Savaşı anlatıya taşımak zordur. Çünkü bahsettiğin konu ölümle, açlıkla, yıkımla ilgili olunca nereden nasıl anlatacağım sorusu, yazar için kolay olmayan bir süreç içerir. Savaşı anlatırken ordulardan, komutanlardan, devletlerden, nedenlerden, sonuçlardan çok; cephe gerisinden konuşmak, onun “sıradan insan” üzerindeki etkilerini görünür kılmak daha önemli. Böylece anlatılan zafer anlatısı olmaktan çıkar ve okur hâlâ savaş ve militarizmle yüzleşmemişse kafasında sorular oluşabilir. Elbette her metnin böyle bir işlevi olması gerekmez veya bu kesinlikle böyle olmalıdır gibi bir iddiamız yok ancak kendi okuma deneyimimde bu tarz metinleri öncelediğimi söyleyebilirim. Bu anlamda değerli bulduğum kitaplardan biri de William Faulkner’ın Yenilmeyenler’i. Kitap Amerikan İç Savaşı veya Kuzey-Güney Savaşı olarak bilinen dönemden okura seslenirken, Faulkner anlatısını daha çok savaşın Güney tarafı üzerinden oluşturuyor. Kitabın kahramanları da Güney’in “sıradan” insanları. Bir yanda süren savaş, diğer yanda insanların hayatta kalma çabaları Faulkner’ın metninde yerini alıyor ve okuru savaşın farklı yüzleriyle baş başa bırakıyor.
Ayrıca, Faulkner yazınında da bu metnin ayrı bir yeri var. Bana kalırsa, yazar okurlarının bileceği gibi bilinç akışı tekniğinin iyi uygulayıcılarındandır. James Joyce, Virginia Woolf gibi yazarların öncülüğünde ortaya çıkan bu teknik Faulkner’ın “Ses ve Öfke” adlı metninde çoklu anlatıcılarla, farklı zihinlerin bakış açıları işin içine katılarak uygulanır ve ortaya okuma zevki yüksek bir metin çıkar. Ancak yazar Yenilmeyenler‘de, metni çocuk karakteri Bayard Sartoris’in bakışıyla anlatıyor.
RÜYAYI GERÇEKLERİN ÖNÜNE KOYMAK
Savaş için en çok kurulan cümlelerden biri hakikatin yok olmasıdır. Savaş her şeyi öyle belirsizleştirir ki kim doğru söylüyor, kim dost, kim düşman ayırt edilemez hâle gelir. Zaman sadece o an olup bitende donar birkaç saat sonrası bile tahmin edilemez. Belki de bu durumu anlatmak için Faulkner, karakterlerinin diyaloglarında gerçekliği ve inanılırlığı rüyalar üzerinden belirliyor. Örneğin; Evin bahçesinde gömülü gümüş dolu bir sandık var, büyükanne Rosa gördüğü rüya nedeniyle onu taşımaya karar veriyor ancak sandığı başka bir yere götürmek için bir geceye ihtiyacı var. Bundan dolayı gördüğü rüyanın etkisiyle sandığı o gece odasında tutmak istiyor. Başlangıçta bu fikre pek sıcak bakılmıyor çünkü sandık çok ağır ve sabah geri taşınması gerekecek ancak büyükanne sandıkla ilgili gördüğü rüyadan bahsedince işler değişiyor ve sandık odaya taşınıyor. Burada rüya görmüş olmanın ikna edici bir yanı olduğunu görüyoruz. Bu belki de insanların kriz anlarında bir işarete, kendilerine yol gösterecek metafizik bir şeylere inanma ihtiyacından kaynaklı. Metinde başka diyaloglarda da benzer durumlara rastlanıyor. Kısacası savaşın ortasında yaşayan bu insanlar için rüyanın hakikati o an yaşanan gerçeklikten -mesela sandığın çok ağır olmasından- daha önemli hâle geliyor.
