22 Temmuz 2016 Cuma
Uzun zamandır pek çoğumuz sadece gidişattan ve başımıza o an ne geldiğinden endişeli değildik, geminin nereye çarpıp duracağından da endişeliydik. Maalesef darbeye çaptık. Durup duramadığımızı henüz bilmiyorum. Burada durup duramayacağımız sivil siyasetin bu noktada atacağı adımlara bağlı. Bu adımların neler olması gerektiği de bu darbenin neden başımıza geldiğine dair anlamlı bir analizi gerektiriyor.
Hiç kuşkusuz ben Türkiye Cumhuriyeti’nin fani ve her şeyden habersiz bir vatandaşı olarak bu darbenin olmasının nedenlerini “içeriden” bilmiyorum. İpuçlarını (kimi zaman son derece uyduruk biçimlerde) bir araya getiren bir “stratejist” de değilim. Siyaseti anlamak için eğitim aldığım ve hayatımın en az yarısını siyaset okuyarak geçirdiğim halde uzun zamandır Türkiye siyasetinin ayrıntılarına tam olarak vakıf olamadığımı hissediyorum.
Bütün bunlar yüzünden bu darbeyi şu gruplar şu spesifik nedenlerle yapmıştır diyemeyeceğim. Ama tam da bu şeffaflık hissini kaybetmenin ve bu ayrıntılara vakıf olamama halinin bir semptom olduğunu biliyorum. Üstelik siyaset biliminin elinde darbenin neden olduğuna dair çok geniş ve hem Türkiye’deki geçmiş darbelerin hem de dünyadaki pek çok tarihsel deneyimin öğrettiklerine dayanan bir yazın olduğunu ve bunun bize bu son darbe girişimini değerlendirirken çok şey öğretebileceğine inanıyorum. Başlarken söylediğim gibi nedenleri, yaşadığımız büyük travmanın ve güçlü tehdit algısının dışına çıkıp soğukkanlılıkla analiz edebilmek önemli. Önemli (ve hatta hayati) çünkü bir toplum olarak bir arada kalabilmemizi tam da bu belirleyecek.
Gardiyan Ordu?
Türkiye’de askeri darbelerin nedenleri genellikle ordu bürokrasine “düzen koruyucu”luk vasfı atfeden devlet geleneğine bağlanarak açıklandı. Bu devlet geleneği anlatısı Türkiye’de orduyu bütün sınıfsal çıkarlar ve uluslararası koalisyonlardan bağımsız kadiri-i mutlak bir güç olarak görme eğilimindeydi (bu konuda bir değerlendirme için bkz. İsmet Akça ve Evren Balta). Modernleşmeci siyaset bilimi anlatılarına da egemen olan bu eğilim, orduların çalkantılı dönemlerde “düzen koruyucu” bir işlev edindiklerini ve bu işlevin kurumsal hafıza yoluyla sonraki kuşaklara taşındığını ifade etmekteydi. Bu “düzen koruyucu” rolün (ya da düzenin ordunun anlayışına göre bozulduğu durumlarda kalkışılabilecek darbelerin) panzehri ise orduların tamamen sivil kontrole tâbi olmasıydı.
Bu anlatı, darbeyi askeri aygıtın tarihten (Osmanlı geçmişinden) gelen sosyal ve kurumsal özellikleriyle açıklama eğilimi taşımaktaydı. Türkiye’deki bu son darbeyi yorumlayanlar tam da bu bakış açısını devam ettirerek ordunun (tüm sivilleşmeye rağmen) darbeye yol açan kurumsal ve sosyal özelliklerini koruduğunu savundular. Ordunun (hâlâ devam eden) düzen koruyucu sosyal işlevinin darbenin temel nedeni olduğunu iddia etiler. Kısacası henüz darbenin ortaya çıkma koşullarına, kimin, neden, nasıl yaptığına dair elimizde oldukça az bilgi varken dahi Türkiye’nin darbelerine dair “düzen koruyucu ordu” anlatısı devreye sokuldu.
