04/08/2015 21:17
Kazan-kaybet denklemiyle yazılan makale, çizilen görsel ve sunulan haberler girdabındayız. Güne patlamalarla uyanıp operasyonlar eşliğinde uyuyoruz. Bu hiç normal değil aslında değil mi? Olmamalı da tabii, lakin klavye başına geçmeden evvel ya da kalemi eline almadan önce apoletler takıp postallar giyenler sayesinde barışı değil savaşı hissediyor, hep hayatımızdaymış gibi ölüm haberleriyle gözümüzü açıyoruz.
Tam da böyle anlarda barış gazeteciliği düşüyor insanın aklına. İspanya’da, İrlanda’da ve Afrika’da dünyanın dört bir yanında savaşın en sert zamanlarında örneğine denk gelebileceğimiz gazetecilik. Çok mu uzağız peki buna?
Pornografik ve maskülen bir şehvetle yazılan haberler silsilesi günün her anı hayatımıza akıyor. İnlere ‘giren’ devletler, bombalarla köyleri, dağları ‘inleten’ komutanlar…
Sahada, ofiste, sokakta ve hatta dağdan haber yapan, kitap yazan gazetecilere sordum. Nasıl olacak? Barış gazeteciliği nasıl hayat bulacak?
İrfan Aktan – Zete yazarı, MedNuçe TV programcısı
Barış gazeteciliği, savaş isteyenlerin savaştan başka bir ihtimal göstermedikleri dönemlerde o ihtimalin peşini kovalamaktır. Egemenler “Savaş dışında bir seçenek yok” dediklerinde, kitleleri etkileyebilecek tüm aparatları da aynı anda devreye sokarlar. İnsanlar, savaşı doğal bir netice olarak kabullenmeye zorlanır.
Barış gazeteciliği yapanlar ise barışın yollarını gösterenlerle görüşür, barışın sesini ve yollarını nakletmeye çalışır. “Doğal halin” savaş değil, barış olduğunu hatırlatmak istediğinizde elbette egemenlerin hışmına uğrarsınız. Savaş dönemlerinde ilk önce hakikati aktarmaya çalışan gazeteciler hedef alınır. Sansür, baskı, hapis ve hatta ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır gazeteciler. Çünkü savaştan politik, ekonomik vs. çıkar devşirmeye çalışan güçler barış ihtimalinin nakledilmesine müsaade etmek istemez.
Banu Güven – İMC TV
Ana akım medyada yine 90’ların dilinin konuşulduğunu, o dille yazıldığını görüyoruz. Ana akım medyada çatışmadan önce muhalif olabilen bir yayın grubunun dil değişikliğini de yine bazı uyarı/tehditlere bağlıyorum.
Yandaş medya ise tam bir nefret makinası. Bu durum çok huzursuzluk veriyor. Ülkenin yeni bir şiddet ve nefret sarmalından çıkması çok güç olur. Yasal zeminde siyaset yapmaya çalışanları/yapanları da karalayarak ve hatta hapse göndermeye çalışarak iktidarı pekiştirme yolundaki engelleri temizlemek istiyor Erdoğan.
Yine de şunu unutuyor; toplum çatışmasızlık ortamını yaşadı bir kere ve kaybetmeye bu sefer tahammül etmez. Siyaseten kimin barış dilini konuştuğu da eskiye oranla daha fazla kişi tarafından görülüyor. Ben 90’ları görmüş bir gazeteci olarak aynı filmi yeniden aktarmaya dayanamıyorum açıkçası. Ne görmeye dayanabiliyorum ne de aktarmaya. O savaş dilini dinlemeye hiç dayanamıyorum. Bu çerçevede herkesi ‘Barış istiyorum‘ demeye davet ediyorum.
Sedat Yılmaz – Özgür Gündem editörü
Devlet odaklı düşünen, siyasal iktidarlara ve sermayeye bağımlı habercilik yapan gazetecilerin cinsiyetçi, milliyetçi ve ırkçı dili, yangın yerine ateşle gitmektir. Savaşı bir futbol maçı gibi ele alıp ölüm ve zafer üzerinde gören gazeteciler, tarih önünde hep mahkum olmuşlardır.
