Orjinal isim: La Geographie Ça Sert, D’abord, a faire La Guerre
Ayrıntı Yayınları / Tarih Dizisi
“Coğrafya, sıkıcı ve işe yaramaz bir disiplindir”. Yves Lacoste, akademik ve mesleki hayatı boyunca işte bu argümanla mücadele etti. Üstelik bu, hayli güçlü bir akıntıya karşı kürek çektiği bir mücadeleydi: coğrafyanın bütünüyle “sıkıcı ve işe yaramaz” olduğu öğrenciler arasında genel kabul gördüğü gibi, coğrafyacıların da büyük bölümü bu disiplini “iklim-nehirler-bitki örtüsü-nüfus-tarım” ve benzerine ilişkin kuru bilgilerin arasına sıkıştırılmış ölü bir disiplin haline getirmişti. Oysa coğrafya Lacoste’a göre bütünüyle siyasi bir alandı.
Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar’ın başlıca argümanı, stratejik bir bilgi olarak coğrafyanın, iktidar sahiplerinin elinde bir yönetim aracı olarak kullanıldığıdır. Bu araç, Vietnam Savaşı’nda ABD Hava Kuvvetleri’nin Kızıl Nehir bentlerinin coğrafi özelliklerini sinsice bir yıkım planında kullanması örneğinde olduğu gibi, doğrudan askeri amaçlara da hizmet edebilir. Lacoste’un kendi kelimeleriyle, “Gerek ‘fiziksel’ diye adlandırılan boyutlarıyla, gerekse iktisadi, sosyal, demografik, siyasi özellikleriyle mekanların metodik tanımlanması olarak coğrafyanın kesinlikle, pratik olarak ve güç olarak, devlet aygıtının bölgede yaşayan insanların kontrol edilmesi ve organize edilmesi için ve savaş için ifa ettiği fonksiyonlar çerçevesine yerleştirilmesi gerekir.”
Sert polemiklerle ilerleyen ve alanında bir tür “yapısökümü” gerçekleştiren kitap, ilk kez 1976 yılında kaleme alınmıştı. Elinizdeki metin ise, yazarın 2012 yılında yaptığı bazı revizyonların yanısıra, yazarın düşünsel dünyasında belirleyici olmuş bir yaşam öyküsünü de kapsayan uzun bir yeni önsözü de içeriyor.
(Tanıtım Bülteninden)
**
Aysel Sağır
Coğrafya demek, savaş demek!
07 Eylül 2014 12:00
Coğrafya denilince, iklim, nehirler, bitki örtüsü, nüfus, tarım ve benzerleri mi geliyor akla? Peki, nedir coğrafya, neye yarıyor? Şurası bir gerçek ki, coğrafya “her şeyden önce savaş yapmaya yarıyor.” Coğrafya, bizlere okullarda öğretildiği gibi öyle masum, üzerinde insanlığın yararı uğruna bilim inşa edilen bir alan değil. Yani coğrafyayı, “gerek ‘fiziksel’ diye adlandırılan boyutlarıyla, gerekse iktisadi, sosyal, demografik, siyasi özellikleriyle mekanların metodik tanımlanması olarak coğrafyanın kesinlikle, pratik olarak ve güç olarak, devlet aygıtının bölgede yaşayan insanların kontrol edilmesi ve organize edilmesi için ve savaş için ifa ettiği fonksiyonlar çerçevesine yerleştirmek” gerekiyor.
Yaklaşık iki yüzyıldır egemenler, coğrafyayı, yayılmacı politikalarının merkezi noktası olarak belirlemiş bulunmakla kalmayıp, tüm savaş stratejilerini de bu alan üzerinde yapılandırıyorlar. Böylelikle egemenler sınırlarda geziniyorlar, tüm topografyayı biçimlendirip; köyleri, kasabaları, kentleri, mahalleleri, sokakları, halkların alışkanlıklarını değiştiriyorlar. Dolayısıyla coğrafyayı iki yönlü okumak gerekiyor. Ama ne yazık ki, bizlere öğretilen okuma, coğrafyanın ne olduğunu gizleyen bir öze sahip. Yeri gelmişken, Ortadoğu’da ne olup bittiğini anlamakta güçlük çekmemiz, belki de bize şimdiye değin öğretilen söz konusu yanlış okuma(lar)dan kaynaklanıyor.
Oysa ki, Yves Lacoste yaklaşık otuz-kırk yıl önce coğrafyanın nasıl okunması gerektiğini yazmış. Şimdilerde güncellenmiş haliyle yeniden okuyucusuyla buluşan, Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar’da, Lacoste, küresel sermayenin mevzilenerek oradan saldırıya geçtiği coğrafya hakkında önemli açıklamalarda bulunuyor. Bir anlamda egemenlerin inini açığa çıkarıyor diyebiliriz. Tabii bu açığa çıkarma işleminde, argümanlarını test ederek tarihsel bir seyir izliyor. Aslında, küresel egemenlerin sınırlarda gezinmeye çıktıkları andan itibaren coğrafya ve jeopolitika kavramı da eş zamanlı bir şekilde dillendirilmiş oluyor. Daha açık bir ifadeyle, egemenlerin jeopolitika kavramını sık kullanmaları demek, dünyanın bazı bölgelerinin başına çorap örüldüğü demek anlamına geliyor.