SAVAŞ ‘BULUT’ DEĞİL
Ayrıca, Faulkner’ın bu metninde savaşa uzaktan tanık olanların, onu asıl yaşayanlarla kurduğu ilişki iyi anlatılıyor diyebiliriz. Metinde, çocuk karakterlerin kafasında savaş daha çok baba John Sartoris’in anlattıkları üzerinden şekilleniyor. Mesela, kitabın çocuk karakterlerinden “zenci” Ringo için dinlediklerinin de etkisiyle savaşın yapıldığı yer bir bulut imgesinde varlık kazanıyor. Ringo o bulutu efendisi Sartoris’in savaştığı, düşmanları alt ettiği uzak yer olarak kafasında somutlaştırıyor. Böylece Faulkner, savaşı birebir yaşamayanın, uzaktan gözleyenin, durumunu bu imge ile anlatmış oluyor. Çünkü savaş ve kahramanlık hikâyeleriyle büyümüş bir çocuk için uzaklık duygusu, orada olma hissiyle birleşiyor, bir bulut savaşılan ve kahramanlık yapılan yer olarak hayal edilebiliyor. Bu militarist kültürle büyüyen çocukların durumunu hatırlatıyor, savaş hayalde bir bulut gibi uzak ve kahramanca; unvanlar, madalyalar, zaferler şeklinde anlatılanlarda yerini alıyor. Oysa gerçeklik öyle değil, ki metnin ilerleyen bölümlerinde, savaşın kalbine doğru çıkılan yolculukta, Ringo ve Bayard için savaşın tanımı yine bu uzaklık ile ilişkilendirilerek değiştiriliyor. Ringo, Sartoris ailesinde “köle” statüsünde bir “zenci” Bayard ise evin “beyaz” çocuğu ancak aralarındaki ilişki bu farkı belirsizleştiren eşit bir ilişki olarak tanımlanabilir. Bu iki çocuğun aralarındaki hiyerarşiyi belirleyen şey birinin diğerinden fazla şey görmüş ve tatmış olması. Örneğin: Bayard’ın Hindistan cevizli pasta yemiş olması, tren yolu ve tren görmesi gibi. Bu ayrıntıyı anlatma sebebim gümüş dolu sandıkla savaşın gerçekleştiği yere doğru çıktıkları yolda, Ringo’nun tren yolu ve tren göreceğini umarak Bayard’ın gördüklerine yetişme çabası gütmesi. Ancak ulaştıklarında savaş nedeniyle tren yolunun tahrip edildiğini görüp, akrabalarından evlerinin yakılıp yıkıldığını dinliyorlar ve işte o noktada onlar için savaşın anlamı değişiyor: “Biz -Ringo’yla ben- orada oturup Drusillayı dinlerken aynı şaşkınlık içinde birbirimize bakıyor, aynı inanılmaz soruyu soruyorduk: O sırada biz nerede olabilirdik? Acaba ne yapıyorduk ki, yüz mil uzakta da olsak, bunları sezememiş, hissedememiş, durup birbirimize hayretle heyecanla bakmamıştık? Çünkü bizce savaş buydu işte.”
Çocukların kafasındaki savaş anlatısının değişiminin imlediği şey uzaktan savaş seyirciliği yapmakla onun içinde olmak arasındaki fark. Hele ki günümüzde canlı yayından başkasının başına gelene seyirlik etmek kolay, çocuklara okullarda militarist bir eğitim verip, kahramanlar ve zaferler üzerinden bir anlatı oluşturmak kolay çünkü hepsi bir şekilde uzak ama felâkete yakınlaşınca yaşanan, o anlatılanın yapısını bozuyor çünkü savaş bir bulut değil savaş yıkım, çaresizlik, acı. Çocuk karakterlerin o an yüzleştiği bu ve geriye “bu kadar yakınımda oldu ve ben farkına bile varmadım” hissi kalıyor. Çünkü kitabın şu cümlelerinde de ifade edildiği gibi: “Savaş savaştır: Barut çağında, patlayan hep aynı baruttur; barutun bulunmadığı zamanlar, saldırı da savunma da hep demirle yapılır – aynı öykü, aynı anlatım, bir sonraki ya da bir öncekinin farkı yok. Evet biliyorduk, ortada bir savaş vardı; buna inanmak zorundaydık, tıpkı son üç yıldır yaşadığımız hayata ancak ‘yokluk ve acı’ adının verilebileceğine inanmak gibi. Gene de savaşın görkemine ilişkin bir kanıt yoktu; aslında bu yönde bir kanıt bulunmadığı gibi, ortada suratımıza fırlatılmış ters yönde son derece sefil ve inkârı olanaksız bir kanıt vardı…” Savaşın tek kanıtı acı, ölüm, açlıktan kemikleri görünen atlar, yersiz yurtsuz kalmak… Tüm bunlar nedeniyle baba John Sartoris’in anlattıkları yıkılıyor ve savaş iki çocuğun gözünde görkemini kaybediyor. Faulkner, metninde savaşın ‘büyü’sünü, çocuk karakterlerin savaşa dair hayallerini ve kafalarındaki savaş imgelerini bozarak gösteriyor, büyüklerin zafer anlatılarını çökertiyor, çocukların gözünde onları küçük düşürüyor.
