Öğrencisinden imamına, vekilinden askerine, ırkçı yeminlerle korunan devlet – Erdal Er

Türkiye Cumhuriyeti varlığını sadece Türk varlığından değil, aynı zamanda yeminli metinler varlığından alır. Neredeyse her metinin ilk cümlesi devletin varlığı, kutsallığı ile başlar ve Türk milliyetçiliğinin korunacağı üzerine verilen ‘şeref’, ‘namus’ sözleriyle son bulur.

Erdal Er: Irkçı yeminlerle korunan devlet

Türkiye’de demokrasinin neden kurumsallaşmadığı, barış ve eşitliğin neden sağlanmadığı, kanın hâlâ neden aktığının 96 yıllık resmi hikâyesinin özeti; devleti koruyan ırkçı metinlerde saklı.

21. yüzyılın dünyasında ilkokul çağındaki öğrencilerin varlıklarını “Türk varlığına armağan” etmeleri, parlamentoda görev yapan milletvekillerinin tek tek kürsüye çıkarak “Türklük ”ve “devletin varlığı”üzerinden yemin etmeleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin; Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Lazlar, Romanlar, Pomaklar, Çerkezler ve ötekilerin devleti olmadığının açık kanıtıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan bugüne kadar Türk ırkı ve Sünni mezhebine mensup olmayanlara katliam, zulüm, göç ve asimilasyon politikası uyguladı. Devlet, ‘Türk İslam Sentezi’ ile formüle edilen kurucu felsefesini, ideolojisini ‘teklik’ ve ‘ötekini yok etme’ üzerine kurdu.

Bu tekliği, devleti yücelten, toplumu aşağılayan anayasa, yemin metinleriyle korudu ve yeni kuşaklara aktardı. Yıllarca ötekilerin eşitlik, hak, hukukunu ve varlığını Türk varlığına armağan ederek aslında varlığını sürdüremez hale getirdi.

Hukuku, temel hakları, din-vicdan özgürlüğünü, ulusal hakları, adaleti ve özgürlükleri yok saydı. Ötekilerin varlığı ‘Türk varlığına’ armağan oldukça kan aktı ve akla hayale sığmayacak acılar yaşatıldı.

En başta devlet ve ordu kutsandı ve bunun için güçlü tarihsel bir arka plan oluşturuldu. 90 yıldan fazla bir zamandır devletin camilerinde Ankara’nın atadığı resmi imam cemaate; “Allah ordumuza zeval vermesin, kılıcını keskin eylesin” öğretisinde bulundu.

Bu sözün neye karşılık geldiğini, mağdurların ve kurbanların hafızası unutmadı.

‘Zeval’ görmeyen, ‘kılıcı keskin’ olan ordu Kürtlerin tepesine bomba yağdırdı! Alevileri Sivas’ta diri diri yaktı, Çingeneleri aşağıladı, Ermenileri, Ezîdileri, Asuri-Süryanileri katletti, katletmekle yetinmedi şans eseri kurtulanları da bu topraklardan sürdü!

Elbette yaşananlar bu kadar değil, liste uzun…

Yukarıda başlık olarak sıraladığım bu ürkütücü cümleler kendi içinde pek çok trajedi saklar.

Türkiye Cumhuriyeti varlığını sadece Türk varlığından değil, aynı zamanda yeminli metinler varlığından alır.

Neredeyse her metinin ilk cümlesi devletin varlığı, kutsallığı ile başlar ve Türk milliyetçiliğinin korunacağı üzerine verilen ‘şeref’, ‘namus’ sözleriyle son bulur.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yeminlerle sağlanan ‘sadakat’ devletidir. “Her Türk askere gider”, daha ilk gün göreve yeminle başlar.

Önce bir tören düzenlenir. Sonra eller silahlara konulur.

Ardından silah altına alınan askerler şu metni hep bir ağızdan tekrarlar:

“…Türk sancağını canımdan aziz bilip icabında vatan, Cumhuriyet ve vazife uğruna seve seve hayatımı feda edeceğime namusum üzerine ant içerim.”

Oysa 20 yaşında zorla askere alınan gençler neden hayatlarını feda ettiklerini asla öğrenmeden ölüp gidiyorlar. Devletin yoksul çocuklara tanıdığı ve reva gördüğü ’Türk sancağı’nın onların canlarından daha değerli olduğudur.

