10 soruda Ukrayna savaşı – Akdoğan Özkan

İktisadından siyasetine, jeopolitiğinden cephelerine, nedenlerinden sonuçlarına, kazananından kaybedenine 10 soruda Ukrayna Savaşı…

04 Nisan 2022
1 – Ukrayna Rusya’ya karşı verdiği bu savaşı kaybederse, ABD arzuladığı sonuca ulaşamamış, Ukrayna’yı kayıp mı etmiş olacak?

Aslında, hayır. ABD’nin savaşla ilgili olarak hedefleri arasında “Ukrayna’yı kaybetmemek” gibi bir maddenin olduğunu söyleyemeyiz. Ukrayna’nın işgal güçlerini püskürtmesi vs. hiçbir zaman Washington’un beklentileri içinde yer almadı. Zaten bu gerçekçi bir senaryo da olmazdı. Daha açık söylemek gerekirse, Ukrayna, onu “kaybedeceği” fikrini çok önceden satın almış olan Washington’un çok da umurunda değildi. Gerçi böyle bir savaş olmasaydı, İngiliz donanma filosu -Ukrayna ile anlaştığı üzere Berdyansk ve Ochakov limanlarında donanma üsleri inşa ederek- kendi Karadeniz’deki mevcudiyetini yoğunlaştırabilmesine olanak tanıyacak stratejik bir avantaj kazanacaktı. Ancak bu, daha çok Londra hükümetinin şu günlerdeki sertlik yanlısı tutumunu ve Washington’dan daha öfkeli tutumunu açıklayabilir. Evet, Başbakan Boris Johnson, üzerine büyük ümitler beslediği Odesa’nın imdadına yetişmek amacıyla Ukrayna’yı daha fazla silahlandırma konusunda istekli olduklarına yönelik sert demeçler verdi, belki. Ancak ABD, Rusya’nın “Ukrayna işgali”ni gerekçe yaparak ona karşı açacağı ekonomik savaşla ve bu savaşın sonuçları, kazanımlarıyla ilgiliydi esas. Washington’un bu ekonomik savaşla ilgili temel hedeflerinin ise şu şekilde biçimlendiğini söyleyebiliriz:

– Rusya’yı istikrarsızlaştırmak,
– İktisadi olarak çok uzun yıllar belini doğrultamayacağı bir bedel ödetmek,
– Putin’in ve ülkede Putin’in temsil ettiği güçlerin, güç ilişkilerinin tahtını sarsmak,
– Rusya’nın Avrupa ülkeleri ile kurduğu karşılıklı bağımlılık ilişkisini sonlandırmak,
– Avrupa’nın ufkundan Rusya ile el ele Çin’e uzanma hedefini çıkartmak,
– Avrupa’yı kendisine daha fazla bağımlı hale getirerek vasallaştırmak,
– Nihayet, bu faktörlerin katkısıyla Çin’in de Batı’ya uzanma planlarına ciddi bir darbe indirmek vardı.

2 – Nasıl yani? Batı, Ukrayna’yı NATO’ya ve AB’ye alarak “Batı cephesini” genişletmeyi, bu amaçla da destek verdiği Kiev yönetiminin direnerek Rusya’ya karşı verdiği mücadeleden muzaffer bir şekilde çıkmasını arzulamadı mı?

Hayır! Washington böyle bir (saha gerçekleri ile de örtüşmeyecek) sonucu hedeflemediği gibi öngörmedi de! Hatta tam aksinin getireceği kazanımlara hazırladı kendisini. Gerçi, doğrudur; ABD “tam hakimiyet tayfı” doktrininin gereği olarak, 2014’ten itibaren Ukrayna’yı giderek artan bir dozda silahlandırdı, komutanlarını eğitti ve Rusya’nın sınırlarının dibindeki ayrılıkçı cumhuriyetler ile (Donetsk ve Lugansk) daha bir güvenle mücadele etmesini sağladı. Pentagon’un “savaş tanrılarının” 2013-2014 darbesi akabinde ülkeyi Rusya’ya karşı nasıl silahlandırdıklarının çok önemli detaylarını Plymouth Üniversitesi araştırmacılarından Dr. T. J. Coles’un The Grayzone’daki yazısından yeni öğreniyoruz.

Neticede, Washington Kiev’e en nihayetinde NATO üyeliği hayali gördürüp böyle bir hedefi telaffuz dahi ettirdi. Ama bütün bunları yaparken ve 2014’ten bu yana Moskova karşısında Ukrayna üzerinden “el yükseltirken” aslında Rusya’yı kaçamayacağı bir tercihle karşı karşıya bırakmayı, onu aksiyon almaya zorlamayı hedefliyordu. Almanya’daki NATO’ya ait nükleer silahların Ukrayna’ya nakledilerek orada “Rus tehdidini” caydırmak amacıyla konuşlandırılmasına Kiev yönetiminin yeşil ışık yaktığı bile konuşuluyordu. Ukrayna’nın Britanya Büyükelçisi Vadim Pristayko, Londra’da 12 Kasım 2021 tarihinde Kiev yönetimine 1,7 milyar pound’luk kredi vermeyi de taahhüt eden bir Britanya- Ukrayna çerçeve anlaşmasına imza atıyordu. Bu kredi ile Britanya’dan 8 hücumbot, 2 mayın tarama gemisi alınacak, ayrıca Londra Ukrayna’nın Karadeniz kıyısında iki donanma üssü inşa edecekti. Karadeniz’de, Rusya’nın burnunun tam dibinde! Velhasıl, Ukrayna’ya silahlarla birlikte muazzam bir özgüven de pompalanıyordu.