ERKEKLİK VE MİLİTARİZM
Bu kitabı benim açımdan değerli kılan bir diğer sebep Faulkner’ın savaşı erkeklik ile özdeşleştirmesi, yaşananları kadınların, çocukların bakışıyla anlatması ve onları “yenilmeyenler” olarak göstermesi. Kitabın kadın karakterlerinden Drusilla’nın şu cümleleri kadın bakışını yansıtması açısından örnek gösterilebilir: “… Genç erkekler atlarına binip gidiyor, o güzel savaşlarda ölüyorlar; ayrıca yalnız başına yatmak zorunda bile değilsin, uyumak zorunda bile değilsin, bu yüzden yapman gereken tek şey, arada bir köpeğe sopayı göstermek ve ‘Hiçbir şey için teşekkürler Tanrım’ demek.” Çocuk ve kadınlar için yaşam, savaş ve ölüm haberleri içinde hayatta kalmaya çalışmak oluyor, elde kalan ise Drusilla’nın dediği gibi, “hiçbir şey”. Ancak Faulkner’ın yarattığı kadın karakterleri güçsüz, kaderine razı gelmiş insanlar olarak kodlamak yanlış olur; tam tersine mücadeleci, direnişçi, erkeklerin savaşını yaşamdan yana çevirmeye çalışan kahramanlar olarak bahsedilebilir onlardan. Mesela büyükanne Rosa Millard, inançlı, yalandan ve küfürden nefret eden, çocuklar yalan söyleyince veya küfür edince ağızlarını defalarca sabunlu su ile çalkalatarak Tanrı’nın günahlarını bağışlamasını uman bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Ancak “zenci” ve “beyaz” ayrımı yapmadan açlıkla, yıkımla mücadele eden halkı için direnen bir kadın o aynı zamanda. Bulduğu düzenbazlık yöntemiyle orduyu dolandırıp elde ettiği kazancı zor durumda olan insanlara dağıtıyor. Tüm prensiplerini bir yana bırakıp, halkını doyuran bu kadın şüphesiz ki anlatılan hikâyede, Faulkner’ın asıl kahramanı olarak nitelenebilir. Çünkü şu cümlelerde yıkım durumunda asıl kahramanın kim olduğuna yapılan vurgunun bir amacı var: “Asker olmak için silah taşımak gerekmediğini, silah taşımayanların da yurtlarına hizmet ettiklerini, tek bir çocuğu açlıktan ve soğuktan kurtarmanın Tanrı’nın gözünde bin düşman öldürmekten daha iyi olduğu falan.” Büyükannenin yaptığı buydu işte ve Faulkner bu metnin savaşçı kahramanı olarak görebileceğimiz John Sartoris’e karşı büyükanneyi öne çıkarırken, kahraman olmak için savaşmak gerekmediğinin altını çizerken başka bir bakış getiriyor. Ayrıca yazar, metinde erkekleri savaştan haz alan ve ondan beslenenler olarak betimlerken, kadınları bilge bir yere konumluyor ve onların erkeklerden akıllı olduğunu sıklıkla vurguluyor, çektiklerinin nedenini genellikle erkeklere bağlıyor. Örneğin: “Ancak dediğim gibi, kadınlar için garip bir dönem diye bir şey yok belki: Onlar için zaman, erkek milletinin tekrar tekrar yaptıkları budalalıklarla dolu…” Veya askerlik ve erkeklik arasında ilişki kurulan şu cümleler: “…Tümüyle erkeklere özgü işlerin yapıldığı bir dünya düzeninde yaşadıktan sonra, ondan vazgeçmek istemiyorlardı: Tehlikeyi, savaşın kendisini seviyorlardı belki de çünkü erkekler eskiden beri, bir tek tehlike ve savaştan kaçınmak dışında, akla gelebilecek her nedenle hep barışsever davranmışlardı.” Metnin erkekleri savaş anlatılarıyla büyüyorlar, başta bahsettiğimiz Ringo ve Bayard’ın hislerinin metnin diğer erkekleri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz hatta. Militarizm erkeklik inşasının önemli boyutunu içeriyor ki bu metnin en çarpıcı yanlarından birinin bu konuya dikkat çekmesi olduğunu düşünüyorum.
