04 NİS 2025 – Merve A
Son birkaç haftadır Türkiye, son yıllardaki en önemli ve yaygın sosyo-politik çalkantılardan birini yaşıyor. İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart’ta tutuklanması, Türkiye’de hükümete, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve devam eden sosyo-politik-ekonomik krizin neden olduğu rahatsızlığa karşı bir öfke patlamasına yol açtı. İmamoğlu’nun 23 Mart’ta tutuklanıp hapse gönderilmesinin ardından protestolar, Türkiye’de uzun zamandır görülmemiş bir sokak seferberliğine dönüştü.
İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın en güçlü rakibi ve “Türkiye’nin bir sonraki cumhurbaşkanı” olarak görülüyordu. Erdoğan bir süredir siyasi rakibini “engellemeye” çalışıyor. Önce İmamoğlu’nun üniversite diploması, bir sonraki seçimlerde cumhurbaşkanlığına aday olmasını engellemek için hukuksuz bir şekilde iptal edildi . Ardından ‘yolsuzluk’ ve ‘teröre yardım’ soruşturmaları kapsamında gözaltına alındı - ‘yolsuzluk’ soruşturması sonunda onun hapse girmesine yol açtı. Bu süreç, Erdoğan’ın potansiyel rakibinden duyduğu “korkunun” açık bir göstergesi haline geldi.
Protestoların ortak söylemi: Erdoğan’ın istifası
19 Mart’tan bu yana Türkiye genelindeki protestolar İmamoğlu’na yönelik saldırıları ve baskıları kınamanın ötesine geçti. Sokaklardaki öfke, Türkiye’deki toplumsal-politik-ekonomik krizden duyulan hoşnutsuzluk, hükümete duyulan güvensizlik ve Erdoğan’ın kendisine yönelik tepki etrafında birleşti. Protestoların ana söylemi ve talebi artık Erdoğan’ın ve hükümetin istifası.
Protestoların en başından itibaren, bu sokak seferberliğinin nasıl evrileceği büyük bir soruydu. Bunun nedeni, özellikle 2013 Gezi Parkı protestolarının ardından (İstanbul’daki Taksim Gezi Parkı’nın soylulaştırma planına karşı protestoların ülke geneline yayılıp otoriterliğe karşı bir toplumsal harekete dönüştüğü zaman) Türkiye’de sivil toplum ve insan hakları örgütlerine yönelik giderek artan bir baskıya tanık olmamızdır. Gezi Parkı protestolarından bu yana, toplumsal muhalefet büyük ölçüde zayıflamış ve eylem alanı olarak sokak kısıtlanmış ve hatta çoğu zaman yasaklanmıştır. Toplumsal muhalefetin zayıflığı, bu sürecin ve sokak seferberliğinin neye evrileceğini anlamayı ve analiz etmeyi zorlaştırmıştır. İmamoğlu’nun gözaltına alınmasından bu yana, önce İstanbul’da ve ardından diğer şehirlerde “protesto yasakları” getirildi. Hükümet tarafından yapılan resmi açıklamalarda sokaklarda “provokasyona” izin verilmeyeceği söylendi. Ancak, sokaklarda devam eden seferberlik, bu yasakların Türkiye halkı tarafından tanınmadığını açıkça göstermiştir.
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde büyük kitlesel protestolar düzenlendi ancak Türkiye’nin birçok şehrinde daha önce hiç deneyimlemediğimiz şekilde benzer eylemlere tanık olduk. Sokak protestoları, üniversite öğrencilerinin boykotları, eğitim sendikalarının üniversite öğrencilerinin boykotlarına katılması, ana muhalefet partisinin ekonomik boykot çağrıları ve ülke çapında boykot çağrısı…
Sokak protestolarının kriminalize edilmesi, artan güç kullanımı ve hukuksuzluk
Neredeyse tüm protestolarda yetkililerin aynı tepkisini gördük: Polis vahşeti, protestoculara karşı güç kullanımı, gözaltılar ve tutuklamalar vb. Sokaklardaki seferberlik her gün artan polis vahşeti ve devlet baskısıyla karşı karşıya. Her gün protestolara katılan insanların evleri sabahın erken saatlerinde polis tarafından basılıyor. Sokaklardaki kitlelerin büyük kısmını oluşturan üniversite öğrencileri, olayları belgelemeye çalışan gazetecilerin yanı sıra, sıklıkla bu operasyonların hedefi oluyor.
