Burak Özgüner’in anısına: ‘Sivil ölüm’ üzerine yeniden düşünmek – Alper Yalçın

Elbette bu şiddetten zaman zaman korkuyorum ama kendi içime dönüp baktığımda ne olursa olsun askere gitmeyi reddetmenin benim kalbimde çok güçlü bir duygu yarattığını hissedebiliyorum.

Sivil ölüm ifadesi üzerine ilk düşünmeye başladığım zaman Medyascope’un, 3 Ekim 2019 tarihinde paylaştığı “Sivil ölüme doğru: Vicdani retçiler Şendoğan Yazıcı ve Burak Özgüner’in şahsi ve ticari banka hesapları bloke edildi” (1) başlıklı habere denk düşüyor. O tarihten bu yana adına operasyon denilen savaş başladı, savaşta birçok kayıp yaşandı, Burak ve Şendoğan’a açılan davaların duruşmaları görüldü ve Burak hayatını kaybetti.

Burak, Medyascope’a verdiği röportajda şunları söylemişti:

“Devletin vermek istediği mesaj çok açık: İstersen taş ye, öl! Bunu zorbalık ve haraççılık olarak tanımlıyorum. Benim karşılaştığım benzer bir işlem, vicdani retçi arkadaşım Yavuz Atan’ın da başına gelmişti. Yavuz’un hesabı da 22 Şubat 2018’de bloke edilmiş ve haciz yolu ile hesabındaki paraya el konulmuştu. Bu ülkede idari para cezalarından dolayı haciz neredeyse hiçbir zaman uygulanmadı. Hayvanlara tecavüz eden faillere uygulanan 773 TL’lik idari para cezasını tahsil etmek için kılını kıpırdatmayan devlet, birçok hak ve özgürlüğünü kısıtladığı vicdani retçilerin ekonomik özgürlüğünü de ortadan kaldırmak istiyor. Vicdani ret açıklamamda da yer vermiştim, bu haraççılık üzerine tekrarlama gereği duyuyorum: ‘Devlete diyeceğim odur ki: Zorlamayın, dayatmayın! Çünkü zorla, insan ikna edilmez!’”

Öyle ki aylar önce “Ankara’ya gel duruşma için beraber Konya’ya gidelim” diye sözleştiğimiz halde duruşma tarihinde dayanışma çağrısını bile kendisine çok görmüş “ne gerek var ya, paraya yazık” diyerek gelmemizi istememişti.

Bu yazıya “Burak’ın anısına” diyerek başlamak hiç aklıma gelmezdi. Ancak mücadele alanları aradığımız vicdani ret hakkı nedeniyle Burak veya Şendoğan’a veya bir başkasına sivil ölüm yakıştırması bugünlerde daha çok zoruma gider oldu. Burak’ın “haraç” dediğine ben de “gasp” demiştim, bunun adı “bloke edildi” olmamalıydı.

Sivil ölüm ya da diğer ifadeyle medeni haklardan men edilmek (kamu görevinden ve memuriyetten, seçme ve seçilme hakkından, velayet ve vesayet haklarından men içerdiği gibi, vakıf, dernek, şirket ve siyasi parti yöneticisi veya denetçisi olmaktan ve bir meslek kuruluşu iznine tabi meslek ve sanatı icra etme yasağı)ve başkaca hapis, para cezaları talebiyle açılan davalar, medyada “sivil ölüm” ifadesiyle beraber anılıyor.

“Sivil ölüm” ya da bir diğer anlamıyla “Medeni ölüm” ifadesi gözüme çarptığı ilk günden beri bana çok kötü hissettirdi ve bu ifade hakkında biraz araştırmaya başladım. Öncelikle kabaca tarihi ile karşılaştım elbette. Sivil ölüm, yazılı olarak 1066 yılında İngiliz hukukuna girmiş olsa da kökenleri ilkel topluluklara kadar iz süren bir “şey”miş. İlkel topluluklarda belirlenen yasakların ihlali sonucunda topluluktan dışlanma, Antik Yunan’da belirli bir süre için ülke dışına sürülmek, 1660’larda sürgünlerden taşınır ve taşınmaz malların gasp edilmesi gibi dışlanmaktan ekonomik yaptırımlara kadar uzanan farklı biçimlerde günümüze kadar ilerleyerek tarihte geniş bir şekilde yer almış (2).