Gazetecilik mesleği toplumsal vicdan meselesidir, bundan dolayı gücü, iktidarı elinde bulunduranlara karşı kalemini oynatmak zorunda. Gazeteciler olarak, bugün siyasetin ürettiği çatışmacı dilden uzaklaşıp, ‘er meydanını‘ müzakere masasına davet etmek tarihsel sorumluluğumuzdur.
Bizzat hükümetin yetkili ağızları tarafından tehdit edilen bir gazetenin çalışanı olarak bireysel düşüncem şu: Keşke taraflara eşit şekilde yer vererek ve dengeli bir habercilik için Yeni Şafak gazetesiyle “Artık yeter! Biz barış istiyoruz” manşetiyle çıkabilseydik.
Yıldırım Türker – Gazeteci, yazar
Savaş hazırlığı, sansürüyle birlikte gelir. Savaşçı muktedirlerin kamuoyunu şehitlik mertebesinin kutsiyetine bir kez daha ikna etmesi, düşmanın canavarlığı üstüne dolduruşa getirip öfke ve nefreti körüklemesi sürecinde savaş karşıtı görüşler en iyi ihtimalle nanemolla demokratların mızmızlığı olarak yaftalanır.
Bu savaş iklimini hazırlama aşamasında tehdit ve şantajlarla soluksuz bırakılan müstakbel şehit ve yakınlarının kafasında düşmanın cebren ezilmesinin şart olduğu konusunda en ufak bir kuşku yaratacak iletişim kanalları mümkün olduğunca sansürle tıkanır.
Bu nedenle uygarlığıyla karşımızda sırıtaduran dünyanın en itici bulduğu kelimelerden biri BARIŞ olmuştur. Barışın savunulması, politik bir hareket olarak da en tehlikeli sistem karşıtlığı olarak görülür. Çünkü barışı savsöz olarak benimseyenler elbette sadece dünya üzerinde dostluk ve dayanışmanın sözcülüğünü üstlenmekle kalmayıp bütün sistemin işleyişini sorgulamakta, üstüne kurulu olduğu iktidar makinesini kurcalamaktadır.
Bana en vurucu gelen, ‘barış‘ın tanımı üstüne olan yaklaşım farklılığı. ‘Çözüm odaklı Barış/Uzlaşmazlık Gazeteciliği açısından Barış= Şiddetsizlik+Yaratıcılık’ iken ‘Zafer odaklı Savaş/Şiddet Gazeteciliği açısından Barış= Zafer+Ateşkes‘tir. Aynı memleketi paylaşan insanları birbirlerine karşı kışkırtan, dünyaya ve Kürtlere bir ders vermenin yararlarından dem vuran medyamızın başındakilerin gazeteciliğin ilkelerini bir kez daha gözden geçirmesi gerekiyor. Hem de hiç vakit kaybetmeden.
Biliyoruz ve kaydediyoruz; yaptıkları, Güneydoğu’dan ölüm haberleri gelir gelmez sokakları dolduran kavruk bayrak satıcılarının girişimciliği kadar masum değil. Barış için can atanlar savaşa can pazarlamaz.
Özge Mumcu Aybars – Um:Ag yönetim kurulu üyesi
Barış gazeteciliği, bir gazetecinin ya da bir gazetenin her türlü propagandadan uzak ve tarafsız gazetecilik yapmasını içeren bir kavramdır. Yalan haberden çok gerçeğe, çıkarların birlikteliğinden çok insan varlığına, çatışmadan çok çözüme, savaştan çok barış diline doğru dönen bir söylem ve dil kullanılmasını gerektirir.
Ancak bu kavramın Türkiye gibi, içindeki çatışmalardan mutat şekilde düşman ile muktedir doğuran bir ülkede hayata geçirilmesi ve uygulanması zor ve ütopik bir kavram olarak görünüyor.
Nazan Özcan – Gazeteci
Gazeteci barış yapmakla yükümlü değildir ama barış dilini kullanmakla yükümlüdür. “Uçaklarımız terörü bombalıyor” diye manşet atıyorlar. Sen gazetecisin senin uçağın değil o. Bir de ‘şehitlik’ sıfatı var. Kim kullanırsa kullansın, ortada bulunan cinayeti normalleştiren bir kavram bu. Gazetecilerin bu kavramda ısrarı ölümlerin önünü almayı zorlaştırıyor.
