Türk hükümeti, 10 Ocak’ta yayımlanan bir kararnameyle Genelkurmay Başkanı’nın kimi kritik yetkilerini, sivil makama, Milli Savunma Bakanı’na devretti.
Sessiz sedasız geçmekle birlikte düzenleme anımsanmayacak bir öneme sahipti. Devredilen yetkiler ülkede yıllarca hüküm sürmüş “askeri vesayet düzeni”nin sinir uçlarını oluşturan, askeri bünyeye ilişkin tüm yetkilerin, denetim mekanizmalarını baypass edecek şekilde tek elde toplamasını ifade eden hususlar arasında yer alıyordu.
Bundan böyle kuvvet komutanlarını belirleme, subay sınıflarını tanımlama, general-amiral kadrolarının miktarına karar verme, Yüksek Askerî Şûra’nın yeri, zamanı ve gündemini önerme, rütbe terfilerine onay verme konularında Genelkurmay Başkanı karar merci olmayacak.
Ordunun sivil otorite tarafından yönetimi ve denetimini hedefleyen bu düzenlemeler, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası bu istikamette atılan ilk adımlar değil.
Darbe girişimini takip eden günlerde, önce jandarma kuvvetleri ordu bünyesinden çıkarılmış, kuvvet komutanlıkları Genelkurmay Başkanlığı’ndan alınarak Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmış ve siyasi iktidarın genelkurmay başkanı seçimindeki tercihlerini sınırlayan kurallar kaldırılmıştı. Ardından kurmay subay yetiştiren harp akademileri ve askeri liseler kapatılmış, Harp okulları sivil bir üniversite bünyesinde toplanmıştı.
Yerleşik ordu yapılanması ve ideolojisinin kurucu ögelerini bir anda darmadağın eden bu hamleler, 15 Temmuz askeri darbe girişimine verilen siyasi tepkiyi ifade ettikleri kadar, muhtemel yeni darbelere yönelik önlem arayışı olarak da tanımlandılar. Gerçekten de AK Parti’nin 2004’ten bu yana uyguladığı tedrici de-militarizasyon politikaları daha çok ordunun kurum olarak devlet içindeki özerk ve denetimsiz yeri ve rolüne yönelmişti.
Bu kez, hedeflenen doğrudan komuta mekanizması, askeri gücün dağıtılması, ordunun sivil yönetimi ve bu yolla denetimi oldu.
Bu tablo, 15 Temmuz sonrası sivil otorite-askeri otorite ilişkilerinin yeni esaslarını oluştururken, şüphe yok ki, Türkiye’deki geleneksel ordu ideolojisinin yediği ciddi vurgunu tarif eder.
Kaldı ki bu vurgunun sadece bir boyutudur. Vurgun aynı zamanda orduda görülmemiş büyüklükte tasfiyeyle de yaşandı.
Tasfiyenin bilançosu, ayrıntı vermeyi gerektirecek kadar anlamlı: Milli Savunma Bakanı 6 Aralık’ta “Şu ana kadar 5 bin 754 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu ihraç edildi. 989 tanesi de açığa alındı” dedi. Daha sonra atılanlarla birlikte bu rakam bugün 6 binlere ulaşmış bulunuyor. 15 Temmuz’dan bu yana ordunun general ve amirallerinin yüzde 42’si ihraç edildi. 15 Temmuz öncesi 358 olan general amiral sayısı, 206’ya indi.
On altı bin askeri öğrenci okullardan atıldı. Kara, deniz, hava harp okullarındaki tüm öğrencilerin orduyla bağları kesildi, sivil üniversitelere aktarıldılar.
Ortada, imaj ve itibarı bozulan, cezalandırılan, en önemlisi yerleşik işlevleri sarsıntı yaşayan bir ordu resmi bulunuyor. Hava Kuvvetleri’ndeki pilotların büyük bir kısmının ihraç edilmiş olması -248 kişi- bunun yarattığı ciddi personel açığı tek başına, askeri işlevin uğradığı zaafa verilecek bir örnek.
Ordunun politik işlevine gelince, soru şudur: Sırtında askeri bir imparatorluk ve askeri bir cumhuriyet geleneğini taşıyan, kendisine siyaseti denetleyici bir rol veren silahlı kuvvetlerin bu işlevi, 15 Temmuz sonrası durumla ve alınan önlemlerle tarihe mi gömüldü?
Belki büyük bir paradoks gibi görünecektir, ancak bu soruya sadece ordunun mevcut görüntüsüne ve dinamiklerine bakarak bir çırpıda “evet” yanıtı vermek yanıltıcı olabilir.
Zira çöküntü ne denli sertse, siyasi ve müdahaleci gelenek o denli derindir.
Şuna şüphe yok: 2003 sonrası de-militarizasyon süreci bir yanda, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası iklim ve önlemler diğer yanda, Türkiye ordu siyaset ilişkileri açısından sivil değerlere ve düzene doğru yol katediyor.
Bununla birlikte pek çok ilerleme gibi bu de rölatif olma özelliği taşıyor. Nitekim, başarısız olmakla birlikte bundan altı ay önce Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bir grup, 21. Yüzyıl’ın şu ilk çeyreğinde, AB’yle üyelik görüşmelerini yürüten bir ülkede darbe girişiminde bulunmuştur. Kaldı ki, bu açıdan ortada Gülenci subaylar kadar, diğer subaylar meselesi de vardır.