Bugün ise, daha çok ekonomik bağlamda ve beraberinde gelen damgalanmalar, eğitim ortamlarından dışlanma, seyahat hakkının kısıtlanması gibi farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Örneğin bir vicdani retçi, yani hukuken “yoklama kaçağı” olan bir insanın banka hesaplarındaki parası gasp edildiğinde eğer iş yeri maaşları belgelemek için banka yoluyla gönderiyorsa artık siz resmi olarak bir yerde çalışamazsınız, uzun vadede emekli de olamayabilirsiniz. Bir yandan da vicdani retçi olduğunuz için de çoktan damgalanmışsınızdır zaten ve size birçok insan iş vermek istemeyebilir. İşte bu durum, geniş bir yelpazesi bulunan “sivil ölüm” kapsamına giriyor. Bunu Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edilen insanlar için söylemek de mümkündür.

Özetle ve kabaca hukuki karşılığına baktığımızda, devletin bir müdahalesi sonucunda bir insanın pek çok biçimde cezalandırılması ve dışlanması anlamına geliyor. İşte tam hem “sivil ölüm”ün bir cezalandırma biçimi olarak günümüze gelmesi, hem de bu kavramın hissettirdikleri üzerine yeniden düşünmeye ve tartışmaya davet etmek isterim. Çünkü son zamanlarda bu ifadenin oldukça fazla kullanıldığını görüyorum.

Sivil ölüm, dışlanmaksa, cezalandırılmaksa ya da yapabilirliklerimizin kısıtlanmasıysa bunları hukuk alanı haricinde geniş bağlamda düşündüğümüzde “Kimlere sivil ölü deriz?” sorusunu soruyorum. Kendi adıma, bende çağrıştırdığı anlamlarına baktığım zaman eğer sivil ölümü bu şekilde tarif edeceksek aslında sokağa çıktığım gibi sivil ölüler diyarıyla karşılaşıyorum. Çünkü şiddeti, haklarımızı, bir diğer ifadeyle yaşamın içinde yapabilirliklerimizi ve aynı zamanda ekonomik eşitsizlikleri düşündüğüm zaman (kaçtı bizim ülkemizde açlık sınırında yaşayan insanlara ilişkin oranlarımız?) milyonlarca sivil ölüyle karşılaşıyorum.Yoksulluğu şiddet olarak tanımlamayı doğru buluyorum ve bütün bunlar zihnimde şu şekilde birleşiyor: Hukuken sivil ölüm devlet müdahalelerini kapsıyorsa, yoksulluk da, yoksullaştırılmak da bir devlet müdahalesidir. Yoksulluğu elbette ki yaşam alanlarının kısıtlanması, birçok yaşam alanından dışlanmak bağlamında da ele alıyorum. Peki kimlerden bahsediyorum diye düşündüğüm zamanda aklıma ilk gelenler hayvanat bahçeleri, bir kapatılma alanı olan mülteci kampları, kentsel dönüşümler ya da arka mahalleler… Haddimi aşarak başkalarının yerine söz söylemek niyetinde değilim, yalnızca devlet müdahalesi dediğimiz alanı genişletmek arzum var.

Bu tartışmanın içinden bakarak, öncelikle sivil ölüm ifadesini kendime yakıştırmak istemem, eminim ki bir başkası da kendine yakıştırmak istemez. Sadece sivil ölüm dediğimiz “şey”i tartıştığımızda benzer yerlerden bakıyorsak ve ucu bucağı oldukça genişse bu ifadeyi kullanmadan önce tereddüt hissetmeyi ve yeniden düşünülmesini dilerim. Çünkü ne olursa olsun kendi yaşamımda da başka arkadaşlarımın yaşamlarında da hem bireysel olarak daha küçük bir hayatın ve küçük cümlelerin arayışında bulduğumuz bir sadelik ve huzur, hem de birlikte veya bir başkasıyla oluşturduğumuz sevginin, saygının ve paylaşmanın yer aldığı bir hukukumuz var. Dolayısıyla ölü değiliz, aksine tüm canlılığımızla varız. Bu hukuku devletler bize bahşedemez ve bu hukuku muhafaza etmek bizim elimizdedir. Bir diğer ifadeyle dayanışmayı öğrenmek ve bunu yaşamak, resmi hukukun dışlayıcı gücünden bizi azade kılabilir. Bunu en basit haliyle, Burak’la beraber paramız neredeyse yokken bir keki paylaştığımız günden biliyorum.

