Bugüne dek vicdani reddini açıklayan ve söze, hayvanları, doğayı ve bu ülkede militarizm yüzünden canı yanan tüm kimlikleri, tüm canlıları ve halkları anarak başlayan herkesin sözünü sahipleniyorum.
Uzun zamandır çocuk haklarına dair emek veriyorum. Başlangıçtaki niyetim, askerliğin devletin resmi kurumlarında ve gündelik yaşamda bir “vatan borcu” olarak çocukluktan itibaren nasıl ve neden öğretildiğine, bir diğer ifadeyle, militarizm ile arzulanan çocukluk inşasına ilişkin bir şeyler yazmaktı. Fakat bir dostum der ki; “İnsan çocukluğu tarifleyecekse, kendi çocukluğundan bahsetmesi evladır.” Bu cümle, beni çocukluğuma dair yolculuğa çıkardı. Aynı zamanda kadın hareketinin ve LGBTİ+ hareketinin düşüncesini ve eylemini nasıl da kendi yaşam deneyiminden yoğurarak ortaya koyduğunu hatırlattı. Dolayısıyla bu bir makale değildir. Benim için vicdani ret, kanaatlerimden çok, duygularımın ve deneyimlerimin kurucu olduğu bir itirazdır.
Ben bir subay çocuğuyum. Çocukluğumun bir kısmı askeri lojmanlarda geçti. Babamın anlattığı birçok şey aklımdadır; katıldığı operasyonlardaki ölümler, çatışmalar. Birilerinin ölümünü anlatırdı ara sıra. Askerliği bunlarla da sınırlı değildi, ordudan ayrılalı yıllar geçse de bazen evde de bir komutandı, bu gündelik davranışlarına yansırdı. Bir gün “hazır ol” pozisyonuna soktuktan sonra öfkelendiği şeyle ilgili bana tokat attığında bunu en belirgin şekilde hissettiğim andı. Ordudan kalma huylarına ya da askerlik anılarını anlattığında bu denli kızmazdım tabi, çünkü üzerinden yıllar geçse de babamın ülkemizi koruduğuna inanırdım. Bir diğer şey de siyasi düşüncelerime yön verme arzusuydu. Babam bana her girdiğimiz ortamda şimdi anladığım için tanımlıyorum desteklediği siyasi partinin hareketini yaptırırdı. Çevremdeki insanlar bu hareketi yaptığımı görünce bir coşkuya kapılırdı. Ne olduğunu hiç anlamazdım. Ama babamdan duyduğum kadarıyla ülkücü hareketin ilkelerini bilirdim, hatta ülkü ocaklarına da arada giderdim. Bana iyi davranan insanlar olsa da herkes çok fazla ciddi gelirdi, kendime bu disiplinin içinde bir yer bulamamıştım.
Sonra oyuncaklarımı hatırlıyorum, oyuncak tabancalar, oyuncak askerlerim vardı, onlarla oyun oynamayı çok severdim. Bir ara boncuklu tabancalarım, hatta boncuk atan ama isabet ettiğinde biraz can yakan bir keleşim vardı. Mahallenin bakkalından torpil vs. alırdık, o zamanlar bakkallarda “torpil, ufo, kızkaçıran” isimlerinde patlayıcı şeylerde satılırdı. Böyle oyunlarımız olurdu, boncuklu tabancalarla birbirimize sıkar, o patlayıcı şeyleri de bombaymış gibi birbirimize doğru atardık.
Ortaokul’dan sonra bu oyunları oynamadık neyse ki ama okulda bugün baktığımda bambaşka bir öğretiydi. Tarih derslerimize şimdi dönüp baktığım zaman korkunçtu. Çünkü lise bitinceye kadar, ben bu coğrafyada Türk’ler dışında başka halkların olduğunu nerdeyse hiç duymamıştım. Meşhur bir laftır ya “Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür” denir. Türk halkı ile bir derdim olduğu için değil gerçekten, derdim şimdi hakkında birçok şey öğrendiğim, öğrenmeye gayret ettiğim birçok halkın sanki düşman olmalıymışım gibi anlatılması; sürekli savaş, ihanet ve kahramanlık anlatıları ile kutsanması ve daha da kötüsü benim de bunların çoğuna inanmış olmamdı. Askerlik üniformasının kutsal olduğunu hissettiğim bir dönemi hatırlıyorum. Başka halklarla bir arada yaşama dair hiçbir şey öğrenmedim. Yunanlılar, ermeniler, kürtler, çerkezler, lazlar… Oysa türkülerini bile doğru düzgün duymamıştım. Örneğin kürtlerin bu ülkeyi bölmek istediklerini duymuştum. Kendi kendime yeminler ederdim, eğer sokakta öyle bir şey duyarsam bunu söyleyen kişiyi geberteceğim diye. Fenerbahçe tribününde takılırdım. Bir gün Paok ile yapılacak maçtan önce bir kameranın önünde “ben osmanlı torunuyum, yunanlıyı neyleyim” diye başlayıp küfürler ettiğim tezahuratlar yaptığımı hatırlıyorum. Şiddetin, iktidarın bir büyüsü vardır, bu büyü beni birçok yaşam alanımda sarmıştı. Başka dinleri hiç bilemedim. Elbette biraz duydum, mesela annem “onlarda Allah’ın kitapları oğlum” derdi ama öyle ayrıntılı bir şeyler hiç bilmedim. Daha çok annem anlatırdı. Bir kez, bir kiliseyi merak edip girmiş, kapıdaki mumların ne olduğunu anlamadığım için ve eğlenceli olacağını düşündüğüm için mumların hepsini üfleyerek söndürmüştüm.
