Barış süreçlerinde medyanın önemi büyüktür ama aslolan çatışmalı süreçlerde barış gazeteciği yaklaşımını asgari düzeyde olsa bile kullanabilmek ve insanların zihninde bu süreçleri daha az hasarla atlatabilmelerini sağlamaktır.
Mete Çubukçu İstanbul – BİA Haber Merkezi 09 Ekim 2015, Cuma 00:00
Barış gazeteciliği kavram olarak yeni olmamakla birlikte hala üzerinde tartışılan bir önemli bir alan. Teorik ve pratik açından sadece kriz, çatışmalı, savaş durumlarında değil toplumsal meselelerin ele alınışında; cinsel, etnik, dini, ve mezhebi konulardaki ayırımcılıklara, nefret söyleminin engellenmesine kadar birçok konuda barış gazeteciliğinin ‘ilkeleri’ uygulanabilir bir yöntemdir.
Uygulamadaki yaklaşımlar bir yana özellikle söylem ve haber dili bağlamında barış gazeteciliğinin öne çıkardığı kavram ve ilkeler evrensel açıdan gazeteciğin kendisini de içkindir; ancak evrensel gazeteciğin kuralları barış gazeteciliği için yeterli olmamaktadır.
Evrensel açıdan gazetecilik kuralları ülkeden ülkeye değişmemesi gerektiği halde kimi memleketlerde bu kuralların pek korunmadığı görülür. Bu anlamda belli ülkelerde gazetecilik “milli bir görev” olarak ele alınır.
Bu anlamda gazeteler ve gazeteciler, gerektiğinde devlet görevlisi, gerektiğinde asker ve polisten farksızlaşır. Çünkü evrensel terminoloji gazetecinin tüm bunlardan arınmış biçimde olması, habere yaklaşmasını öngörür.
İlkesel açıdan tarafların görüşlerinin yansıtıldığı ancak son kertede muktedir ile mazlum arasındaki farkın da ortaya konduğu ve bunun içselleştirildiği bir gazetecilik yöntemidir aslolan. İşte tam da bu asgari evrensel gazetecilik kurallarından barış gazeteciliğinin ayrıldığı temel noktadır.
Genel hatlarıyla hatırlatmak gerekirse, barış gazeteciliği; şiddete değil, çatışmaya odaklanır, şiddetle çatışma aynı şey değildir. Çatışma şiddete başvurmadan da sonlandırılabilir.
Savaş gazeteciliği şiddete odaklıdır. Ölü, yaralı sayıları, kim kazanıyor, kim kaybediyor konularını öne çıkarır. Barış gazeteciliği ise şiddetin önlenmesi için kafa yorar.
Savaşlarda doğal olarak bir taraf kazanacaktır. Barış gazeteciliği anlayışı biz ve onlar ayrımını reddeder. Her iki tarafın da kazanabileceği konulara odaklanır.
Savaş gazeteciliği anlayışı, “biz”im tarafın sözcüsü gibi hareket eder ve savaşlarda bir propaganda aygıtına dönüşür. Barış gazeteciliği ise tüm tarafların yalanlarını açığa vuran, haberde doğruluk odaklı bir anlayıştır.
Barış gazeteciğini daha uzun bir manzumesi söz konusu. Birçok kişi aslında barış gazeteciğini evrensel kurallar içindeki gazetecilikten farkı olmadığını iddia eder. Yanıtı hem evet hem de hayırdır. İki yaklaşım birbirine içkin olmakla birlikte barış gazeteciğini objektiflik ve hakikate yatkınlıktan öte yeni yaklaşımları da kapsar.
Savaş diline dönmek
1990’lı yılların Türkiye’sindeki Kürt savaşı ardından Irak’ın işgali, Suriye’deki iç savaş, İsrail’in Filistin’i işgali, Arap ayaklanmaları ve 2015 Türkiye’sinde yine çatışmalı bir dönem.