“Analar ağlamasın” edebiyatıyla sabah akşam ana ağlatanlar şimdi de kadınlara “Susun” diyor. Medyada da allanıp pullanıyor bu erkek dili. Kadına “Susun” diyen ülke yöneticisine karşı ‘ciyak ciyak’ ve diğer tüm seslerle iç içe barışın da kelimeleriyle yanıt verilmeli. İktidarın istediğini yazmak gazetecilik değil PR oluyor diyerek Orwell’a selam gönderelim.
Burcu Karakaş – Milliyet
Adına ‘barış gazeteciliği‘ mi denir artık, tam olarak ne denir bilemiyorum ama medyanın şu çatışma ortamında tahrik edici yayınlar yapmaması bile bir kazanım olacaktır. Türk basınının kirli geçmişi belli. Her şeyden önce savaş ortamında teyitli haber bile lüks kaçıyor. Yani Genelkurmay ya da valilik ne derse, o! Asker bildirisi, ancak bir TSK açıklaması olarak haber metninin unsuru olabilir.
“Yine şehit verdik” gibi ifadeler kullanabilen bir basından söz ediyoruz. Bu iyelik eki nereden geliyor? Basın taraf değil, üçüncü bir göz olabilmeli. Taraf olacaksa da devletten değil, mağdurdan taraf olmalı. Terörist lafının yarattığı kırılma ise ayrı bir yazı konusu. Kime, neye göre terörist? Kürt toplumunu hiçe sayan yayınların barışa hiçbir katkısı yok. Yalnızca öfkenin çığ gibi büyümesine, hayalkırıklığının derinleşmesine ve zihni kopuşun genişlemesine neden oluyor.
http://www.diken.com.tr/baris-gazeteciligi-hemen-simdi/
Barış gazeteciliği, hemen şimdi! (2’nci bölüm)
05/08/2015 21:01
Pornografik ve maskülen bir şehvetle yazılan haberler silsilesi günün her anı hayatımıza akıyor. İnlere ‘giren’ devletler, bombalarla köyleri, dağları ‘inleten’ komutanlar…
Sahada, ofiste, sokakta ve hatta dağdan haber yapan, kitap yazan gazetecilere sordum. Nasıl olacak? Barış gazeteciliği nasıl hayat bulacak?
Nurcan Baysal – Aktivist, Gazeteci T24
Son bir yıldır Ezidi kamplarında çalışıyorum ve Ezidilere yönelik medyada verilen ‘ötekileştirici’ dille yazılmış haberlerin genel olarak toplumu Ezidilere karşı nasıl önyargılı hale getirdiklerini yakından gözlemledim. Ezidiler bu kadar büyük bir felaket, katliam yaşamasına rağmen, Ezidi kamplarına yardım çok kısıtlı oldu. Bunda medyanın ötekileştirici dilinin etkisi büyük.
‘Objektif’ gibi görünen birçok haber aslında muktedire hizmet ediyor. Özellikle savaş, soykırım, katliamların yaşadığı coğrafyalarda bunu açıkça gözlemlemek mümkün. Nitekim hepimizin bildiği 90’ların Kürdistanında yaşananların meşru kabul görmesinde medyanın savaş dilinin etkisi büyük.
Çatışmalı toplumlarda, medyada neyin ‘yazılmadığına‘ özellikle bakmak ve yazılmayanı yazabilmek, savaş propogandasının topuna girmiş kamuoyunu tekrar barışın yörüngesine sokmak açısından çok önemli. Türkiye medyası yıllardır ordunun, devletin kullandığı dili kullanmaya devam ediyor ve bu dil maalesef barışa hizmet etmiyor.
Ali Barış Kurt – ANF
Barış gazeteciliğinde savaşı gizleyen değil, kirli yüzünü teşhir eden bir çizgi izlenmeliyken, ana-akım medya ya ‘gerektiğinde‘ itinayla üzerini örten ya da ‘kahramanlık‘ mübalağasını öne çıkaran reflekslere sahip. Veya, meseleyi çatışmalardan ibaret gören, gösterenler için de bu tip bir gazetecilik yapmadıklarını söylemek mümkün zira savaşın neden başladığını, neden bitmediğini, nelere mâl olduğunu veya olacağını aksettirmeden aslında fanatik bir futbol maçı sunucusundan daha farklı şey yapmamış olursunuz.