ÖZGÜRLÜĞÜ BİLMEYENLER
Başta da bahsettiğimiz gibi Faulkner’ın Yenilmeyenler‘i, Kuzey-Güney savaşları olarak da bilinen Amerikan İç Savaşı’na odaklanıyor. Bu savaşta Kuzey’in daha doğrusu Abraham Lincoln’un vaadi köleliğin kaldırılması. Güney, tarım alanında gelişmiş bir yerken Kuzey daha çok sanayi alanında gelişmiş bir bölge. Güney’de siyahlar tarım işlerinde köle olarak kullanılıyor ve Kuzey’in vaadi siyahları özgürleştirmek ancak onları gelişen sanayileri için iş gücü olarak gördüklerini de göz ardı etmemek gerekiyor bana kalırsa. Sonuçta yıllar süren savaş sonucu kölelik kalkıyor ve buna kötü denemez. Faulkner’ın anlatısında siyahların durumu özgürlüğü bilmeyen ama onun için umutlananlar olarak anlatılıyor. Çünkü yıllarca efendilerinin topraklarında çalışmış, orayı yurt edinmiş bu insanlar için özgürlük bilinmeyen ama umutkâr bir vaat. Bunun üzerine düşününce ve metinde siyahların şaşkınlığını görünce insan şöyle düşünüyor: Öznenin elinden özgürlüğü alınınca, itaatkârlık içe işleyince geriye hiçlik kalıyor. Çünkü özgürlük öğrenilebilir olmaktan çok duyumsanan bir durum. Faulkner’ın metninde anlatılan biraz bu ruh hâlini hatırlatıyor ve “köleler” için özgürlüğün anlamı, bir umut ne olduğu bilinmeyen bir dürtü olarak anlatıya taşınıyor: “…Onlardaki bu dürtü, peşinden gittikleri, kendi derilerinden daha kara, akıl dışı bir vehim, bir düş anlamaları olanaksız; çünkü geçmişten kalan köklü gelenekleri olmadığı gibi, aralarındaki yaşlıların bile belleklerinde ötekilere anlatabilecekleri, ‘Bulacağımız budur’ diyebilecekleri, hiçbir şey yoktu…” Yıllarca bedeni ve emeği sömürülmüş bu insanların özgürlüğe dair hayali belirsiz, çünkü belleklerinde ona dair anlatabilecekleri bir şey yok, gelecekte nasıl bir hayatın olabileceğine dair bir bilgi yok ve Faulkner bunun duygusunu okura hissettiriyor.
Faulkner’ın Yenilmeyenler‘i konuyu savaşın gerisinde olanlar üzerinden ele alması, erkeklik ve militarizmi özdeşleştirmesi, çocukların ve kadınların gözünden savaşı anlatması bakımından kıymetli bir metin. Ayrıca böyle ağır bir konuyu yer yer esprili bir dille anlatabiliyor. Savaşlar yeryüzünün lâneti gibi, savaş tüccarlarının kazanç kapısı, liderlerin kahramanlık sevdası, vahşi kapitalist politikaların ayakta durma sebebi ve tüm bunlar nedeniyle insan türünün bir türlü aşamadığı… Bundan dolayı, Faulkner’ın metni bir klasik ve hâlâ söylediği çok şey var.
Emek Erez kimdir?
“Yaşam kitap ve sinema üzerine çeşitli portallarda karalamacı”.
Kaynak: Gazete Duvar