Tüm bu örneklerde savaş ve barış gazeteciğinin izlerine rastlamak mümkündür. Ama bu süreç içinde barış gazeteciği yavaş da olsa pratik ve söylem bazında yer bulmasına rağmen maalesef hala baskın olan medyadaki savaş dili ve söylemidir.
Çatışmasızlık dönemlerinde, kullanılan “normal” bir dilin çatışma anında aniden farklılaşması, özellikle Türkiye’de gazetecilerin barış gazeteciliği dilinin asgari şartlarını bile içselleştirememiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Aksi halde özellikle Kürt meselesinde çatışmalı sürece girildiğinde yeniden eski dilin ve kışkırtıcı, dışlayıcı ve saldırgan bir üslubun ve yaklaşımın hakim olması ne ile açıklanabilir ki?
Savaş ve çatışma dönemleri medya için turnusol kağıdı işlevini görür. Objektiflik, tarafsızlık, gerçeği olduğu gibi aktarma, okur ve izleyicileri bilgilendirme gibi gazeteciliğin temel kuralları böyle anlarda test edilme imkanı bulur.
Son yıllardaki çatışma ve savaşlarda bu kuralların genelde görmezden gelindiği bilinir; temel kuralların yerini haber saklama, bilgilendirmeme, dezenformasyon gibi bildik yöntemler alır.
Örneğin 2003 yılındaki Irak’ın işgali sırasında olduğu gibi, savaşlar “temiz” gösterilmeye çalışılır, kavramlar değiştirilir, yumuşatılır; ölen siviller yerine “kısmi zarar”, bombalamak yerine “halı döşemek”, işgal yerine “özgürleştirme” kavramları kullanılır!
Gazete ve gazetecilerin kullanacağı dil, yaklaşım tarzı, savaşları, çatışmaları durdurmaz belki ama derinleşmemesine vesile olur.
Ayrıca, mazlumların ve mağdurların sesinin duyulması sağlanır. Çünkü tarafsızlık adına kurtla kuzu aynı kefeye konmamalıdır. Objektiflik terazisinde ise mağdur muktedire göre daha ağır basmalıdır.
Savaşlarda haber yapan muhabirlerin bir kısmı yeni bir dil oluşturarak, sadece ölü yaralı sayısını veren “skor tabelacılığı” yapmamaktadır. Olanların arka planının, insani hikayeleri ve savaşa neden olan koşulları, savaşın ortaya çıkardığı ve özellikle sivillerin (kadın ve çocukları etkileyen) dramlarını, askerlerin öykülerini vb. de haberlerine yansıtmaktadır.
Ayrıca herkese eşit mesafede yaklaşılmak istenirken, bu eşitlik içinde bile dengesizliğin olduğu bilinir. İngiliz Independent Gazetesi’nin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk’in “2. Dünya Savaş’ında Nazilerle soykırıma uğrayan Yahudilere eşit mesafede durmamızı kimse bekleyemezdi” sözleri buna en iyi örnektir. [1]
Ontolojik Soru
Diğer yandan gazeteler Türkiye’nin taraf olduğu konularda; örneğin Mısır, Suriye meselesinde millici anlayışı öncelemekte, yine çatışma ve savaş dili kullanabilmekte.
Çünkü savaşlarda ülke olarak tarafsanız ya da kendi ülkeniz bizzat savaşın öznelerinden biriyse işiniz daha da zordur; işte bu noktada barış gazeteciliğinin kavram ve terimlerine daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü gazetecinin ontolojik sorunu kendi ülkesi bir çatışmanın içindeyken kendini daha net gösterir.
2003 yılında Irak’ın işgali sonrasında Türk askerinin Irak’a gönderilmesi 1 Mart tezkeresi ile engellenmiş, iyi de olmuştu. Daha sonraki süreçte TBMM’den asker gönderme kararı çıktı ama uygulanmadı. İşte o dönemlerde şunları yazmıştım:
“Amerikan işgalinin başladığı ilk günlerde Amerika’nın Irak’taki varlığı konusunda kullanılan terminoloji konusunda yaşanan kargaşa hala aşılabilmiş değil. Savaşın kara bulutları dağıldıktan sonra bazı Amerikan ve İngiliz medya kuruluşları resmi terminolojiyi kullansa bile hala herkes kendi durduğu yerden bakmayı tercih ediyor.
