2019-09-20
Utanmaz devletler, 21 Eylül Dünya Barış günlerini, aralıksız devam ettirdikleri savaşlarla, kalıcı, sürekli savaş günlerine çevirdiler. Dünyanın birçok yerinde, Orta Doğu’nun her tarafında ve coğrafyamızda savaş bütün vahşiliği ile sürüyor.
İkinci Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939’da Nazilerin Polonya’yı işgaliyle başladı. Ardında 52 milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve yıkılmış kentler, tahrip olmuş yaralı doğa bıraktı.
İnsanlık tarihinin bu en kirli savaşının başladığı aydaki 21 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi. Her ne kadar ‘Türkiye’ye özel’ 1 Eylül olarak kutlanıyorsa da.
Barış sözcüğü savaşın olumsuzlanması gereksiniminden ortaya çıkmıştır. Etimolojik olarak kökü; ‘ortak yaşam’, ‘ortak çıkar’, ‘sosyal eşitlik’ ve ‘ortak iş bölümü’nde ifadesini bulmaktadır. Osmanlıca’da “sulh”, İngilizce’de “peace”, Rusça’da “mir”, İbranice’de “şalom”, Kürtçe’de “aşiti”, Arapça’da “selam” olarak ifade edilir.
Bir istatistiğe göre; insanlık tarihi bugüne kadar yaklaşık 14 bin 531 savaşa tanık oldu.
Savaş, başta yaşam hakkı olmak üzere, insan saygınlığı ve onurunun hiçe sayıldığı, her türlü insan hak ve özgürlüklerinin alabildiğine çiğnendiği vahşi bir haldir.
Savaş, insanı yok ettiği gibi kaynaklarını ve kültürel edinimlerini, ekolojik toplumsal estetik mal varlıklarını alabildiğine tüketen bir toplumsal kıyımdır.
Savaş uygulamalarını ve savaşta uygulanacak güç kullanımının ölçü ve sınırlarını belirleyen savaş hukuku, (savaş insanlık tarihi kadar eski olmasına rağmen) ancak 20. yüzyılın ilk yarısının ürünleridir.
İlk örgütlü barış hareketi 1814’te ABD’de olmuştur. 1843’te de Londra’da “Uluslararası Barış Kongresi” toplanmıştı. Birleşmiş Milletler’in kurulması bile barış hakkını güvenceye alamadı.
Barış hakkını hem kuramsal çerçevede hem de pozitif hukuk temelinde, esas olarak da olması gereken özgürlükçü hukuk temelinde ele alıp irdelemek gerekir.
Barış hakkı, bir yandan herkesin savaş suçlarına karşı, insanlığa ve barışa karşı suçlarla mücadele hakkını, öte yandan başta devlet şiddeti olmak üzere her türlü şiddete karşı korunma hakkını ve kitle imha silahlarının yasaklanması biçiminde silahsızlanma hakkını da kapsamına alır.
Barış hakkı sadece savaşın yokluğunu içermez. Silahsızlanmayı da hedefler.
Her insanın ve toplu olarak tüm insanların ulusal düzlemde olduğu kadar, uluslararası alanda da sahip olduğu barış hakkı; insan hakları hukukunda şu üç alt hakla somutlandırılır: 1) Güvenlik hakkı, 2) Savaşa muhalefet hakkı, 3) Silahsızlanma hakkı.
Güvenlik hakkı; ülke içinde ve devletlerarasında şiddet eylemlerine karşı korunma hakkıdır.
Savaşa muhalefet hakkı; öncelikle vicdani ret hakkını içerir. Her birey savaş suçlarına, insanlığa ve barışa karşı suçlara karşı muhalefet hakkına sahip olmalıdır.
Silahsızlanma hakkı, bir yandan silah stoklarının ve taşıma rektörlerinin imhası, öte yandan silahlanma sanayilerinin ve askeri bilimsel araştırmaların dönüşüme uğratılması işlemlerini kapsamına alır.
Bu üç hak çerçevesinde formüle edilebilecek olan barış hakkının muhatabı hükümetlerdir, uluslararası örgütlerdir, gönüllü kuruluşlardır. Bunların ötesinde eğitim mekanizması ve barış kültürüdür. Tüm bunlar barış hakkının; negatif barış bölümünün yani silahların susmasının koşullarıdır.
Barış hakkının kalıcılığa ulaşmasını sağlayacak olan da pozitif barış sürecinin tamamlanmasıdır. Yani anlaşmazlığa yol açan koşulların ortadan kaldırılmasını sağlayacak; eşitlik ve özgürlüğü, halkların ve dillerin hak eşitliğini sağlayacak, mevzuat değişikliğini içerecek demokratik çözümdür.
İnsancıl hukuk açısından Cenevre Savaş Sözleşmeleri ve ek protokolleri önemli bir gelişmedir. Roma Statüsünü temel alan halen Türkiye’nin taraf olmadığı Uluslararası Ceza Mahkemesi de çok önemli bir adımdır.
Keza tüm devletlere perspektif ve tavsiye niteliğindeki;
“BM Halklar Arasında Barış, Karşılıklı Saygı ve Anlayış İdeallerinin Gençlerde Geliştirilmesi Bildirisi (1965)”, “BM Toplumların Barış İçinde Yaşama Hazırlanması Bildirisi (1978)”, “BM Halkların Barış Hakkı Bildirisi (1984)”, “BM Bir Barış Kültürü Bildirisi ve Eylem Programı (1999)” gibi bildirgelerde barış mücadelesi ve barış kültürü açısından önem taşımaktadır.
Türkiye’de 1950’de Türk Barışseverler Cemiyeti kuruldu. Bilahare 1977’de Barış Derneği kuruldu. Ne var ki bu dernek, 12 Eylül faşist darbesi döneminde kapatıldı. 2003 yılında ise Küresel Barış ve Adalet Komitesi (BAK) kuruldu.