Moskova, söz konusu ikili anlaşmanın İngilizlere sağladığı avantajla, Britanya donanmasının bir kısmını bu sayede Karadeniz’de üslendirebileceğinin farkındaydı artık. Putin, sınırlarına dayanmakta olan bu “tehditler” karşısında ya sinecek ya da silaha sarılmayı göze alıp kapsamlı bir askeri operasyona başvuracaktı. Beyaz Saray Moskova’nın karar alma/tercih sürecini Biden’ın ajandasına uyacak şekilde hızlandırdı. Bunu yaparken, Rusya’nın NATO nükleer füzelerinin kendi sınırlarında konuşlanma ihtimaline asla pabuç bırakmayacağı, dolayısıyla tercihini ikinci seçenekten yana kullanacağı, aksinin mümkün olmadığı tahmin ediliyordu.

Tabii Rusya böyle bir askeri seçeneğe başvurma kararı aldığında, Ukrayna’nın sahada pek bir şansı olmadığı da biliniyordu. Lakin çok risk almadan Ukrayna’ya dışardan destek atılabilir, savaşın sonuçlanması geciktirilebilirdi. Yani “acı” uzun sürebilirdi. BU enformasyon savaşına daha geniş bir saha da tanıyacaktı. Zaten Kiev, Avrupa ve dünya nazarında ne kadar zor ve aciz duruma düşerse, psikolojik harp taktiklerinin de katkısıyla Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımların şiddetini o nispette artırma olanağı doğacaktı. Ukrayna’nın NATO üyesi olması aslında söz konusu bile değildi. NATO’nun daha üye adaylığı bulunmayan, ayrıca sınır sorunları olan ve topraklarının (Kırım, Donetsk, Lugansk) belirli bir kısmı teknik olarak işgal altındaki bir ülkeyi sözleşmesi gereği üye olarak İttifak’a alması (ve ilk günden 5. Maddeye dayanarak el ele kol kola nükleer bir felakete doğru ilerlemesi) söz konusu olamazdı. Bu gerçek gerek NATO kurmayları gerekse de İttifak yapı ve işleyişini birazcık bilenlerin üzerinde hemfikir olduğu bir olguydu. Ukrayna’nın AB’ye üye olarak alınmasının ön şartının NATO üyeliğinden geçtiği de açıktı. Dolayısıyla, Ukrayna’nın Batı ittifakı şemsiyesi altına alınması öyle kolay ilerleyecek bir süreç değildi. Ama tabii Ukrayna liderliğinin bunun tersini düşünmesine, cesaretlenmeye ihtiyacı vardı. Bir kere, NATO ve ABD böylesi bir hamilik pozisyonuna soyunmuş görünürken Rusya’nın bu ülkeyi işgaline izin vermez, diye düşüneceklerdi. Bir işgal senaryosu gerçekleşe dahi, NATO ülkelerinin kendi yardımlarına koşacağına Ukrayna liderliğinin inanması, halkı da buna inandırması önemliydi. ABD’nin Rus işgalini fırsat bilerek açacağı ekonomik savaşın nihai hedefe yürümesi açısından bu “inancın” paha biçilemez bir katkısı olacaktı.

3 – Asıl amaç işgalin ardından Rusya’ya bir ekonomik savaş açmak ise, ABD/NATO bu ekonomik savaşla istediği hedeflere ulaşıyor, en azından yaklaşıyor, diyebilir miyiz?

An itibarıyla böyle olduğunu destekleyen pek bir veri yok elimizde. Ukrayna Savaşı patlak vermezden önce bu derece “sert” olacağı konunun uzmanlarınca da belki tahmin edilmeyen ekonomik yaptırımların şiddetinden ötürü ilk başlarda hem siyasi hem de psikolojik üstünlük ABD/NATO cephesinde idi; bu doğru. Ancak zaman geçtikçe bu üstünlük ABD’nin elinden kayıp gidiyor gibi görünüyor.
Şimdi bazı verilere bakarak bir değerlendirme yapalım:

