24 Aralık 2015 00:36
Bugün, Türkiye artık iç savaş olarak nitelendirilecek bir çatışmanın içine girdiği ortamda.
Tabii, bir süre daha iç savaş mı, değil mi; şu an yaşanmakta olan çatışmalar tam olarak nedir adı konmayacak. Zaten, “iç savaş” kavramına dair uluslararası alanda da çok net tanımlar yok; hiçbir egemen devlet, iç savaşın pençesine düştüğünü kolay kolay kabul etmek istemeyeceği için konu muğlâk ve siyasi yorum (veya bakış açışına göre manipülasyona) açık bırakılmış.
İç savaş kavramının Latincesi, “bellum civile”; vatandaşları ilgilendiren, vatandaşlara ilişkin, dair savaş anlamına geliyor.
Hukuktan ders aldığımız günlerde temel başvuru kaynaklarımızdan olan Black’s Law Dictionary/ Hukuk Sözlüğü’ne göre, “aynı ülkenin insanları arasındaki herhangi bir silahlı çatışmaya iç savaş deniyor”.
Columbia Üniversitesi’nden Michael W. Doyle ve Yale Üniversitesi’nden Nicholas Sambanis, iç savaş konusu üzerine beraber ortaya koydukları eserlerle, dünya genelinde bu konunun önde gelen isimlerinden. Bu iki siyaset bilimci, iç savaşı şöyle tanımlıyor;
–Uluslararası hukukça tanınmış bir ülkede, “egemenlik” konusunu rekabete açan,
–O ülkenin, uluslararası hukukça tanınmış sınırları içinde gerçekleşen,
–Çatışmadaki taraflardan birinin o ülkenin devleti olduğu,
–Binden fazla kişinin ölümüne yol açmış,
–Çatışmadaki diğer taraf(lardan) olan, egemenliği rekabete açan tarafın devlete karşı organize bir askerî/ silahlı muhalefet ortaya koyduğu, devlete ciddi kayıplar verdirdiği silahlı çatışmalara “iç savaş” denir.
Türkiye’deki çatışmaların tarihine gidecek olursak, sadece son 30 yılda, TBMM çatısı altında hazırlanan raporlara göre, 36 bine yakın insanın ölümünün sözkonusu olduğunu görüyoruz. Sadece bu yazdan beri de, 600’e yakın insan hayatını kaybetti. Yani, sadece beş aylık can kaybı bilançosu bile, çatışmaların yeni evresini kendi başına bir “iç savaş” saydıracak boyutta.
Çatışmaların taraflarına bakıldığında, son 30 yıldakinden farklı bir aktör sahnede; Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi, YDH-G yani, çocuk yaştaki ve çocukluğunu yeni geride bırakmış 20’lerinin başlarındaki çok gençlerin oluşturduğu bir yapı, devletin güvenlik güçleriyle savaş hâlinde. Medyayı, devletin o veya bu kanadından sızdırdıkları bilgilerle kuşatan “güvenlik uzmanları”, savaşılan bu yeni yapıyla ilgili doğru düzgün, dişe dokunur bilgi de sunmuyor. Cizre, Silopi ve Sur’a ilişkin savaş haritaları, harekât planları sızdırılıyor da, kime karşı savaşıldığı ile ilgili bilgi yok. Yüzü maskeli genç figürleri görüyoruz siluet olarak fotoğraflarda; “düşman” imgesi bu… Çoğu, 1990’ların ikinci yarısından itibaren doğmuş “düşmanlardan” bahsediyoruz. Geriye bakıp da, bu gençlere bu ülke tam olarak ne verebildi, neler yaşadılar da bugüne geldik, nasıl bir ortamdan geliyorlar, düşünceleri ne; bunları hiç konuşmadık. Çünkü, siyaset bu konularla uğraşmak istemiyor. Meclis’te bu konuları gerçekten dert eden bir avuç insan var o kadar; gerisi, Kürt Sorunu nedir sorulsa, cevap bile verebilir mi –emin değilim.
Sorunları çözmüyor öteliyor, çözmüş gibi yapıp kangrenleşmeye bırakıyoruz. Mesela, bugünleri gelişimizde, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) rolünü hiç sorgulamıyoruz. Yasalaştığı 1991’den bu yana, 1992, 1993, 1995, 1996, 1999, 2001, 2003 ve 2004 yıllarında değiştirilen, 2006’da da en kapsamlı tadilatından geçen o ceberut kanundan… Bilindiği gibi bu kanun, 2006’da uğradığı değişikliklerle, hukuken çocuk yaşta olanların da, erişkinlerle aynı kapsamda, terör suçlusu olarak yargılanmasının önünü açmıştı. Türkiye gündemi de, 2010’da, TMK’ya çocukların ayrı yargılanması yönünde yeniden bir değişiklik getirene kadar, “taş atan çocuklar” diye anılan meseleyle epey bir meşgul olmuştu. 2009’da uzun bir aradan sonra Diyarbakır’a sık sık gidip gelmeye başlamış, durduk yerde “terörist” diye suçlanan bu çocukların davalarıyla ilgileniyordum; Türkiye gündemi, o çocukları 2010’daki değişiklikle geride bıraktı, konuyu kapattı. O dönem 10’lu yaşlardaki o çocuklara ne oldu, bugün neredeler hiç sorduk mu? Ben bir ipucu vereyim; 2010’daki değişiklik sonrası da, çoğu davalarla boğuşmaya devam etti.
Siyaset, kendi uğraşmak istemediğini de, askerin polisin, güvenlik bürokrasisinin önüne paslıyor; “çöz” diye Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Diyarbakır gibi koskoca bir şehrin, Cizre ve Silopi gibi ilçelerin içine yolluyor.
Çatışmaların “kentleşmesi”, çatışmaların adının tam olarak “iç savaş” olarak adlandırılacak bir ortamın doğmasına yol açıyor. 26 Temmuz’dan bu yana yaklaşık 55 çocuğun öldürüldüğüne ilişkin veriler var. Öldürülen her çocuk, ardından bakakalan kardeşler, arkadaşlar, mahalleli başka çocuklar bırakıyor.
Bu iç savaş, çocukların savaşı. En hazini de bu.