittir; cesaret ise neyin korkmaya değer olduğuna karar vermektir. İnsan artık tarihsel, kültürel bir varlık; onu insan yapan tek şey canlılığını sürdürmek olamaz. Sahip olduğu kimlik kendi insan olmaklığını tanımladığı şeydir. Örneğin benim en büyük korkum özgürlüğü kaybetmek. Kendim olmaktan çıkmaktan korktuğum için düşünce ve ifade özgürlüğümü kaybetmekten korkuyorum ve bu korku nedeniyle özgür, demokratik bir ülke ve dünya istiyorum. Yani cesaretim, bir değeri kaybetme korkusundan geliyor. Bir gücü kaybetmekten korkarsanız acımasızlaşırsınız; sahip olduklarınızı kaybetmekten korkarsanız boyun eğersiniz. Korkularınızın hâlâ insan kalmanızı sağlamasının tek yolu, odanızdan çıkmanız, kendi olmanın ön koşulunun diğerlerinin varlığı olduğunun bilinciyle eylemenizdir. İyiyi isteme, kendiniz için iyiyi isteme değildir; herkesin iyiyi isteme hak ve gücüne sahip bir iyiye yönelmedir.
Önümüzdeki günler neleri işaret ediyor sizin için?
Faşizm, kurumsuzluk, hukuksuzluk, standartsızlık, belirsizlik sürdürülebilir değildir. İnsanlar bir savaş referansıyla bu belirsizliğe izni bir yere kadar sündürebilirler ama nihayetinde belirlilik isterler. Bu nedenle faşizm kendisini bir diktatörlük rejimiyle tahkim edecek muhtemelen. Onun hukuku ve kurumları yaratılacak. Şu anda içine girdiğimiz “yeni” durum bu gibi. Bir korkum var, faşizm aynı zamanda toplumu iradesizleştirme demek olduğundan, toplumun bu çıkmazdan kendi kapasitesiyle çıkması mümkün mü? Bu sorunun yanıtı bu toplumda iradesi ele geçirilemeyenlerin var olup olamayacağına, onların çoğalıp çoğalamamasına bağlı. Ben umudun, istemenin kendisi olduğunu düşünenlerdenim. İsteme, bu isteğin gerçekleşmesine irade göstermedir umut. Ben umut ediyorum.
Prof. Dr. Nilgün Toker kimdir?
Prof. Dr. Nilgün Toker Kılınç, Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı’ydı. Politika Felsefesi, Hukuk Felsefesi, Tarih Felsefesi verdiği derslerden bazıları. “Politika ve Sorumluluk” (İletişim Yay.) adlı kitabın yazarı olan Toker, Barış İçin Akademisyenler bildirisini de imzalayanlardandı.
Kaynak: Cumhuriyet