* Piyasalarda “korku endeksi” olarak adlandırılan ve piyasaların oynaklığını ölçmeye yarayan kur volatilite endeksi savaşla birlikte tırmanmaya başlamış ve iki hafta sonra son iki yılın en yüksek değerine ulaştığı tespit edilmişti. 23 Şubat’ta 6,92’den kapanan volatilite endeksi (DBCVIX) 8 Mart’ta yüzde 40’ın üzerinde bir artışla 9,80’den kapanmıştı. Ancak o tarihte zirveyi gören “korku endeksi” sonra düşüşe geçerek 1 Nisan’da 8,18’a kadar geriledi. Daha da gerileyecek gibi görünüyor. Yani Avrupa ülkelerinin saflarını ABD’nin arkasında sıkılaştırmasını dayatan “korku iklimi” zayıflıyor.
* ABD yaptırımları sonucu Rusya’nın petrol ihracatında da pek bir gerileme olmamış gibi görünüyor. Yaptırımların ilk uygulamaya konulduğu günlerde denizcilik şirketlerinin de bu yaptırımlara uyacakları ve petrol tankerlerini Rusya’ya göndermekten imtina edecekleri yolunda spekülasyonlar olmuştu. Uluslararası Finans Enstitüsü IIF’nin baş ekonomisti Robin Brooks’un verdiği bilgilere bakılırsa, bu iddiayı destekleyen hiçbir veri yok. Hatta Mart 2022’de ölçülen tanker trafiği önceki yıllarla aynı seviyede.
* Rusya Federasyonu’nun para birimi ruble ekonomik yaptırımlardan ötürü ilk zamanlarda sert düşüş yaşadıysa da, zamanla yeniden toparlanarak savaş öncesi değerlerine döndü. Biden’ın Rusya’dan petrol ve doğalgaz ithalatını yasakladığı haberlerinin geldiği 7 Mart’ta 150 Rubleye çıkan dolar kuru 85 Ruble civarına geriledi. İlerleyen günlerde Rublenin 24 Şubat’takinden bile daha fazla değer kazanacağını savunanlar, Moskova’nın bu kez de güçlü Rubleye müdahale edeceğini söyleyenler bile çıkıyor. Amerikan haber kanalı ABC News, Rus ekonomisinin bu toparlanmasından yola çıkarak, yaptırımların etkisinin sorgulanmaya başladığına dikkat çeken bir haber dahi yaptı.
* Rublenin değer kazanmasına “Rusya’ya dost olmayan” ülkelerin doğalgaz ödemelerini ruble cinsinden yapmaları zorunluluğunu getiren 1 Nisan tarihli devlet başkanlığı kararnamesi yardımcı olacak gibi görünüyor. Doğalgaz alım sözleşmesi şartlarında bir değişiklik getirmeyen kararname uyarınca, Batılı ülkeler, ödemelerini Rus enerji devi Gazprom’a bağlı olan ve Avrupa ülkelerinin yaptırım listesinde bulunmayan Gazprombank’ta açılacak özel hesaplara yine Euro ve Dolar cinsinden yapmayı sürdürecek. Ancak “K-hesabı” diye adlandırılan hesaptaki para, “Alıcının Talimatı” ile Banka tarafından paralel bir hesapta rubleye dönüştürülerek Gazprom’a aktarılacak. Satış işlemi, ruble cinsinden meblağın satıcının hesabına aktarılmasıyla tamamlanmış olacak. Yani Rusya verdiği gazın bedelini zorlanmadan tahsil edecek, hem de kendi ulusal para birimi üzerinden.
* Bu gelişmeler, “petrodoların” tahtını sarsan, yeni bir enerji kaynağı temelli rezerv para birimi oluşmasına yol açar mı, yani “rublegaz,” uluslararası piyasalardaki hakimiyeti bir ABD-Suudi Arabistan anlaşmasını takiben 1970’lerde başat hale geçen “petrodolara” alternatif bir finansal/parasal bir sistemin yapıtaşı olarak belirebilir mi sorusunu da beraberinde getiriyor.
* Rublegaz’ın bildiğimiz ezberleri bozan bir “game-changer” olarak belirip belirmeyeceği, başlı başına başka bir tartışmanın konusu. Ama doğalgazda durum yukarıda aktardığımız gibi olunca, yaptırımların etrafından dolanmaları kolaylaşan bazı AB ülkelerinin Beyaz Saray’ın istediği ölçülerde ve şiddette ABD’nin arkasında hizalanmalarının zamanla çok mümkün olmayacağını öngörebiliriz. Oysa Washington, Rusya’ya karşı açtığı ekonomik savaşta Avrupa’dan kendi beklentilerine adeta tam teslimiyet talep ediyor. Avrupa’nın Moskova’ya bir tür Afganistan gibi bakmasını ve Rusya ile çok uzun sürebilecek bir savaşı sürdürme kararlılığını göstermesini istiyor. “Rusya’dan boruhatları yoluyla doğalgaz almayı kes, ben sana –daha pahalı olan- sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) tedarik edeyim,” diyor. Bu da Avrupa ülkelerinin yaptırımların sonucu olarak ödeyecekleri bedelin yükselmesi ve sanayide yaşanacak bazı olumsuzlukların, uzun yıllara yayılması anlamına geliyor.
* İşte bu nedenle bazı gözlemciler, ABD’nin Avrupa’ya uyguladığı baskının Avrupalı şirketlerin rekabet güçlerini zayıflatabileceğini ve sanayideki milyonlarca çalışanın işsiz kalmasıyla sonuçlanabileceğini, ezcümle iş yaşamındaki huzuru kaçırabileceğini savunuyor. Bu, özellikle Almanya için ciddi bir tehlike. Almanya Sanayii Federal Cemiyeti (BDI) Başkanı Siegfried Russwurm, geçen gün ZDF televizyonunda bu tehlikeye dikkat çekerek Rusya enerji kaynaklarına getirilen yaptırımların ülkesi için ölümcül sonuçları olacağı konusunda uyarı yaptı. Russwurm, “bizi Covid-19 pandemisinden kurtaran sanayimizin çökme ihtimali söz konusu” dedi. Dolayısıyla Almanya hükümetinin önümüzdeki dönemde tabandan gelen baskılarla bu konuda kendi risklerini asgariye indirecek bir pozisyona daha fazla yaklaşma çabasına girmesi ABD ile bir gerilim yaşama ihtimalini de beraberinde getirebilir.