“Irak’ı işgal edenler ‘Amerikan güçleri’, ‘Amerikan askerleri’, ‘müttefikler’, ‘koalisyon güçleri’ gibi tanımlarla anıldı ama sonunda ‘işgal’ olgusu genel kabul gördü, çünkü doğrusu buydu.
“Türkiye medyası başlangıçta genel olarak ‘koalisyon güçleri’ tanımını tercih ederken Süleymaniye vakası ile tavrını değiştirdi; koalisyon güçleri ‘işgalci’ oldu.
“Aynı karmaşa Iraklılar cephesinde de yaşanıyor. Amerikan askerlerine saldıran Iraklılar kimi zaman ‘direnişçi’, bazen ‘savaşçı-militan’, Amerikan bakış açısıyla da ‘terörist’ oldular.
“Şimdi sadece Türk askerinin Irak’a gönderilmesi değil, bu yeni süreçte farklı bir soru-sorunla karşı karşıyayız, medya olarak. Kimi nasıl tanımlayacağız, hangi kelimelerle Türk askerinin Irak’taki varlığını anlatmaya çalışacağız? Aslında bu sorun sadece Türkiye medyasının değil yakın tarih boyunca dünyadaki birçok gazetecinin yaşadığı çelişkilerden en önde geleni.
“Soru şu: Gazetecinin kendi ülkesinin karıştığı bir askeri çatışma döneminde nasıl tavır takınacağı, haberciliği nasıl gerçekleştireceği, haber yaparken hangi kıstasları gözünün alacağı ve hangi terminolojiyi kullanacağı.
“Daha basit bir anlatımla Amerikan askerine ‘işgalci’ derken Türk askerini nasıl tanımlayacağız sorusu. ‘Barış Gücü’ uygun mu olacak? O takdirde Amerikalılardan da mı ‘barış gücü’ diye söz edeceğiz? Ve takip eden sorular: Iraklılar ‘direnişçiler, militanlar’ yoksa ‘teröristler mi’ olacak? Bunun sınırı nasıl çizilecek?
“Çünkü gazetecinin kendi ülkesi savaşta olduğu zaman haberciliğin savaşın bir uzantısı olduğu nesnelliğin ancak kara bulutlar dağıldıktan sonra söz konusu olduğu söylenir. İstisnalar hariç böyledir de zaten. Aslında bu bir medya ya da medya ahlakı tartışması.”
İşte tam da bu noktada barış gazeteciği yukarıda sözünü ettiğim ontolojik çelişkiyi en aza indirme potansiyeline sahip gibi duruyor.
Medyanın dili devletin dili mi?
1990’lı yıllar boyunca Kürt savaşındaki insanlık dışı yöntemler faili meçhul cinayetler, köy boşaltmalar yaşanırken ya da Irak Kürt bölgesi ve liderleri için kışkırtıcı, nefret söylemi, aşağılayıcı bir dil kullandığı bilinir.
Ama devletin ya da iktidarların olaylara yaklaşımı farklılaştıkça medyanın da dili değişmekte, daha nötr, barışçıl dil kullanabilmekte. Oysa medyanın dili bağımsız olmalı ve siyaseti peşinden sürüklemeli. Oysa Türkiye’de medyanın yaklaşımı siyasetin arkasından gelmekte.
Yıllarca Yunanistan ile ilgili atılan başlıklar ve kullanılan dil Türkiye-Yunanistan arasındaki Ege sorunu rafa kaldırılınca birden daha barışçıl bir dile dönebilmiştir. Ama sorunun alevlenmesi ile eski dile dönülmeyeceğinin garantisi yoktur. Keza son dönemde Iraklı Kürtlerle ilgili düşmanlaştırıcı söylemin yerini daha yumuşak bir dil almıştır.