Küçük topraklardaki çatışmalar…
“Benim tanımladığım haliyle jeopolitik, özellikle her biri eylemini meşrulaştırmak için eski denebilecek temsiller, tarihsel haklar ileri süren baş aktörlerin haklı veya haksız olarak ileri sürdükleri argümanları dikkate alarak, küçüklü büyüklü coğrafi topraklar üzerindeki güç rekabetlerini analiz ve izah eder. Bu rakip güçlerin her birinin siyasi yapıların her birine verilmesi gereken (ki siyaset bilimciler bunu çok iyi yapar) öneme, şu veya bu düzeyde hayali olan tarihsel hakların analizine (ki tarihçiler bunu üstlenir) kesinlikle, farklı mekânsal analiz düzeylerinin düşünülmesi de eklemek gerekir. Ben artık bunu, küreselleşme olguları nedeniyle ve küçük topraklarda yürüyen çatışmaların gezegen çapındaki güç ilişkileri üzerindeki etkisi nedeniyle, coğrafi düşünme biçiminin temel bir aracı olarak görüyorum…”
Soyut, aynı zamanda da gündelik hayatta işe yaramayan bir dal olarak coğrafya, durumun tam zıddı bir şekilde iktidarların nedenlerinden birini oluşturuyor. Bu yüzden büyük bir çoğunluk haritaları okumayı bilmiyor. Harita, sıradan insanlar için gezilen görülen yerlerin çerçevelenmiş hali, turizmle ilintili bir kroki şeklinde algılanıyor. Haritada gösterilen yerlerin statik bir şekilde önceden beri durduğu, bundan sonra da hep öyle duracağı yanılsaması yaşanıyor. Sıradan insanlar harita okumasını bilmedikleri için de, sınırların sürekli hareket halinde olduğunu, haritadaki yerlerin kaygan bir zemin üzerinde yuvarlandığını göremiyorlar. “Haritanın, onu okumasını bilen herkesin kullanabileceği bir iktidar aracı olarak görülüp görülmeyeceği sorgulanmaz bile. Harita subayın ayrıcalığı olarak kalmalıdır ve otorite ‘insanları’ üzerinde ifa ettiği yönetiminde sadece hiyerarşik sistemi değil, aynı zamanda sadece kendisinin haritayı okuyabileceği ve hareketlere karar verebileceği, emirleri altında tuttuğu kişilerin ise bunu bilmediği gerçeğini dikkate alır.”
Bir coğrafyacı, bir istihbarat ajanıdır
Coğrafyanın tarihsel sürecini, pratikte ne anlama geldiğini, ondokuzuncu yüzyıldan itabaren takip eden Lacoste, üniversite kürsülerine, okullara, kurumlara yerleştirilen coğrafyayı takip ederek, coğrafyacıları da kulaklarından yakalıyor. Dolayısıyla da coğrafyacılar oldukça hassas bir yerde duruyorlar. Zira her bir coğrafyacının nasıl bir ateşle oynadığını bilmesi gerekiyor. “Coğrafyacılar, en azından siyasi, ahlaki ve dini nedenlerden ötürü diğer insanlar olan ilişkilerini sorgulayanlar, ağır bir çelişki içinde olduklarının farkına varmalıdırlar. Sorun sadece araştırmacı, iktidar ve araştırmanın yöneldiği mekanda yaşayan insanlar, yani araştırma ‘nesnesi’ olduğu söylenen adamlar ve kadınlar arasındadır. Coğrafyacı, mekanları analiz ederken, iktidara bu mekanlarda yaşayan insanlar üzerinde eylemde bulunmasını sağlayacak bilgiler sunduğunun bilincinde olmalıdır… Bu yüzden coğrafyacı, giriştiği veya kendisinden girişmesi istenen araştırmanın neye hizmet edebileceğini ve hangi siyasi bağlamda yer aldığını sorgulamalıdır; hatta sunacağı bilgilerin bir nüfusu, özellikle incelenen nüfusu soymaya veya ezmeye yarayacağının açık olduğu durumlarda, araştırma yapmayı (en azından sonuçlarını tanıtmayı) reddetmelidir… Coğrafyacının, güçsüz bir izleyici değil, gerçekte bunu istesin veya istemesin, iktidara hizmet eden bir istihbarat ajanı olduğunu ve devrimci söylemlerinin veya ahlaki kaygılarının hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini anlaması gerekir…”
Tabii buradan, mekansal alanları –kentsel dönüşüm- ve demografik yapıları değiştirerek kontrol altına alan iktidarlara araştırma bilgileri sunan kişilerin başına büyük taşlar düşüyor. Ama coğrafi araştırmanın nesnesi olacak mekanda yaşayan insanların da, nesnesi haline getirildikleri araştırmaların nedenini çok iyi bilmeleri gerekiyor…