Kısacası, biraz daha bekleyip görmek gerekecek gerçi ama, ABD’nin Rusya’ya açtığı ekonomik savaş, kendisini arzuladığı hedeflere ulaştırıyor gibi görünmüyor an itibarıyla. Ayrıca aksi yönde de göstergeler var.

4 – Nasıl? Ekonomik yaptırımlar Rusya’yı vurmuyor, bu ülkeyi olumsuz bir biçimde etkilemiyor mu?

Kuşkusuz vuruyor ve etkiliyor! Rusya bu savaşla birlikte pek çok yaptırıma maruz kaldı belki ama, yarının daha zorlu ve daha kanlı mücadelelerine hazırlanacak şekilde, yer aldığı ittifaklardaki ilişkilerini derinleştirme ve risklerini azaltma fırsatı da buldu bu sayede.

Mesela, küresel ekonomik üretimin yüzde 25’ini gerçekleştiren 5 BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ülkesi arasındaki ilişkiler bunun en iyi örneği olarak verilebilir sanıyorum. Aslında ortak çıkarlar söz konusu olduğunda bir araya gelebilme esnekliğiyle işleyen serbest ve “enformel” doğası olan bir yapı BRICS. Ukrayna Krizi’ne dair üyelerin aralarında pek çok konuda görüş farklılıkları ve çatlaklar da var. Yani BRICS’in Rusya’nın stratejik hedefleri doğrultusunda ilerleyecek bir yapı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak, yeni bir uluslararası düzenin belirsizlikleriyle birlikte yaklaşmakta olduğu, eskisinin çökmekte olduğu bir ufukta, Rusya’nın BRICS üyesi ülkelerle arasındaki ilişkileri derinleştirme yolunda attığı adımları hızlandırmaya yönelmesi çok önemli görülecektir.

2014’teki Kırım Krizi akabinde Rusya, Asya-Pasifik bölgesindeki uluslararası işbirliğini genişletmek amacıyla “Doğu Ekonomik Forumu” (2015) adıyla bir girişim organize etmişti. Forum zamanla genişledi. 2021 yılında 58 ülkeden 4 bin katılımcıyla gerçekleştirilen Forum sayesinde toplamı 42,5 milyar dolar tutarında 380 ticari anlaşma imzalandı. İşte o Forum, bu yıl 5-8 Eylül tarihleri arasında Vladivostok’ta gerçekleştirilecek. Avrupa ve ABD ile yaşanan bu gerginlikten sonra Uzak Doğu ticaretine daha da büyük önem veren Rusya’nın Forum’u daha etkili kılmaya çalışacağına kuşku yok.

Küresel ticari ve ekonomik ilişkiler denklemine yeni bir boyut kazandırabilecek potansiyel taşıyan bir ekonomik entegrasyon denemesi olarak Avrasya Ekonomik Birliği (AEB) de bu kapsamda değerlendirilebilir. İlk etapta Rusya dışında Belarus, Ermenistan, Kazakistan ve Kırgizistan’ın üye olduğu ve mal, sermaye, hizmet ve emeğin serbest dolaşımını amaçlayan bir birlik bu. Moskova, Birliği genişletme yolunda kolları sıvamış görünüyor. Mısır ve Vietnam’ın serbest ticaret anlaşması yaptığı, Özbekistan ve Küba’nın gözlemci statüsünde yer aldığı, Çin, Hindistan, İran, Zimbabve, Tunus ve hatta Türkiye’nin ise “gelecekte katılabilmesi muhtemel ülkeler” arasında bulunduğu Birlik, yaptırımlarla ekonomisi daralan Rusya için ayrı bir “can simidi” kıymeti taşıyor. Elbette, bazı Batılı uzmanların dikkat çektiği gibi, AEB’nin Rusya’ya yaptırımlardan gördüğü zararı tamamen seyreltebileceği bir “arka kapı” sağlaması mümkün değil. Ancak Rusya’nın Birlik üyesi ülkelerden mal ithalatını artırmasının kaçınılmazlığı çok önemli. Zira bu Birliğin gelecekteki stratejik gelişimi için önemli bir kaldıraç etkisi yaratacaktır. Rusya’nın bu ticari blokla ticari ilişkisine dair 2022 Mart ve Nisan aylarına ait verileri gördükten sonra bu konuda daha olgun bir yorum yapabilmek mümkün olacak sanıyorum.

Rusya, 2016 yılında St. Petersburg’da düzenlenen Ekonomik Forum’da kendisini bir tür pivot ülke olarak konumlandırdığı Avrasya kıtasında barış, işbirliği ve kalkınmayı geliştirme konsepti temelinde “Büyük Avrasya” projesini duyurmuştu. Aslında konseptin temelini Çin ile Rusya arasındaki ticari bağlantıların genişletilmesi olarak görebiliriz. Çin’in kuzeydoğusu ile Rusya arasında yakın ticari ilişkiler zaten söz konusu. Hedef, Uzak Doğu Rusya’yı da bu ticaretin bir parçası yapmak. Bu gerçekleşirse, Rusya için jeopolitik açıdan çok sayıda potansiyel avantajın söz konusu söyleniyor. Büyük Avrasya projesinin Rusya’nın Atlantik İttifakından gelen baskıyı ve NATO’nun doğuya genişleme çabalarını yumuşatabilecek bir etki üretebileceği de konuşuluyor. Odağı ağırlıklı olarak Batı’ya dönük kalmış Rusya için Avrupa temelli ihtilaflar onu zaaflara açık tutuyor. Son savaşta da görüldüğü üzere, Avrupa ile işler biraz kötüye gittiğinde, Rusya kendisini tecrit edilmiş olarak bulabiliyor. Dolayısıyla Rusya’nın doğuya dönmesi bu zafiyeti telafi edebilmesi imkanını da kucaklaması demek. Dolayısıyla, “Büyük Avrasya” projesi, Rusya, Avrupa ve Asya arasında jeopolitik bir denge kurulması açısından çok önemli aslında. Ve Moskova şimdi bu gerçeği daha fazla gözetme yoluna gidiyor.