Kaldı ki, geçtiğimiz çatışma döneminde bir televizyon kanalında Türk ordusunun bombardımanı tam da maç spikerliği üslubuyla verilmişti de, bombanın ağırlığını hepimiz hissetmiştik. Savaş sıcakken ‘soğumasını’, ‘soğukken’ toplumun birbirine ısınmasını hedeflemesi gerekirken, bu iki belirleyici misyona hiç de uymayan çizgide ısrar etmemesi lazım. Polisiye kitabı değil, gazete olduğunu hatırlayıp, kaç gerillanın hangi yöntemle öldürüldüğü yerine çarenin ne olduğunu işlemeli. Geçenlerde yaşamını yitiren bir askerin cenazesini sunarken dinlediğim kişinin şair mi spiker mi olduğunu ayırt etmem için ekrana biraz daha yaklaşmam gerekti.
Yine çatışmaların yoğun olduğu geçmiş yıllarda, muhalif kimliğiyle de bilinen bir meslektaşımızdan röportaj talebinde bulunduğumda, “Bu şartlarda özgür basına musakka tarifi versem bile hedef olurum” cevabını aldığımı anımsıyorum. Oysa tam da ‘bu şartlarda‘ barışın tarifini veren gazetecilere ihtiyaç yok mu? Keşke şartlar böyle olmasa da, hakikaten musakkanın kıvamını nasıl tutturacağımızı konuşsak. Ayrıca, sadece Kürt sorunu bağlamında değil; emek, kadın, Alevilik, Ermenilik, LGBTİ gibi başlıklarda da şiddet üreterek barış gazeteciliğine ihanet edildiğini eklemek lazım.
Esra Yalazan – Gazeteci, Yazar
Manşetlerde cepheye önde giden genel yayın yönetmenlerinin bu ülke için haber değeri yok maalesef. Bugün çok konuşulan 90’lı yılların ulusal ‘büyük gazetelerini‘ taradığınız vakit göreceğiniz başlıklar çok farklı değildir. Yani bugünkü savaş çığırtkanlığı sadece ‘havuz medyası‘ diye anılan manipülatif gazeteciliğin eseri değil. Medya patronlarının aynı zamanda iş adamı olması gözardı edilmemesi gereken sebeplerden. Bu patronların iktidarla (Ordu, mevcut hükümet) menfaat ilişkileri hiç bitmez. 30 yıl süren savaşta, İttihat ve Terraki’den bu yana siyasetçilerin, derin devletin kutuplaştırdığı toplumu, medya ‘savaş manşetleriyle‘ kışkırttı. Binlerce ölümde onların da ciddi sorumluluğu var.
Barış bu ülkede, önce siyasetçilerin sonra da çocuklarını savaşa göndermek istemeyen ‘iş adamlarının‘ işine gelmez. Sadece medyada kadın dili değil, hayatın bütün alanlarında kadın dili, sesi, merhameti, bakışı, dirayeti barış kültürü için elzem. Bütün erkekler kadınların içinden çıkar. İnsan böyle zor zamanlarda bu basit gerçeği unutuyor. Hiçbir anne kendi evladını savaşa gönderecek kadar gaddar değildir.
‘Neden medyada kadın dili hakim değil‘ eski bir soru. Cevabı malum, tıpkı siyasettte olduğu gibi köşe başını tutan ‘erkek iktidarı‘ kadınlara pek geniş ve etkin bir alan tanımadı çünkü. Evet yazıişlerinde kadınlar geçmişe göre daha aktif ama bu daha ziyade partilerin (HDP hariç) göstermelik kadın milletvekili bulundurmasına benziyor. Bugün iktidarın ve yandaşlarının kadınlara dair uslubuna, diline, seviyesine bakın. Gerçek tam da orada işte, üstelik gizli değil. Açıkça hayatımızı her gün doğrudan taciz ediyor.
Tuğçe Tatari – Gazeteci, Yazar
Türkiye medyasının yaygın bir davranış modeli vardır; güçten yana olmak. Devletle, hükümetlerle aynı dili yakalamaya çalışmak şüphesiz ki bu. Basın sözcülüğünden başka bir meslek tanımına girmez. Gazetecinin tek işi gerçeğin peşinden gitmektir. Gerçeği bulup eğip bükmeden okura sunmaktır. Kanaat okura aittir. Algı yönetimi, ideolojik mimari gazetelerin ve gazetecilerin işi değildir.