Öte yandan bu tartışmanın “Ölü değiliz” dediğim yerde benim için şöyle bir kıymeti de var: Ben de bir vicdani retçiyim ve bu nedenle “resmi” bazı işlemlerden dışlanacağımı ya da başka biçimlerde cezalandırılacağımı tahmin ediyorum. Fakat, sivil ölüm ifadesini hiç üstüme alınmakta tereddüt etmemin yanı sıra, vicdani ret konusuyla beraber sivil ölüm ifadesinin kullanılmasına hem fazlasıyla mağduriyet içermesi hem de vicdani ret hakkına ilişkin korku iklimini yaratıyor olması nedeniyle tartışmaya açmak isterim. Çünkü ben öyle hissetmiyorum. Elbette bu şiddetten zaman zaman korkuyorum ama kendi içime dönüp baktığımda ne olursa olsun askere gitmeyi reddetmenin benim kalbimde çok güçlü bir duygu yarattığını hissedebiliyorum. Çünkü talebimin haklılığına inanıyorum. Tıpkı diğer arkadaşlarım gibi. Dolayısıyla sivil ölü olarak adlandırılan arkadaşlarım da, ben de–dayanamayıp bir daha söyleyeceğim!- tüm canlılığımızla, renklerimizle ve güzelliğe dair çabalarımızla varız, mağdur değiliz, sivil ölü değiliz veya şöyle diyelim, hepimiz sivil ölüyüz. Özetle bu tartışmanın tek muhatapları vicdani retçiler olarak bizler değiliz ya da KHK ile işleri gasp edilen insanlar değil. Devletin gündelik yaşamlarımızdaki baskılarına baktığımız zaman bu tartışmayı hep beraber yapmamız gerekiyor.

Bu tartışmayı tamamlayamadığımı, savaşta yeniden düşündüğümü, barışta yeniden düşünmek istediğimi paylaşmak isterim. Arendt, anlama etkinliğinin sonu gelmez bir süreç olduğunu ve nihai sonuçlar doğuramayacağını söyler. Dolayısıyla dilerim ki bu tamamlayamadığım ve yanıtlar aradığım tartışmada belki başkaları da bir söz söylemek ister.

Burak’ın bitmek bilmeyen inadına ve genişleyen mücadelesine atfederek, Arendt’in davetini hatırlatmak isterim; Hannah Arendt, totalitarizmi birçok bağlamda tartışmaya açmakla beraber totalitarizm ile mücadeleyi, onu anladıktan sonraya erteleyemeyiz diyerek totalitarizmi uzun uzun tariflemeye çalışmanın nafile bir çaba olduğunu, totalitarizmin ne olduğunu ancak onu yıktığımız zaman anlayabileceğimizi, o zamana dek mücadeleye devam etmemiz gerektiğini söyler ve herkesi üretmeye ve eylemeye davet eder.

(1) “Sivil ölüme doğru: Vicdani Retçiler Şendoğan Yazıcı ve Burak Özgüner’in şahsi ve ticari banka hesapları bloke edildi” – 03.10.2019 – Medyascope. Erişim Tarihi: 16.11.2019

(2) “Sivil Ölüm”- 03.10.2016. https://biratesgordum.wordpress.com/2016/10/03/sivil-olum/ Erişim Tarihi: 16.11.2019

(4) “Anlama ve Politika(Anlamaya İlişkin Zorluklar)”, “Formasyon, Sürgün, Totalitarizm” içinde. Hannah Arendt. Dipnot yayınları.

Kaynak: Gazete Duvar

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org