Moskova’nın kendisini çok kutuplu dünya düzeninin yaratılmasında önemli bir aktör olarak konumlama çabaları, bu saydıklarımızla sınırlı değil. Gerek Şangay İşbirliği Örgütü’nün genişlemesi doğrultusunda atılan adımlar, gerekse G20 vesilesiyle paralelde gerçekleştirilen Rusya, Hindistan ve Çin (RIC) liderler toplantıları bu yöndeki çabanın diğer ayakları. Bu çabaların Ukrayna Savaşı ile birlikte hız kazanmaya başladığı hissediliyor. ABD’nin açtığı ekonomik savaş, Rusya’nın Avrasya cephesiyle kenetlenmesini ve jeopolitik dengelerin değişimini kaçınılmaz bir şekilde beraberinde getiriyor.

5 – ABD bunu görmüyor mu? Rusya’nın Avrasya cephesiyle kenetlenme gayretleri Washington’u ayrıca rahatsız etmez mi?

Ekonomik savaşın Rusya’yı Avrasya cephesinde safları sıklaştırmaya itmesinden neticede elbette ki, ABD hoşnutsuz. Bu nedenle başta Çin olmak üzere Hindistan’ı, Pakistan’ı, hatta Suudi Arabistan’ı bile yaptırımları sahiplenmeyip Rusya’nın yanında yer almakla suçladığını görüyoruz. Washington’un Rusya ile aynı safta yer aldığı iddia edilen Hindistan gibi ülkelere yaptırım uygulamasını savunanlar bile çıkabiliyor. Bunun bir diğer anlamı da, II. Dünya Savaşı ertesinde kurulan uluslararası düzenin artık ancak polisiye tedbirle yaşatılmaya çalışılması.

Bu mücadelenin nasıl sonuçlanacağı ve akabinde kurulacak “yeni düzenin” neye benzeyeceği ise tam bir muamma. Tek bildiğimiz, bu köşede zaman zaman yer verdiğimiz küresel ölçekteki gelişmelerden de anlaşılabileceği üzere, Ukrayna Savaşı, çatışma risklerinin arttığı 2020’li yıllarda yaşadığımız son çatışma olmayacak.

6 – Ama Rusya için de bu savaştan elde edeceği temel kazanım Doğu’ya dönmek olmayacak herhalde? Moskova günün sonunda Zelenski’yi iktidardan indirmek ve Kiev’de bir rejim değişikliği sağlamak istemiyor mu?

Moskova’nın kalıcı ateşkesin sağlanacağı güne yönelik en büyük hayali, sanırım, çatışmaları sona erdirecek mutabakat metninin altında bizzat bugünkü Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski’nin imzasının bulunduğunu ve onun halen iktidarda (ve Polonya’dan Kiev’e dönmesi) olduğunu görmek olurdu. Paradoksal gibi görünebilir ve gerçekleşir mi, bilmem ama, Zelenski’ye 24 Şubat öncesinde karşı durduğu, “hayır” dediği taleplere, -bunca yıkım, ölüm, kan ve gözyaşının ardından “evet” dedirtmek, herhalde Rusya’nın en büyük zaferi olurdu. Moskova için en iyi senaryo, Batı’yı savaşırken yanında göreceğini zannederken, yavaş yavaş yalnız bırakıldığını anlayan ve nihayet “kandırıldım, meğer niyetleri zaten beni aralarına almak değilmiş” diyerek Rusya’nın taleplerinin altına imza atan, yani “dize getirilecek” bir Zelenski olur, sanıyorum.

Neden, biraz daha açayım: Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un 19 Şubat’ta kendisine yaptığı ve 1 Nisan tarihli The Wall Street Journal‘dan öğrendiğimiz, “Sn. Zelenski, NATO’ya katılma ısrarından vazgeçin, Batı ile Rusya arasında tarafsız kalacağınızı ilan edin, biz de Putin ve Biden ile birlikte Ukrayna’nın güvenliğini garanti eden bir anlaşma imzalayalım” teklifine, “Putin’e güvenilmeyeceği ve Ukraynalıların büyük kısmının NATO’ya katılma isteklisi olduğu gerekçesiyle” hayır demiş biri Zelenski. Şimdi o Zelenski’nin Ukrayna ordusu silah gücünü büyük ölçüde yitirdikten ve bazı toprakların elden çıktığını gördükten sonra Putin’e güvenmeye (!) başlayacak olması, Rus lideri ziyadesiyle memnun edecektir.