Malesef bu topraklarda sadece gazeteciliğin icra edildiği yayın kuruluşlarına nadiren rastlanır. Özellikle savaş veya iç gerginliklerin yaşandığı dönemlerde bu sadece kutuplaşmaları arttırmak, savaş destekçiliği yapmak, şiddeti makul, normal ve anlaşılır kılmaktan başka şeye yaramaz. Gazeteciler şüphesiz ki birer barış elçisi olmak zorunda değildir ama otoritelerle güç birliği yapıp savaş çığırtkanlığı yapmak da hiçbir etiğe sığmaz.
Bizlerin içinde yer aldığı medyanın çok uzun yıllardır sorunu budur; halka sundukları bilgileri şekillendirerek, yorumlayarak, kanaat hakkını okura bırakmadan yayın yapmaktır. Bu durum gerçeklerin bilinip, tartışılmasını değil toplumda taraftar zihniyetinin körüklenmesini sağlar. Hâl böyle olunca bilgiyle değil fikirle şekillenir toplum.
Faruk Ayyıldız – Evrensel gazetesi
Amed’e (Diyarbakır) bir asker cenazesi gelmişti. Kürt ailenin, Kürt çocuğu. Aile cenazede ne eve, ne tabuta Türk bayrağı istememişti. Açıklamalarında ise “Biz savaş devam etsin istemiyoruz. Tarafını düşünmeden sorgulamadan hiç kimsenin ölmesini istemiyoruz. Barış istiyoruz” demişlerdi. Türk medyası tek bir ağızdan “Aile bayrağı kabul etmedi” biçiminde manşete çıkardı, haber altı yorumlarında o ailenin ‘barış‘ istediği için yemediği küfür kalmamıştı.
Hani barış çağrısı, hani ölümlerin durması talebi? Aile şahsında tüm Kürt halkına nefret söylemleri oluşmuştu. Barış gazeteciliği aileyi hedefe koymak değil, seslerini çarpıtmadan, manipüle etmeden en yapıcı kavramlarla topluma ulaştırmaktır. Gazeteciler halka karşı iktidarın sesi olamaz, olmamalı.
Ayça Örer – Gazeteci, OT ve Amargi dergi
Barış gazeteciliği, toplumsal cinsiyet odaklı gazetecilik denilince aklıma toplumsal cinsiyet dili üzerine bir atölyede bana “Hocam, dili niye konuştuğumuz gibi yazmıyoruz, mesela kadın dayak yemiş işte” diye itiraz eden öğrenci geliyor. “Kendi kendine mi yemiş, kafasını durduk yere duvara mı vurmuş” deyince, sorumla beraber sınıfa düşen boşluk, o ana kadar henüz yüzleşilmemiş ve o andan sonra yüzleşilse de tam olarak kavranamayacak şeylerin çiğliği.
Ağabeyinin tecavüzüne uğradıktan sonra intihar eden bir kadının haberini, “Utanca dayanamadı” diye vermek de mümkün, “Ensest acısı” diyerek de, “İntiharı seçti” diyerek de. Üçü de aslında bir kadının ölümünü anlatır.
“Gazetecilik özünde iletkenliktir” sözünü şimdi açabiliriz. Olanı olduğu gibi aktarmakla aramıza bu noktada, ‘toplumsal olan’ giriyor. Toplumsal olanın da tabulardan, piyasa kriterlerine kadar uzanan ikiyüzlü bir skalası var. Yani, her şeyi dümdüz anlatamazsınız. Ve aynı zamanda, her şeyi dümdüz anlatabilseniz bile onu ‘satacak’ bir formata sokmanız gerekir. İş bu koşullar altında “Barış gazeteciliği nasıl yapılır?” sorusuna verilecek yanıt, bu mayın tarlasından nasıl geçmeyi tercih ettiğinize göre değişir.