İçişleri Bakanı’na göre, 26 Mart itibariyle protestolar sırasında 1800’den fazla kişi gözaltına alındı ve 250’den fazla kişi tutuklandı, ancak bu resmi açıklamanın yapılmasından bu yana gözaltı ve tutuklama sayısı artmaya devam etti. Protestolar, polis tarafından yasadışı güç kullanımıyla karşılandı, insanlar yerde yatarken coplarla dövüldü ve tekmelendi. Polis, protestoculara karşı ayrım gözetmeksizin göz yaşartıcı gaz, plastik mermi ve tazyikli su kullandı ve çok sayıda yaralanmaya neden oldu. Gözaltına alınan protestocuların bazıları gözaltında kötü muamele ve işkenceye maruz kaldıklarını bildirdi. Gözaltına alınan bazı kadınlar, polis memurları tarafından fiziksel tacize ve cinsel tacize uğradıklarını bildirdi.
Protestocuların profili ve protestoların geleceği
Bir ankete göre, protestolara katılanların yüzde 70,2’si 18-24 yaş aralığında; yüzde 55,3’ü ise üniversite veya kolej öğrencisi. Aynı ankete göre, protestolara katılan gençlerin çoğu, Erdoğan ve AKP partisi Türkiye’yi yönetmeye devam ederse karanlık bir gelecek görüyor.
Sokaklarda gençlerin dile getirdiği bu kaygı, protestolar sırasında atılan sloganlarda, pankartlarda ve sosyal medyada dolaşan röportajlarda yansıyor. Çocukluğunu ve gençliğini Erdoğan’ın iktidarında geçiren, toplumsal-politik-ekonomik yıkımın enkazında yaşamaya mahkûm edilen ve “bu ülkede artık bir gelecek görmeyen” bir neslin öfkesi ve hayal kırıklığının sokaklardaki başlıca harekete geçirici güçlerden biri olduğu açık.
Öte yandan toplumsal muhalefetin zayıfladığı, aktivizmin suç sayıldığı bir dönemde çocukluklarını geçiren kuşaktan bazı gençlerin sokaktaki tutumu bazı soru işaretlerini de beraberinde getiriyor.
Protestolara katılan devrimci grupların yanı sıra, bazı grupların kitleleri Kemalist/milliyetçi geçmişlerden geliyor. Bazı protestolarda ırkçı gruplar da aktif ve Kürt karşıtı söylemler de mevcut. Ayrıca, kadınlara ve LGBTI insanlara karşı ayrımcı söylem örnekleri de var, bu nedenle sokakları analiz etmek, ayrımcı söylemleri tanımak ve onlara karşı durmaya çalışmak çok önemli. Yıllarca süren devlet baskısıyla önemli ölçüde zayıflatılmış olan muhalefetteki toplumsal güçlerin birbirlerinden öğrenecekleri çok şey olduğu açık.
Kürtler nerede?
Türkiye son yıllardaki en büyük sokak seferberliğini yaşarken, Kürt halkı bu sürecin en savunmasız konusu olmaya devam ediyor. Muhalefetteki bazıları, DEM Partisi’nin (Türkiye parlamentosunda yasal temsilciliği olan bir Kürt partisi) PKK ile Türk hükümeti arasındaki mevcut barış süreci nedeniyle “pasif” kaldığını söylerken, protestocuların bir kısmı ırkçı ve faşist söylemler etrafında birleşmiş durumda. Kürtler, o zamanki hükümetle “barış süreci” nedeniyle Gezi sırasında benzer eleştirilere maruz kalmış olsalar da , şu anda olduğu kadar yoğun bir şekilde ırkçı ve faşist söylemlere ve hedef alınmaya maruz kalmamışlardı.