Tabii ABD ve NATO için ise Ukrayna Savaşı’nın finaline yönelik bundan daha kötü bir senaryo olmaz, sanıyorum. Bu bakımdan, Kiev yönetimi savaşı yitirse ve Ukrayna’daki egemen otorite Rusya’nın şartlarını kabul etse bile, ABD/NATO, Zelenski’yi o masada görmek istemeyecektir. Onun söylemleri üzerindeki hakimiyeti sürdürmek için de kendisini mümkünse Batı’da bir kahraman ve “sürgündeki Başkan” gibi uzunca bir dönem “misafir etmek” isteyecektir. Rusya ile bir anlaşmanın altına imza atmış- Putin’i “kardeşim Vladimir” olarak bağrına basacak bir Zelenski’nin ne Batı’da itibar görme ne de kendi ülkesinde uzun süre iktidarda tutunabilme şansı vardır. Bugün değilse bile o gün, böyle bir lider siyaseten bir mevta olacaktır. Dolayısıyla Moskova, Kiev’de kendisiyle yakın çalışabileceği bir iktidarın işbaşında olduğunu görmek istese bile, bu istek, otomatik olarak Zelenski’nin bugün bulunduğu koltukta o gün de oturmasını dışlayan bir senaryo olmayacaktır.

7 – O zaman Rusya tam olarak ne istiyor?

Açıkça söylemek gerekirse, Vladimir Putin’in kafasında Ukrayna’ya düzenlediği askeri operasyonu tam olarak hangi noktada sonlandırma hedefi var, bunu bilmek çok mümkün değil diye düşünüyorum. İlk olarak bunu not düşmek gerekiyor. Moskova’nın neleri kazanım olarak göreceğine gelince….

Kuşkusuz Rusya için Atlantik İttifakı içinde yer almayacağı kesinleşmiş, yani NATO ısrarını tamamen bir kenara bırakmış, tarafsızlığı kabullenmiş ve bu arada askeri kapasitesinin önemli bir kısmını da yitirmiş bir Ukrayna en büyük kazanımlar arasında olacaktır. Rusya, Ukrayna ordusunun “de-Nazifikasyonu” talebinde çok ısrarlı olmayabilir, zira o çabayı Azov taburları gibi neo-Nazi yapılanmaları askeri operasyon kapsamında büyük ölçüde imha ederek kendisi yürütüyor. Bu talebi Kiev yönetimine adreslemesine gerek kalmayabilir.

Moskova’nın vazgeçmeyeceği ve altında Kiev’in imzasını görmek isteyeceği temel talepleri, ihtilafın başında da telaffuz ettiği gibi, Donetsk ve Lugansk’ın bağımsız birer cumhuriyet olarak Ukrayna yönetimince tanınması, Kırım’ın Rus toprağı olduğunun kabulü olacaktır. Rusya’nın Ukrayna’nın batısını ve de Kiev’i işgal ederek buralarda bir işgal yönetimi kurmaya kalkacağına ihtimal vermiyorum. Bunlar az çok tahmin edilebilir. İsabetle tahmin edemeyeceğimiz, Rus kuvvetlerinin ilerleyişinin Ukrayna’nın güneyinde bu ülkenin Karadeniz’e çıkışını tamamen kapatacak bir noktaya ulaşıp ulaşmayacağı.

Bir diğer deyişle, Rusya’nın Donetsk ve Lugansk “ikiz bebeklerinin” yanına, düzenlenebilecek referandumlarla meşruiyet kazandıracağı bir-ikisini daha ekleyerek Novorossiya’yı kurup kurmayacağı.

8 – Novorossiya da nedir? O nereden çıktı?

Ne demek istiyoruz, tam olarak, açalım. Donbass havzasının tamamını teşkil eden Novorossiya, Ukrayna’nın güneydoğusunda, tarihsel kökeni daha eskilere dayansa da, 2014’te uygulamaya geçirilmiş ama sonradan vazgeçilmiş bir konfederasyonun adı. Hatırlanacağı gibi, Ukrayna’dan ayrılan Donetsk ve Lugansk’ta bölgelerin statüsünü belirlemek amacıyla 11 Mayıs 2014 tarihinde referandum düzenlenmişti. Bu referandumlarda halkın ezici çoğunluğu bağımsızlık lehine oy kullanarak Donetsk Halk Cumhuriyeti ile Lugansk Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasını desteklemişti. O tarihlerde, bu bölgelerdeki Halk Milislerinin lideri olan Pavel Gubarev, Ukrayna’nın doğu ve güneydoğusunda bulunan 6 bölgenin daha (Dniprio, Zaporojiya, Odessa, Nikolayev, Harkov ve Herson) oluşturdukları bu “ayrılıkçı” birliğin federatif yapısına katılmaya hazır olduklarını, bu bölgelerde düzenlenecek referandumlardan zaten birlik lehine sonuçlar çıkacağını savunmuştu. Hatta Rusya Dışişleri Bakanlığı, bir adım daha ileri giderek 25 Eylül 2014’te Donetsk ve Lugansk bölgelerini ilk kez “Novorossiya” (Yeni Rusya) adıyla telaffuz etmişti. Ancak zamanla birlikte bu federal yapı hayalinden vazgeçildi.