Kitap okumayı da sevmezdim. Dolayısıyla birçok şeyi okumaya ve araştırmaya başladığımda öğrendim. İlk kitabımı 19 yaşımda çocukluk arkadaşım diyebileceğim bir dostum verdi. Kitap Hasan Cemal’e ait, ismi Kürtler. Okuduğum zaman öyle sarsıldım ki. Bana çok fazla yalan söylenmiş gibi hissettim, epeyce kendi içimde kızdığımı ve üzüldüğümü hatırlıyorum. Üniversiteye başladığımda henüz yeni yeni okuyan bir insandım, insan hakları fikriyle yeni yeni tanışıyordum. Mesela hayatımda ilk kez bir eşcinseli üniversitede gördüm, ne düşüneceğimi bilemedim, tedirgin oldum. Sözün özü güzellikten yana karşılaşmalarımın hiç olmadığını düşünecek olsam, çocukluğum ve ilk gençlik yıllarımdan itibaren, o zamanlar tarif edemeyeceğim bir otorite tarafından çoktan arzulanan bir vatandaşa bürünmüştüm. O kavgacı, asi ve bilmemiş hallerimle askere gitsem heralde ordunun tam istediği gibi bir erkek, bir vatandaş ve bir asker olurdum.
Herhalde kendi çocukluk ve gençlik serüvenim, askerlik ile sürseydi sonumun ne olacağı belli olmazdı ama Sırbistan’da yaşamış olan Herak’ın öyküsü1 ve kalbindeki nefretin kaynağı olan askerlik bana çok ürkütücü geliyor:
“Sırbistan Ulusal Ordusu’na alınan, savaş öncesinde ne Sırbistan ne de Yugoslavya tarihi hakkında hiçbir şey bilmeyen, politik konulara ilgisiz Borislav Herak’ın hikayesi bize, askeri eğitimin, sıradan bir erkeğin duygularını, gördüğü her müslümana karşı şiddet uygulatacak kadar öfke ve intikama nasıl dönüştürebileceğini örnekler. Hayatında hiçbir kavgaya karışmamış, okulda başarısız olmuş, uzun süre işsiz kalıp, daha sonra bir tekstil fabrikasına giren 21 yaşındaki Herak, Sırbistan Ulusal Ordusu’na katılmadan önce Müslüman komşulara ve arkadaşlara sahiptir; hatta kız kardeşi bir müslüman ile evlidir. Ancak Herak, orduya katıldıktan sonra, komşularının, arkadaşlarının atalarının, çok önceleri kendi atalarına baskı uyguladığının ilk öğrendiği şeylerden biri olduğunu söyler. Komutanlarından, Müslüman Osmanlı İmparatorluğu yüzünden Sırbistan’ın ezildiğini öğrendiğinde, bir Sırplı olarak, ezilmiş, baskı altına alınmış bir erkek olduğunu fark eder ve bir tekstil işçisi olmasından, okuldaki başarısızlığından, kızlarla iletişiminin zayıflığına kadar bastırılmış bir erkek olarak Müslümanları suçlar. Böylece oluşturulan bütün öfke ve şiddet, istenilen hedefe yönlendirilir. Betty A.Reardon, “Women or Wapon” başlıklı makalesinde, “silah kullanmak, bağımlılıktır” der. Her bağımlılık gibi, şiddet de bir kez kullanıldıktan sonra hissiz, korkusuz, acımasız uygulanacak bir alışkanlığa dönüşmeye başlar. Herak da kışkırtılan öfke ile bir defa Müslümanlara ateş ettikten sonra, Bosna savaşının en vahşi tecavüz davasının sanıklarından birine dönüşebilmiştir.”