Son aylarda bazı CHP belediyelerine kayyum atanmasının ardından ana muhalefet partisi, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasını “siyasi darbe” olarak nitelerken, son yıllarda uygulanan “kayyum politikası”na yönelik tutumu da zaman zaman sorgulandı ve eleştirildi. Son yıllarda Kürt illerindeki belediyelerin sık sık ele geçirilmesi ve DEM Partili belediye başkanlarının görevden alınarak yerine hükümet tarafından atanan kayyumların getirilmesi bir politika haline gelmişti.
CHP, ana muhalefet partisi olarak, DEM Parti belediyelerinin artık “siyasi darbe” olarak tanımladıkları uygulamalara tekrar tekrar maruz kalmasını “kınasa da”, bu dönemlerde hükümetin kayyum politikasına karşı güçlü bir muhalefet örgütlenmedi. Bu güçlü ve örgütlü muhalefet eksikliği, hükümetin kayyum politikasının hedefini önce daha küçük CHP belediyelerine ve son olarak İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na doğru değiştirmesi için ortamı hazırladı.
DEM Partisi, hükümetle devam eden diyalog süreci nedeniyle şu anda “otoriterliği desteklemekle” suçlanırken, siyasetini ince bir çizgide yürütmeye çalışıyor. Anti-demokratik uygulamaları, protestoculara yönelik polis vahşetini ve devlet baskısını eleştirirken, DEM Partisi protestolara katılırken çok kırılgan olan “barış ve demokratik toplum” sürecini de yönetmeye çalışıyor.
Peki bu süreçte bizi neler bekliyor?
2013’teki Gezi protestoları sırasında sokaklarda en çok haykırdığımız slogan ve bizi heyecanlandıran ortak cümle “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” idi. 19 Mart’ta başlayan süreç aslında bizim için yeni bir başlangıç: On yıllardır artan devlet baskısına, insan hak ve özgürlüklerinin giderek kısıtlanmasına, polis şiddetine, örgütlenme korkusuna ve otoriterliğe karşı toplumsal bir muhalefetin başlangıcı.
Türkiye’de içinde bulunduğumuz dönem çok kırılgan, karmaşık ve dinamik. Kitlesel sokak seferberliğinin devam edip etmeyeceği belirsiz ve toplumsal muhalefetin yol haritası belirsiz. Ancak bir şey açık: İnsanlar, içinde bulunduğumuz sosyo-politik-ekonomik krize karşı yeni ve heyecan verici bir şekilde isyan etme cesaretini buluyor.
Erdoğan’ın iktidarda olduğu 20+ yıl boyunca inşa ettiği siyasi düzen artık büyük bir harabeye dönüştü. Artan mutsuzluk, güvensizlik ve belirsizlik, toplumun farklı katmanlarını ortak bir fikir etrafında birleştirdi: değişime duyulan ihtiyaç ve değişebilme inancı.
Türkiye’de on yıllardır kaybedilen bir eylem alanı olan sokak, 19 Mart’ta başlayan bu süreçle yeniden kazanıldı. Siyasetten ve sokaktan korkan, sindirilen veya izole edilen birçok insan, sokağa çıkma ve siyasi faaliyette bulunma yeteneğini yeniden kazandı.
“Sistematik bir adaletsizliğe” karşı birleşen farklı toplumsal dinamikler, değişme gücünü hissetti. Yürümemiz gereken yolun uzun ve bazen belirsiz olduğunu biliyoruz. Ancak bu sefer farklı bir slogan etrafında birleşiyoruz: “Tek başına kurtuluş yok, ya hep birlikte ya da hiçbirimiz!”
Kaynak: WRI