Gelgelelim bu, Rusya’nın Ukrayna’ya Karadeniz’de ciddi bir varlık bulundurabilme imkânı tanıyacağı anlamına gelmiyor. Moskova’nın, Kırım’ın doğusundaki Azak Denizi’ni tamamen bir iç deniz haline getirerek, İngilizlere o coğrafyada (Berdyansk’ta) bir daha donanma üssü inşa etme fırsatı tanımayacağını da düşünüyorum. Gelelim Kırım’ın batısına. Mariuopol’un Ukrayna birliklerinden tamamen temizlenmesi akabinde Rusların batısına, Kırım’ın kuzeybatısındaki Mikolaiv’e daha yoğun bir şekilde yönelmesini bekleyebiliriz. Hatta, Dinyeper Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü ve yine İngilizlerin bir başka donanma üssü inşa çalışmaları yürüttüğü, Kırım Tatarlarının Özü olarak bildiği şehri (Ochakov) de alarak halici Ukrayna’ya (ve tabii İngilizlere) kapatmaları da şaşırtıcı olmayacaktır.

Dahası 2 Mayıs 2014’te yaşanan ve Neo-Nazi grupların 48 kişinin diri diri ölümü, 250’den fazla kişinin de yaralanmasına sebep oldukları – bizdeki Madımak katliamını andıran- Odesa Katliamının rövanşını almak isteyeceklerini de söyleyebiliriz. Yani, 20. yüzyılda nüfusunun yüzde 49’u Ruslardan oluşan –bugün de hatırı sayılır bir Rusça konuşan nüfusa sahip Odessa’da yaşanan sendika binası katliamına cevap olarak şehri kuzeyden kuşatma yoluna gitmelerinin ihtimal dahilinde olduğunu düşünebiliriz.

Ayrıca, demografik yapıda değişiklik hedeflemeyen bir savaş nerede görülmüş! Dolayısıyla Moskova bugün elinde tutacağı bölgelerdeki etnik yapıya yarın askerlerini çektiğinde daha fazla güvenmek isteyeceği için ülkede Rusça konuşan nüfus ile Ukraynaca konuşan nüfusun yaşadığı bölgeler arasında –ölçeğini bilmemekle beraber- resmen olmasa da fiilen bir nüfus mübadelesi yaşanabileceğini de tahmin edebiliriz.

Ancak Rusya’nın Ukrayna’nın Karadeniz’e çıkışını tamamen kapatmak isteyip istemediğini bilemiyoruz. Yine de daha ciddi müzakerelere oturduklarında bu seçeneği bir pazarlık kozu olarak ellerinde tutmayı yeğleyebilirler.

9 – Peki hedefler böyle ama gerçekte fiili durum ne? Rusya bu hedeflerine ulaşmak açısından bugün tam olarak hangi noktada? Savaş sahada nasıl gidiyor?

Her ne kadar ABD, Ukrayna’nın savaşı kazanacağına ihtimal vermediyse de, savaşın uzamasının kendi işine yarayacağının gayet iyi farkındaydı. Bunun için de, doğrudan savaşa dahil olmadan elinden geleni zamanla yarışarak yapmaya çalıştı. Burada yürüttüğü çabayı tam olarak kavrayabilmemiz için bazı bilgileri hatırlamak gerekiyor:

ABD Başkanı Joe Biden Ağustos ayı sonlarında Ukrayna’ya 60 milyon dolarlık bir silah yardımı yapacağını açıklamıştı. Bu paketin sevkiyatı ise ancak Kasım ayında tamamlanabilmişti. Savaşın patlak vermesinin hemen akabinde, Biden, 26 Şubat’ta bir önceki yardımın neredeyse altı katı büyüklüğü tutarında bir askeri yardım paketi daha açıkladı. New York Times‘ın 6 Mart tarihli ve “Arming Ukraine” başlıklı haberinden öğrendik ki, bu paketin sevkiyatını Amerikalılar 6 gün gibi inanılmaz kısa bir zaman dilimi içinde tamamlamışlar. Aralarında 17 bir tanksavar silahın, Javelin füzelerinin bulunduğu tonlarca ağırlıktaki bu kargo Başkan Biden’ın verdiği onayı takiben 48 saat içinde Ukrayna sınırlarına yığılmış. Ardından da ABD ve NATO’nun gayretleriyle Polonya ve Romanya üzerinden Ukrayna’nın Kiev ve diğer şehirlerindeki askeri birliklere sevk edilmiş. Bütün bu sevkiyata yönelik haberleşme de Rusya’nın dijital saldırılarını bertaraf edecek “sibergörev ekipleri”nin desteği altında gerçekleştirilmiş.

Kısacası, Rusya’yı frenletecek çabaların hızından, ABD’nin savaşın uzamasını ne kadar önemsediğini anlamamız mümkün.

Tüm bu çabaların da katkısıyla, tabii ki Rusya için sahada işler çok rahat gitmedi. Ancak hedeflerin çok önemli bir kısmına ulaşılmış görülüyor. Somut bilgiler eşliğinde gelinilen noktayı belirtelim:
Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı’nın 2 Nisan tarihli basın toplantısında verdiği bilgilere göre, operasyonun başlangıcından bu yana, Ukrayna ordusuna ait 213 savaş uçağı ile 77 helikopteri düşürerek 216 hava savunma sistemi ile 381 İHA’yı imha eden Rusya Silahlı Kuvvetleri, 1888 tank ve zırhlı araç ile 205 çok namlulu roketatarı da savaş dışı bırakmış. Operasyonlarda ve 793 havan ve top rampası ile 1771 adet askeri araç yok edilmiş.