Gelelim gündemimizdeki barış sorununa. Yaklaşık 40 yıldır süren bir savaş var. Kürt sorununun eşitlik ve hakkaniyet temelinde çözülmemesi nedeniyle Kürt halkının, Türk halkının ve diğer tüm halkların barış hakkı devlet tarafından ihlal ediliyor.
7 Haziran seçimlerinden bu yana devlet savaşı daha da derinleştirdi. Kürt illerinde çocuklar, siviller hedef alındı, çok sayıda sivil öldürüldü. Yine doğa tahrip edildi. Tarihi ve kültürel değerler hedef alındı, imha edildi. Yine göçe zorlamalar başladı. Şehre girişler yasaklanarak evlere bomba yağdırıldı.
İHD verilerine göre 37 günde 47 sivil öldürüldü. 130 kişi yaralandı. 2 bin 544 kişi gözaltına alındı. 338 kişi tutuklandı. Siirt, Şırnak, Dersim, Ağrı, Antep, Kars, Diyarbakır, Hakkâri, Van’da 100’den fazla “Özel Güvenlik Bölgeleri” adı altında OHAL rejimi sahneye kondu. Günümüzde de savaş politikalarının bir sonucu olarak Kürt illerinin seçilmiş belediye başkanları görevden alınarak sömürge sisteminin bir yöntemi olan kayyımlar atandı.
21 Eylül’de bir kez daha, sadece silahların susmasını değil, barış hakkının kalıcılaşması için pozitif barışın şartı olan demokratik çözüm talebini de yüksek sesle dillendirmeliyiz. Devlet derhal savaşa son verip, demokratik çözüm yönünde ciddi adımlar atmalıdır. Seçilmiş belediye başkanları görevlerine iade edilmelidir. Cezaevindeki siyasi muhalifler serbest bırakılmalıdır. Savaşın tarafları dünya barış gününde karşılıklı olarak silahları susturarak, fiili ateşkes hali yaratılmalıdır.
Türkiye; Roma Statüsü’ne dayalı Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni derhal tanımalı, taraf olmalıdır.
Vicdani ret hakkı devlet tarafından tanınmalı, Anayasal ve yasal teminata kavuşmalıdır.
Cenevre Savaş Hukuku Sözleşmeleri ve ek protokolleri çekincesiz Türkiye tarafından insancıl hukukun kaynağı haline getirilerek pratiğe yansıtılmalıdır.
Barış sorunu, sanat, edebiyat, felsefe açısından da çok önemlidir. İlk barış temalı sanat eseri, M.Ö. 421’de Aristotales tarafından yazıldı. Felsefe tarihinde üç önemli filozof, Heraklitos, Kant ve Hegel ve keza Karl Marx; barışla ilgili önemli kuramlar üretmişlerdir,
İnsanlık, değerli filozof Kant’ın tabiriyle ebedi barışa hasret. Savaşı ortaya çıkartan ve kalıcılaştıran temel etmenin silahlı kuvvetler olduğunu belirten ve orduyu savaş mekanizmasının taşıyıcısı olarak gören Kant ebedi barışın temel şartı olarak “Sürekli ordular zamanla bütünüyle kalkmalıdır” vurgusunu yapmıştı.
Victor Hugo’da; “Orduyu ortadan kaldırırsanız, savaşı ortadan kaldırırsınız. Peki, ordu nasıl ortadan kalkar? Diktaları yıkıp, despotları yok ederek” demişti.
Herkes, coğrafyadaki tüm halkların en temel hak olan barış hakkının yaşama geçmesi için plebisiter diktatörlüğün savaş politikalarına hayır demelidir.
Eylül ayı aynı zamanda coğrafyamızda adli yılın da başlangıç ayıdır. Adalet sistemi nasıl olmalı, pozitif hukuk nasıl değişmeli sorularının cevabını 21 Eylül Dünya Barış günü nedeniyle bir kez daha düşünmeliyiz. Lakin barış mücadelesinde hukuk kurumlarının sorumluluğu açısından birkaç vurgu yapmak elzem.
Coğrafyamızda kan gövdeyi götürürken, siviller hedef alınırken, iktidar savaş politikalarını derinleştirirken TBB ve batı metropol, Marmara ve Ege barolarının büyük çoğunluğu sık sık şovenist bildiriler yayınlayarak monist ve militer, halkların hak ve özgürlüklerini inkar eden devlet aygıtları gibi çalışıyorlar. Halkların hakkaniyet ve eşitlik temelinde barış hakkına karşı çıkıyorlar. Coğrafyanın her tarafı için savunulan özyönetim modelini bu barolar, bölücülük olarak, iktidar savcıları gibi değerlendiriyorlar. Halkların hukukundan nasibini almamış bu baro yönetimleri dünyadaki idare hukuku rejimi açısından genel gidişin mutlak merkeziyetçilik değil âdemi merkeziyetçilik olduğu gerçeğini hala görmek istemiyorlar.
Ebedi barışa hasret insanlık aynı zamanda en az devlet en çok özgür birey ve özgür toplu yaşam biçimine de hasret. Yıllar sonra insan hakları tarihinin barış hakkı sayfası yazıldığında bugünkü şoven ve ırkçı saldırganlığa ses çıkarmayan, özyönetime ve halkların kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkan sözde hukukçular da kuşkusuz militer fetvacılar olarak anılacak.
Tüm dünyanın kalıcı barış için ordusuz günler ütopyasına kavuşması dileğiyle.
Kaynak: Ahval Türkçe
* Ercan Kanar: Hukukçu, İnsan Hakları Savunucusu