Bugün askerlik deyince hissettiğim, birbirinden farklı nedenler var;
Öncelikle, kesinlikle herhangi bir savaşa dahil olmak istemiyorum. Yeryüzünde tüm türlerle, tüm halklarla barış içinde yaşamak istiyorum ve birlikte yaşayabilme ihtimallerimizin yollarını aşındırmak istiyorum. Askerliğin, bir diğer ifadeyle silahın ve inatçı bir milliyetçiliğin neleri yıktığına tanıklık ettim, ediyorum.
Roboski katliamı’nda öldürülen çocukları, katırları, sokağa çıkma yasakları döneminde önümden geçen tankları, PKK’nin ölümüne sebep olduğu Fırat Simpil’i ve devlet tarafından öldürülen Nihat Kazanhan’ı hatırlıyorum. Failleri koruyan herhangi bir yapının kapısından dahi girmek istemiyorum. İsimlerini artık hatırlayamadığım tonlarca çocuğun cinayetine ilişkin verilen adalet mücadelelerine katkı sunmak içinde elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
Askerlik sisteminin gündelik hayatında çok da saklı olmayan şiddettir. Ne giyeceğime, saçımı nasıl kestireceğime, kaçta uyuyacağıma ve uyanacağıma, ne zaman dinlenebileceğime, yürürken hangi şarkıyı(marşı) mırıldanacağıma, ne zaman dışarı çıkabileceğime karar verilmesi benim için bir şiddettir. Bunu bir kapatılma olarak tanımlıyorum. Bunu deneyimlemek istemiyorum.
Askerliğin bir diğer boyutu da elbette ki ekonomik eşitsizliğin farklı biçimleri olan bedelli askerlik ve paralı askerlik. Paralı askerliğin ve askerlikten sonra getirdiği imkanların, nasıl imkansızlıklardan doğduğu da açıktır. Bedelli askerlik ise tam tersi bir boyutu, ödeyebilecek gücü olanın kısa bir süreyle gidip gelmesi. Hayatımdaki tek sınıfsal çelişki bu değil, hatta verdiğim vergiler de biliyorum ki orduya gidiyor ama insana bu çelişkileri en aza indirmekten daha iyi gelen bir şey olamaz herhalde. Elbette ki, bu sözün bireyselliğinden ziyade, örgütlü bir ses olması gerektiğine inanıyorum ve bunu gözeterek yaşamaya çalışıyorum, çalışacağım.
2011 yılında Suriye’de çıkan savaş nedeniyle Türkiye’ye gelen mültecilere yönelik nefret söylemlerinden biri olan “ülkelerinde kalıp savaşsalardı” ifadesi, barış içinde yaşamak hakkının yanı sıra vicdani ret hakkına yönelik de bir saldırıdır. Bugün benim vicdani ret talebim birilerine anlaşılır geliyorsa, mültecilerin vicdani ret hakları da kabul edilmelidir.
Bana göre askere gitmek asla bir kurtuluş değildir. Bir insanın herhangi bir askeri eğitimi almamayı, savaşmamayı tercih etme hakkı olmalıdır. Aksine bunları paylaştığım için halkı askerlikten soğutma, askere gitmemek gibi suçlamaların kendisi, benim ifade özgürlüğümü ve din ve inanç özgürlüğümün bir ihlalidir.
Vicdani ret ise, zorunlu kamu hizmeti doğrultusunda tartışılıyor. Kamu hizmetini kabul etmek veya reddetmek hakkım olmalıdır. Bu hakkımı saklı tutarak, bana önerilecek kamu hizmetininin ne olacağına, bu hizmeti verecek özne olarak kendimin söz hakkı olması gerektiğine inanıyor ve bunu talep ediyorum. Ayrıca alternatif kamu hizmetlerine ilişkin tartışmanın toplumsal cinsiyet eşitliğini de gözetmesi gerektiğine inanıyorum. Alternatif kamu hizmetine ilişkin bir tartışma bir gün parlamentoda vücut bulursa hizmet verecek ve hizmet alacak kişilerin, insan hakları örgütlerinin, sendikaların, akademisyenlerin katılımını talep ediyorum. Ayrıca bu tartışmalar demokrasinin doğası gereği kamuoyuna açık, şeffaf bir şekilde yapılmalıdır.
Devletlerin açtığı savaşların yeryüzüne acıdan başka bir şey bırakmadığına dair korkunç bir dünya deneyimi var. Oysa ki, kendi konfor alanlarımızdan çıkmaya gayret ederek, hep birlikte tartışarak, yüzleşerek, olabildiğince sükunetle, affedemiyorsak da yok etmeden, bir arada yaşamanın yollarını arayabiliriz. Bütün yeryüzüyle elbette, bütün türlerle birlikte.
Asker olmayı vicdanen reddediyorum.
Alper Yalçın
İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi’nde yaptığı basın açıklaması ile vicdani reddini açıkladı.
PAYLAŞ.