Bunun karşılığında, Ukrayna da ABD ile NATO’nun ve -Türkiye’nin de TB2 insansız hava araçlarının desteği ile- Rusya’ya kayda değer bir fren yaptırabilmiş. NATO’nun tahminleri, çatışmalarda Nisan başına kadar 7-15 bin Rus askerinin öldüğü, 21-45 bininin de yaralandığı yolunda. NATO kaynakları, Rusya’nın on yıllık Afganistan savaşında toplam 14 bin 400 asker kaybettiğine dikkati çekerek, Putin’in işlerinin Ukrayna’da çok iyi gitmediğini ileri sürüyor. İşgalin başında Rusya safında yer alan askerlerin toplam sayısının 190 bin olduğunu, Donbas’taki milis güçleri ile Özel Kuvvetler’e (Rosgvardiya) mensup işgal kuvvetleri hariç tutulduğunda kara birliklerinin toplam sayısının 140 bini bulduğunu belirten bazı güvenlik analistleri, Moskova’nın savaş gücünün dörtte birinin muharebe dışı kaldığını ileri sürüyor.

Her şeye rağmen, Putin için işlerin kendi ülkesinde pek iyi gitmediği, kendisine yönelik halk desteğinin azaldığı doğru değil. Putin Rusya da zayıflamıyor, aksine görev onayı ve kendisine duyulan güven acısından puanları artmış görünüyor. Rusya’da bağımsız bir sivil toplum örgütü olarak faaliyet gösteren Yuri Levada Analiz Merkezi’nce yapılan araştırmaya göre, görev onayı yüzde 83’e çıkan Rus liderine halk güveni de 10 puan artarak yüzde 44’e ulaşmış. Savunma Bakanı Sergey Şoygu’ya güven yüzde 16, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’a ise yüzde 15 artmış görünüyor.

10 – Peki, ABD’nin hedefinde, “Avrupa’nın Çin’e, Çin’in de Batı’ya uzanma planlarına ciddi bir darbe indirmek vardı” dediniz, az önce. Ukrayna meselesinde Çin ne alaka? Çin ABD’nin en büyük ticari hasmı olabilir ama, Washington’un 1 numaralı hasmı ve ezeli rakibi Rusya değil mi?

Değil! En azından Pentagon böyle düşünmüyor. Malum, Amerikan Savunma Bakanlığı her dört yılda bir ABD’nin Ulusal Savunma Stratejisi’ni günceller ve bununla ilgili de bir belge yayınlar. Belgenin tamamı genellikle “gizli” olarak tasnif edilir. Onun için de Pentagon kamuoyunu hedefleyen özet nitelikli bir bilgi dokümanı da üretir. Neticede bu doküman ABD ordusunun öncelikleri, planları, pozisyonlanması ve odaklandığı alanlara dair genel bir bakış sunar.

Pentagon bu stratejisini son olarak 28 Mart 2022 tarihinde güncelledi. “Ulusal Savunma Stratejisi 2022” başlığını taşıyan ve ABD Savunma Bakanlığı’nın web sitesinden erişime de açılan bu bilgi dokümanına göz atarsak, Pentagon’un savunma önceliklerinin neler olduğunu ve ABD’nin 1 numaralı düşmanının Rusya değil, Çin olduğunu görürüz.

Donald Trump’ın başkanlığı döneminde güncellenen bir önceki strateji belgesi (2018), ABD’nin önceliğinin Orta Doğu’daki terörist yapılarla mücadeleden “büyük güçler arasındaki rekabete” doğru çevrilmekte olduğunun habercisi idi. O belgede, Beijing ile Moskova için eşit değerde bir “hasımlık” tanımı yapılmıştı. Oysa yeni açıklanan 2022 belgesi ise…

Pentagon savunma stratejisinin 1 numaralı önceliğini, “Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) yarattığı ve büyüyen çok-alanlı tehdide karşı vatanı savunmaya” veriyor.
İkinci öncelik, “ABD, Müttefikleri ve ortaklarına karşı stratejik saldırıları caydırmak” olarak belirtiliyor.
Üçüncü öncelik, “önce Hint-Pasifik’te ÇHC ile mücadeleye, ardından da Avrupa’da Rusya ile mücadeleye öncelik vererek (…) saldırganlıkları caydırmak.”

ABD’nin 2022 Ulusal Savunma Stratejisi’nin dördüncü önceliği ise, “esnek bir Müşterek Kuvvet ve savunma ekosistemi oluşturmak” şeklinde ifade ediliyor.
Bir diğer deyişle, Pentagon’un savunma stratejisinin hedef odağında artık Çin yer alıyor. Rusya ise, yarattığı “Ukrayna işgali” gibi “akut tehditlerle” -Amerikalı gazeteci Dave DeCamp’ın da altını çizdiği üzere- ancak “ikinci kademe düşman.”

Anlamı: Ukrayna’da olup bitenleri kıyamet senaryosu gibi sunanlara aldanmayın. Ronald Reagan’ın 1984 Başkanlık seçimlerinin hemen öncesinde söylediği, bir seçim vaadi gibi yankılanan ve benim de unutamadığım sözlerinde olduğu gibi, “You Ain’t Seen Nothin’ Yet!”
Yani… Daha bu gördükleriniz ne ki!

Kaynak: T24

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org