Bu egemen görüşte darbe kalkışmasının temel nedeni AK Parti’nin (yani sivil, seçilmiş hükümetin) ordu üzerinde tam hâkimiyet kuramamasıydı. Darbenin panzehri olarak da ordunun şer odaklarından temizlenmesi ve tamamen güçsüzleştirilmesi/dilsizleştirilmesi önerilmekteydi.
Ordunun tarihsel olarak “düzen kurucu/koruyucu” işlevi Türkiye’deki darbe tarihini (ve son darbe girişimini anlamakta) önemli bir faktör olsa da kanımca ne yeterli ne de gerekli koşul.
Sivil Kontrol Tartışması
Bu noktada Huntington’ın orduların siviller tarafından denetimine dair bir uyarısını tartışmak önemli. Huntington’a göre askere kendi alanında otonomi veren “objektif sivil kontrol” ile askeri alandaki otonomiyi tamamen ortadan kaldıran “sübjektif sivil kontrol” farklı olarak düşünülmelidir. Objektif sivil kontrol temel siyasi kararların siviller tarafından alınmasını ve ordunun bu kararların hayata geçirilmesinde basit bir yürütücü olması anlamına geliyordu.
Bundan tamamen farklı olan sübjektif sivil kontrol ise sivil iradenin temelde orduyu ilgilendirmesi gereken (atamalar, operasyonların nasıl yürütüleceği v.d.) konularda gereğinden fazla müdahil olması anlamına gelmekteydi. Nasıl askerlerin sivil siyasetin alanına girmemesi gerekiyorsa, siviller de askerlere kendi kurumsal işleyişlerinde bir otonomi bırakmalıydı. Huntington sivil kontrolü ordunun tamamen denetim altına alınması olarak yürürlüğe koyan hükümetlerin, ordu içerisindeki hoşnutsuzluk ve huzursuzluğu artırarak, ülkeyi darbeye açık hale getireceğini ifade etmekteydi. Özellikle bu “darbeye açık olma” halinin ordu, seçmenler ve siyasi irade arasında ordunun askeri yapılanması, askeri personelin seçilmesi ve karar alma süreçlerinde bir uzlaşma olmaması ile daha da vahim hale geldiğini belirtmeliyim (bu üç zümre arasında toplumsal bir uzlaşma olmamasının ülkeyi darbeyi açık hale getirdiğini ileri süren önemli bir argüman için Rebecca Schiff’e bakılabilir).
Nitekim AK Parti’nin “sivil denetim” algısının orduyu tamamen kontrol altına almaya yönelik sübjektif bir yöntem olduğunu söylemek mümkün. Balyoz davası gibi siyasileştirilmiş davaların, orduda yapılacağı söylenen temizlik iddialarının ordu içerisindeki hoşnutsuzluğu genişleterek darbeci kliklere daha geniş bir koalisyon kurma imkânı verdiği iddia edilebilir. Zaman zaman ortaya çıkan (her ne kadar resmî ağızlardan olmasa da) AK Parti’nin dine saygılı kendi ordusunu kuracağı/kurması gerektiği iddiaları da ordu bürokrasisinin (bir kısmının) kendi otonomisini kaybedeceğine dair endişelenmesine yol açmış ve askerlerin (bir bölümünün) müdahale etmedikleri takdirde her şeylerini kaybedeceklerine ikna olmalarına neden olmuş olabilir.
İç Tehdit ve Ordunun Güçlenmesi
Hiç kuşkusuz asker-sivil ilişkilerinin kurumsal doğasına odaklanan analizler “darbe mekaniğini” anlamakta önemli ama yeterli değil. Daha yakın zamanda asker-sivil ilişkilerini analiz eden Micheal Desch askerin sivil siyasetteki ağırlığının temelde bir iç düşmanın varlığı ve çatışma durumu ile doğru orantılı olduğunu yazmaktaydı. Siyasal sorunların güvenlikleştirildiği toplumsal bağlamlarda asker-sivil ilişkilerinde hatrısayılır bir sivilleşme gerçekleşse bile, asker kaybettiği gücünü büyük bir hızla yeniden kazanacaktır.