Bir kere ayrımcı olmayacaksınız, doğu da batı kadar sizi ilgilendirecek, haberlerinizi sunarken, size verilen dışında şeylerin de olabileceği ihtimali hep aklınızın bir köşesinde duracak ve önyargıların önünüze geçmesine izin vermeyeceksiniz. Stajyerlere ilk öğretilenlerden başlarsak, “Ülkemizde” değil, “Türkiye’de”, “Ölü ele geçirildi” değil, “öldürüldü”, “olaysız dağıldı” değil, “sona erdi”, “eşinden dayak yedi” değil, “şiddet gördü”. “Kadın meselesinde nasıl bir dil kuracağız, dilimiz iyi değil mi?” diyenler ve bir kılavuz arayanlar Bianet’in Kadın Odaklı Habercilik ya da Gazeteciler İçin Cins Bakışı Sözlüğü’ne bakabilir.
Peki, barış gazeteciliği niye yapılamaz?
Barış gazeteciliği için en önemli şartlardan biri her koşulda taraflara mesafeyi koruyabilmek, haber kaynaklarından gelen bilgileri şeksiz şüphesiz doğru kabul etmemekten geçer. Maalesef, Türkiye basını 90’lardaki eşsiz körlüğünü, 2000’lerde eşsiz bir muhalefete tevil ettiğinden ve başta Twitter olmak üzere gelen bütün kaynaklara itibar ettiğinden yine itidal sahibi bir dil kurmak fırsatını kaçırdı. Merkez medya, havuz medyası ya da muhalif basın, adına ne dersek diyelim, kendi cenahında yine şiddeti üreten bir dili, bazı konularda belli hassasiyetleri gözetmeyi yeterli sayarak yeniden dolaşıma soktu.
Türkiye’nin çoktan seçmeli hak ihlali günlüğü “Barış gazetecisiyim” diye yola çıkanların, bunu ancak gazete puntolarında sabırlarının elverdiği ölçüde yaptığını ortaya koyuyor. Herhangi bir öfke anında kadın haberlerinde ya da savaşta gösterdiği hassasiyetin gerçeği yansıtmadığını, güzel bir ‘imaj’ olarak kenarda durduğunu sıklıkla test ediyoruz. Esasen mesele gazetecilik değil hala, tarafların ‘haklılık‘ mücadelesi.
En başa dönelim, barış gazeteciliği nasıl mümkün olur sorusuna verilecek yanıt basittir, iletken olduğunuzu bilip, neyi ilettiğinizi sürekli sorgulayarak. Barış gazeteciliği nasıl mümkün olmazın yanıtı da basit, olayların sıcaklığı içinde galeyana gelip durduğunuz yeri sorgulamayarak.
Barış gazeteciliği adına bazı anektodlar
Barış gazeteciliği için büyük emekleri olan Jake Lynch ve Annabel McGoldrick’in anektodlarından bazı başlıklar:
-“çatışma sanki sadece şiddetin meydana geldiği zamanda ve yerde varmış gibi davranmayın. bunun yerine, çatışmanın başka yerlerde şimdi ve gelecekte insanlar için sonuçlarını ve bağlantıların izlerini sürmeye çalışın. sonuçtan kimler kazançlı çıkacak, kimler kaybedecektir?”
-“sadece şiddet eylemlerini haber yapmaktan ve “vahşet”i betimlemekten kaçının. eğer başka her şeyi dışlarsanız, şiddetin tek açıklamasının daha önceki şiddet olduğunu ima etmiş olursunuz (intikam). tek çare daha fazla şiddet uygulayarak düşmanı cezalandırmaktır.”
-“ “yoksun”, “perişan”, “savunmasız”, “acıklı”, “trajedi” gibi kurbanlaştırıcı sözcükler kullanmaktan kaçının, çünkü bunlar sadece insanlara ne olduğunu ve onlar için ne yapılabileceğini anlatır. bu tür bir dil bu insanları güçsüzleştirir ve değişim seçeneklerini sınırlar. bunun yerine, insanların neleri yaptıklarını ve neleri yapabileceklerini haberleştirin. insanların sadece ne hissetiklerini değil, sorunla nasıl başettiklerini ve ne düşündüklerini de sorun. varsa çözüm önerilerini dinleyin. sıradan insanların da soyadları olduğunu unutmayın.”
http://www.diken.com.tr/baris-gazeteciligi-hemen-simdi-2nci-bolum/