Gülencilerin o gece başarılı olmaları halinde pek çok başka asker grubunun da onlara katılacağını düşünenler bugün çoğunlukta. Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ darbe girişiminin hemen sonrasında asker içindeki üç gruptan söz etti: “15 Temmuz kalkışmasının arkasında planlayan, yöneten, kurgulayan ana isim Cemaat’tir. İkinci grup büyük bir ihtimalle anında yapması gereken hareketi yapmayanlar, tereddüde düşenlerdir. Üçüncü grup ise cemaatçi olmamasına rağmen buradan istifade etmek isteyen bazı insanlardır.”
Orduda Gülen grubuyla ilgili ilk tespitleri yapmış, darbe girişimi öncesi ülkeyi bu konuda ciddi olarak uyarmış ve haklı çıkmış bir isim olan, emekli Askeri Savcı Ahmet Zeki Üçok ise şunları söylüyor: “15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı ele geçirilmiş olsaydı, komuta kademesi bu darbenin emir komuta zinciri içinde yapıldığını açıklardı.”
Bu, devletin silahlı gücünün siyasi alanda bir oyuncu, bir unsur olarak kullanılmasına, bu çerçevede siyasallaşabileceğine işaret eden, gelecekle ilgili benzer risk ve endişeleri barındıran bir durumdur.
Bu açıdan Türkiye’nin önünde iki bulanık alan bulunuyor.
İlk alan şu soruya tekabül ediyor: Ordunun siyasi eğilimler, ayrışmalar açısından bugünkü durumu nedir?
Gülencilerin orduya sızma kabiliyetleri, gizli yapıları dikkate alınırsa, ilk asker grubunun halen onlardan oluştuğu varsaymak yanlış olmaz. Ahmet Zeki Üçok, Tek Başına adlı kitabında, Gülencilerin 50, 60 bin kişiyle halen askeri personelin üçte birini oluşturduklarını iddia ediyor. İhraçlara her geçen gün yenisinin eklenmesi, 3 bin subay hakkında soruşturmanın sürüyor olması bu açıdan bir başka veri sunuyor. Ayrıca bugün ordu içinde yer almasalar bile ordudan ve askeri okullardan uzaklaştırılmış, eli silah tutan 20 bin insan var.
İkinci grup Kemalist-ulusalcı çizgiye yakın asker grubudur. Üç meseleyle öne çıkıyorlar: Ordunun yeniden inşası, Gülenci tehlikeye karşı teyakkuz ve Türkiye’ye yönelik Batı’dan, özellikle ABD’den geldiğine inandıkları bölücü baskıyla mücadele. Bu çerçevede, AK Parti ile ciddi bir ittifak içindeler. Kürt meselesinde, Batı’ya bakışta, tasfiye politikalarında, “İkinci Kurtuluş Savaşı” verildiği iddiasında birleşiyorlar. Türkiye’deki farklı terör olaylarının aynı kaynaktan yönetildiğine, 15 Temmuz’un ve öncesinin arkasında ABD’nin bulunduğuna inanıyor, Erdoğan’ın bu koşullarda toplum ve devlet birliğini temsil ettiğini düşünüyorlar.
Üçüncüsü ise, ordunun kurumsal rolünü önemseyen legalist bir subay grubu olarak tanımlanabilir. Siyasi olarak aktif olmamakla birlikte, ordunun ve ülkenin geleceği kaygısını taşıyan bir subay profiline işaret ediyorlar. Böyle bir dokunun, ayrışma ve ittifakların olduğu yerde siyaset de olur. Nitekim bu grupların türlü ilişkileri, aralarındaki çatışmalar bile kendi başına ciddi bir risk faktörü oluşturur. Bu durumu, 15 Temmuz’a ya da daha eskiye, 2010’lara, giderek Balyoz davasına, bu davayla amaçlanan tasfiye ve bu konudaki ordu içi gerginliklerle ilişkilendirerek, Gülenci vurgunun yarattığı dalga olarak tanımlayabiliriz.
Unutmamak gerekir ki, bugün büyük bir ittifak içinde olan muhafazakar siyaset ile ulusalcı-kemalist eğilimli askerler arasındaki çatışma ve mesafe Türk tarihinin kurucu ve belirleyici çatışmasıdır.
İkinci bulanık alan da budur ve şu soruyu ima eder: Bu iki yumurta tekrar tokuşabilir mi?
İstikrar, sürdürülebilir dengeli bir dış politika, kurumlaşmış demokratik düzen hedefi ve ilerleyişi askerin siyasi işlevini tarihe karıştırabilir.
Ancak tersi durumlarda mevcut grupların varlığı 15 Temmuz’un açtığı kapı, ordunun kurumsal vasi refleksi ve gelenekleri de dikkate alınırsa riskler ortaya çıkar. İstikrarsızlık, kutuplaşma, ağır dış politik bunalımlar, keyfileşme halleri devlet krizlerine ve tıkanıklıklara yol açtıkları oranda, askerin siyasi işlevini tahrik eden bir rol oynarlar.
Bu, Türkiye için en korkutucu senaryo olur.
Ocak 17, 2017
Kaynak: Al Monitor