Bir diğer deyişle siyasal sorunların “siyasetle değil tankla çözüldüğü” durumlar askere kurumsal otonomisini ve gücünü yeniden kazandırıyordu. Askerin siyasete müdahale için sokağa çıkması ordunun özgüvenini artırıyor, ülke için kendilerinin önemli olduğu algısını pekiştiriyor, siyasetin sorunları çözemediği fikrini kurumsal hafızaya yerleştiriyordu.
Desch’in perspektifini Türkiye’ye uygularsak iç siyasi sorunların güvenlikleştirilmesi ile askerin sivil siyasete müdahale kapasitesi arasında ilişki olduğu görülebilir. Nitekim AK Parti’nin özellikle 2000’li yılların başında sivilleşmede hatrısayılır oranda bir başarı sağlayabilmiş olmasının ve (o zamanda var olan) darbe tehdidini bertaraf edebilmiş olmasının en temel nedeni de Kürt sorununu siyasi bir sorun olarak görüp, sorunun çözümünde orduyu bir aktör olmaktan çıkarmasıdır. Türkiye’nin 7 Haziran’dan itibaren çatışmacı bir ortama girmesi ise tıpkı Desch’in söylediği gibi askerin siyasal sorunların çözümünde kendisini ana aktör olarak görmesine, “ölen biziz konuşan onlar” hissini yaşamasına neden olmuş olabilir.
Uluslararası Alanın Yapısal Dönüşümü
Asker ve sivil ilişkilerindeki geniş literatürün tamamını burada aktarmam mümkün değil. Son olarak yine Türkiye bağlamına uyduğunu düşündüğüm ve darbeyi temelde uluslararası iktisadi/siyasi konjonktür ile ulusal (özellikle popülist) siyasetlerin arasındaki makasın açılması olarak okuyan yaklaşımdan bahsetmek isterim (bu perspektifin önemli temsilcilerinden biri olarak Guillermo O’Donnell’a bakılabilir).
Bu yaklaşıma göre devletler sadece ulusal varlıklar değildirler. Aynı zamanda bir uluslararası ittifakın parçasıdırlar. Kimi dönemlerde (çeşitli nedenlerle) ulusal siyasi/ iktisadi hat ile uluslararası “düzen” arasındaki makas açılabilir. Bu makasın açılması ise sivil siyasetin etrafındaki ulusal siyasi, iktisadi ve bürokratik ittifakları dağıtır. Darbe tam da bu ittifaklar siyasetinin yeniden düzenlenmesi ve ulusal siyasal hattın uluslararası siyasi/ iktisadi konjonktür ile uyumlu hale getirilmesi işlevini taşır. Darbe uluslararası destek alsa da (hatta kimi zaman doğrudan uluslararası güçler tarafından organize edilse de) temelde iktisadi/siyasi çıkarları artık mevcut hükümetle uzlaşmayan yerel gruplar tarafından desteklenir. Ordu bu grupların ittifakında sadece bir katalizördür.
Kısacası bu yaklaşımda darbeler, değişen uluslararası (siyasi/iktisadi) düzene ulusal siyasetin “ayak uyduramaması” olarak tanımlanır. Tam da bu nedenle darbe “düzen kurucu” merkez ülkelerde değil, düzene uyması beklenen çeper ülkelerde hegemonik bir siyasal formdur.
15 Temmuz darbe girişiminin yapısal nedenleri hiç kuşkusuz daha çok tartışılacak. Ama bu perspektifin Türkiye bağlamına hızlı bir şekilde uyarlanması (ve sivil siyaset temsilcilerinin kendi ağızlarından sürekli bir uluslararası kaynaklı darbe fikrini dile getirmiş olmaları) bize pek çok ipucu veriyor. 2010 yılından beri Türkiye’nin ittifaklar siyasetinde hatrısayılır bir dönüşüm yaşandığını, Batı ittifakı ile arasında ciddi gerilimler oluştuğunu söylemek mümkün. Nitekim bu dönemde Türkiye’ye de uğrayan küresel ekonomik ve siyasal krizi İslâm’ın daha radikal yorumları ile aşma stratejisi, Ortadoğu’daki siyasal krizi kendi lehine çevirmeye yönelik müdahaleci ve çatışmacı hamleler, İran’a yönelik BM ambargosunun Türkiye tarafından delindiğine yönelik iddialar (ve bu para trafiğinin doların hegemonyasına verdiği zarar) Türkiye’deki siyasal iktidarın uluslararası düzenle ters düşmesinin kimi emareleri olarak da okunabilir.