Çünkü Türkiye’nin Iraklı Kürtlerle siyasetten arası “iyidir”. Peki bozulursa bu dil değişebilir mi? Yanıtı evettir.
Bunun en önemli örneği Kürt sorunu, PKK sorunu, terör sorunu adını ne koyarsanız koyun, 2015 yılı içinde yeniden “başlatılan” çatışma süreci sırasındaki yaklaşımlarda yatmaktadır.
Medya yeniden ve aniden 1990’larda kullandığı düşmanlaştırıcı dili kullanmaya başlamış, sanki o yılların arşivleri karıştırılarak “ilham alınmıştır”.
Barış süreçlerinde medyanın önemi büyüktür ama aslolan çatışmalı süreçlerde barış gazeteciği yaklaşımını asgari düzeyde olsa bile kullanabilmek ve insanların zihninde bu süreçleri daha az hasarla atlatabilmelerini sağlamaktır. Barış gazeteciği şiddet, terör vb. durumlarda aynı ölçüde kaynağına bakmadan benzer yaklaşımı kullanmaktır.
Gazetecilikle vatanseverlik arasındaki çizgi çok ince olup, İkinci Dünya Savaşı sırasında muhabirlik yapan Charles Lynch’in sözlerine bir bakalım:
“Savaş sırasında yazdıklarımıza baktığımız zaman utanıyoruz. Saçmalıktı… Hükümetlerin propaganda koluyduk. Başlangıçta böyle olmasını sansür zorluyordu ama savaş bittiğinde biz kendimizin sansürcüsü olduk. Şakşakçıydık. Belki de o zamanlar alternatifimiz yoktu. Topyekûn bir savaştı. Ama tanrı aşkına rolümüzü yüceltmeyelim. İyi gazetecilik bu değildi.”
Bu satırlar yıllar sona bile belli oranda geçerliliğini koruyor.
Haaretz Gazetesinden Gieon Levy 2006’da İsrail’in Lübnan’a saldırısı sırasında olanları ve yıllardır süren İsrail-Filistin arasındaki çatışmaları kastederek meslektaşlarıyla tartışırken Lübnan’da olanların İsrail medyasında çok çok gizli, kısıtlı ve önemiyle orantısız bir biçimde yer aldığını. İsrailli okuyucuya, Avrupalı okuyucuya sunulan resim ve raporların sunulmadığını söylüyor. Filistin’le devam ediyor Levy:
“Çünkü eğer işgalin ne kadar zalimce olduğunu bilselerdi, bu gerçek karşısında huzur içinde yaşayamazlardı. Gerçek şu ki İsraillilerin çoğuna bilgiler verilmiyor. Sorun şu ki çoğu da bilmek istemiyor.”
Bu yaklaşımın teşmil edip Türkiye dahil birçok ülke medyası için rahatlıkla kullanabiliriz. Sadece tarafların ülkelerin, grupların savaşan tarafların isimleri değişebilir.
Gazeteci objektif olmalıdır ancak tarafsız değildir. Taraf olduğu nokta “savaşa karşı” olmasıdır.
Panzehir ise ısrarla ve yılmadan minik darbelerle bile olsa barış yaklaşımını ve gazeteciğini kullanmayı içselleştirebilmektir. Sadece gazeteciler değil, yazı işleri ve editoryal basamaktaki ve hatta iletişim fakültelerindeki öğrenciler dahil herkes için geçerlidir bu. Aksi halde bizler gazeteciler olarak bu çatışma ve savaşların yaydığı “zihni ve ahlaki kirlenme” riski ile karşı karşıya kalabiliriz. Hala temiz kalabildiysek! (MÇ/EKN)
[1] Çubukçu, Mete (2005), Ateş Altında Gazetecilik-Savaş ve Savaş Haberciliği, Metis Yayınları, İstanbul, s.21
http://bianet.org/bianet/medya/168135-bir-panzehir-olarak-baris-gazeteciligi