Siyaset dünyasında da bu gerçek karşımıza çıkıyor. Siyaset yapanların içinde vekil olanlar meclise gider, orada da yemin edilir, ceylan derili koltukları dolduran mebusların huzurunda. Ama bu öyle sıradan bir ant değildir.

Naklen verilir.

Tüm dünya, vekillerin sıra sıra kürsüye gelip devlete, millete, anayasaya ne kadar bağlı olduklarını izler. Vekil boğazını temizler, sonra döner önündeki varlığa dayalı metni okur:

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

Cumhurbaşkanı yemin metninde de, hukuk, anayasa, demokrasi ile başlayan ant; ‘Büyük Türk Milleti’ vurgusu ile son bulur.

“Cumhurbaşkanı sıfatıyla, devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü koruyacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

Asli devlet memurlarının atandıklarında okuyacakları metindeki ilk ifadelerde de devlet korunur, yurttaş yok sayılır.

Türkiye, yemin geleneğini abartır ve ileri götürür de, görevi yemine bağlı olmaksızın doğruları söylemek olan imamları unutur mu?

Unutmamış da…

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde görev yapan imamlar 657‘ye tabi devlet memurları…

Türkiye genelinde toplam sayıları 100 bine yakın…

Ancak bu insanlar 1982 yılından bu yana yürürlüğe giren bir yönetmelik uyarınca yemin metni okuyorlar.

O yönetmeliğin tam adı ‘Asli Devlet Memurluğuna Atananların Yemin Merasimi Yönetmeliği.’

Bir imam henüz daha göreve ‘bismillah’ diyerek başlamadan bu yönetmelik gereği Türk milliyetçiliğine bağlılık yemini ediyor…

‘’Türkiye Cumhuriyeti anayasasına, Atatürk inkılap ve ilkelerine, anayasada ifadesi bulunan Türk milliyetçiliğine sadakatle bağlı kalacağıma, namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.’

İşi din hizmetlerini yerine getirmek olan imamlar Türk milliyetçiliği, devlet ve orduya bağlılıklarını gösterdikten sonra işe alınıyorlar.

Devlet aklı; parlamenteri, imamı, askeri düşünürde çocukları unutur mu? Unutmaz. Devlet, 23 Nisan 1933’te Prof. Dr. Reşit Galip’in imzasıyla ‘Öğrenci Andını çocuklara armağan ettiğini duyurur:

“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım, ilkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefte durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türk’üm diyene!”

8 Ekim 2013 tarihinde kaldırılan Öğrenci Andı, Danıştay 8. Dairesi’nin kararıyla geri döndü. Muamma devam ediyor.

İşin özeti şu: Türklüğün varlığı, ötekilerin ayaklar altına alınan onurudur. Parlamentoda okunan ant başta Türkler olmak üzere herkese hakarettir. Zira ‘Türklük’ adına başka toplumlar yok sayılıyor ve aşağılanıyor.

Türkiye’de ‘vatan-millet’, ‘parçalanma’, ‘bölünme’, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi toplumsal paranoya sürekli canlı tutuldu. Sürekli Türkiye’yi bölüyor, parçalıyor.

Oysa metinlerde görüldüğü gibi ‘gerilim’, ‘ötekileştirme’, ‘korku’ sürekli iç çatışma malzemesi yapılıp canlı tutulmuş. Artık bundan vazgeçilmesi bir zorunluluktur.

Bir söz var; “gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış gider.”

Bu ırkçılık, tekçilik Silvan, Cizre, Nusaybin, Gever’de duvarlara yazılan yazılarla, Alevilerin kapı ve duvarlarına konulan işaretlerle varlığını sürdürüyor. Türkiye, geçmişin tekçi ve inkârcı ideolojisiyle bugün yönetilemez. Bugün dönüp geriye bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geçmişinden gurur duyacak bir tarafı yoktur, ancak utanç duyması gereken pek çok soykırım ve katliam vardır.

Sonuç olarak, bu rezil durumu evcilleştirmeye gerek yok, ırkçı ve tekçi yeminlerin şiddetle ret edilmesi lazım. Bu topraklarda yaşayan herkesin eşit yurttaş olduğu, kimsenin varlığının bir başkasına armağan olmadığı özgür Kürdistan ve demokratik bir Türkiye inşa edilmek zorundadır. Doğru olan budur.

Kaynak: Ahval

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org