Kanımca AK Parti kadroları ulusal siyasi hat ile uluslararası düzen arasındaki bu makasın açıldığının ve bu durumun Türkiye’yi bir darbe mekaniğine soktuğunun uzun zamandır farkındaydı. Bu makasın açılmasının en önemli sonucu da (otoriteryanizm ile aşılmaya çalışılan) ciddi bir yönetim krizinin ortaya çıkmasıydı. Nitekim bütün demokratik hükümetler seçimlerle iktidara gelirler, ama hiçbiri seçmenler tarafından yönetilmez. Yönetmek bürokratik bir uzlaşmadır. Bürokrasinin (özellikle güvenlik bürokrasinin), sermayenin ve uluslararası aktörlerin desteğini gerektirir.
AK Parti tam da bu uzlaşmayı devlet içinde kaybettiği noktada bir yönetim krizine girdi; bu yönetim krizini engellemek/ertelemek için ilk olarak kendi seçmen desteğini güçlendirecek dışlayıcı popülist bir siyasal hatta yöneldi. Bu stratejinin makası daha da açtığını ve AK Parti’nin uluslararası aktörler tarafından öngörülemez/ güvenilemez bir siyasal aktör olarak algılanmasına vesile olduğunu söylemeliyim. Son dönemde ise bunu engellemenin bir diğer yolunun askerle uzlaşmak (özellikle Kürt meselesinde) olarak görülmüş olabileceğini ve Türkiye’nin dış politikasındaki ani dümen değişikliğinin de bu makası kapatma arzusu ile yakından ilişkili olduğu iddia edilebilir. Ama bütün bunların ortadaki ciddi yapısal/bürokratik gerilimi gidermeye yetmediği de darbe girişimi ile açığa çıkmış oldu.
Bu noktada hemen ifade etmek isterim ki darbe girişimin başarısız olması, bu gerilimi gidermek için yeni bir fırsat sundu. Ama “yönetememe krizinin” devam etmesi halinde bu fırsatı sivil siyasetin kullanması ve kendi lehine çevirmesi yapısal olarak güç. Yönetememe krizi ise maalesef aktörlerin niyetleri ya da demokratik “vizyonları” ile ilişkili değil. Aşılması daha geniş, yeni ve içerici bir toplumsal ittifak kurmayı gerekli kılıyor.
Kazan, Kazan
Son olarak bir darbeyi mümkün kılan “temel” faktörlerden birinin hukukun sivil siyaset tarafından askıya alınması olduğunu ifade edeyim. Dünyadaki darbelerin tarihsel olarak hangi siyasal gelişmelerin ardından yapıldığını analiz eden çalışmalar, darbelerin hukukun üstünlüğünün bizzat sivil otoriteler tarafından ihlal edildiği, sivil otoritenin gücü merkezileştirme adımları attığı ve siyasal iktidarın seçimler yoluyla dönüşümünün önünün kesildiği dönemlere denk geldiğini gösteriyor. Böyle dönemlerde hukuku (kendi kurumsal geleneklerine, kapasitesine bağlı olarak) askıya alan pek çok merkezkaç güç beliriyor.
Özellikle siyasal aktörlerin sistemi “kazanan her şeyi alır, kaybeden her şeyi kaybeder” mekanizmasına sokması çatışmacı toplumlarda sivil siyasetin artık işe yaramadığı hissinin güçlenmesine ve darbeden iç savaşa dek uzanan çatışmacı bir siyasi hattın egemen olmasına neden olabiliyor. Kolektif grupların ve belirli sınıfsal öbeklerin sivil siyasetin kendi hak taleplerini ve görünme arzularını tamamen dışarda bıraktığını düşünüyor olması ve bunun yarattığı öfke ve adaletsizlik hissi hem darbenin hem de iç savaşın beslendiği ana damarlardan.
Burada adalet talebi derken sadece kolektif grupların hak taleplerinden bahsetmediğimi vurgulamak isterim. Bahsettiğim bunları da içermekle beraber bunlardan daha fazlası. Bahsettiğim en küçük yönetim kademesinden en büyüğüne kadar “iktidar etmenin” dışlama mantığı üzerinden kurulması. Kısacası iktidarı destekleyenler dışında kalan grupların siyaset dışında kalan kendi gündelik hayatlarını da “siyasetin” çerçevelemiş olması. O gündelik hayatın kurallarının hak, hukuk, adalet üzerinden değil, siyasi yandaşlık üzerinden belirlenmeye başlamış olması. Siyasetin yaşam şansını “ya hep, ya hiç” haline getirmesi. Darbe durumunda halkın desteğini alabileceği yanılsamasına kapılan askerlerin bunu düşünmelerine neden olan tam da bu iklim.
Peki Ne Yapmalı?
15 Temmuz’da Türkiye yaklaşık 100 yıllık Cumhuriyet tarihinin en önemli (ve en karanlık) olaylarından birini yaşadı. Ülkenin parlamentosu bombalandı. Asker sivillere ateş açtı, tanklarla ezdi.
Yukarıda bir kısmını aktardığım darbenin nedenlerine dair literatür bize darbelerin nedeninin sadece ordu bürokrasisinde aranmaması gerektiğini ve sadece topyekûn bir sivil denetimle bu sorunun çözülemeyeceğini gösteriyor. Nitekim sivil otoritenin tamamen kendi ordusunu kurduğu pek çok otoriter devlette de darbenin hegemonik bir form olmaya devam etmesi bunun önemli bir göstergesi.
Peki ne yapmalı? Asker-sivil ilişkilerine dair literatür bize bunun bir daha tekrarlanmamasına dair pek çok ipucu veriyor.
Örneğin sivil siyasetin ordu üzerinde topyekûn bir kontrol sağlamak yerine, kendi iktidarını objektif sivil denetim olarak tesis etmesi gerekir. Ordudaki terfilerin hiçbir dönemde siyaset, ideoloji ya da adam kayırma üzerinden değil, tamamen profesyonel bir etik üzerinden yapılması ve bu konuda toplumsal bir uzlaşmanın sağlanması gerekir. Siyasal sorunların askeri değil, siyasi yollarla çözülmesi gerekir. Sistem içindeki bütün aktörlerin kendi çıkarlarını özgürce ifade edebilecekleri bir siyasal zeminin inşa edilmesi gerekir. Siyasal iktidarın ne olursa olsun seçim kaybetmeyeceği imajının ortadan kalkması gerekir. Siyasal sisteminin bütün çıkarlara ve temsil edilmek isteyen bütün gruplara açık hale getirilmesi gerekir. Sistemin kazanan her şeyi alır, kaybeden her şeyi kaybeder mekanizması üzerinden işlemesine son verilmesi gerekir.
Aslında çok zor değil. Ama hep beraber uzun zamandır çıkışı karşımızda apaçık görünen bir labirentteymiş gibi koşturup duruyoruz. Kafamız çarpıyor. Yönümüzü kaybediyoruz. Sonra bir bakıyoruz aynı yere geri dönmüşüz. Şu noktada sakince nefes alıp, bir toplum olmayı göze alan kolektif bir irade oluşturmayı başarabilmeliyiz. Bu süreçle eğer bir toplum olarak gerektiği gibi hesaplaşamazsak korkarım ki hiç kimsenin kazanamayacağı daha da karanlık bir döneme gireceğiz.
Umalım ki bu olmasın, atlatılması çok hayırlı olan darbe girişimi siyaset içinde yeni alanların açılmasına vesile olsun.
Kaynak: Birikim