Nükleer Savaşa Karşı Bir Savunma Hattı Olarak Sinema
16 Nisan 2024
Bu hafta sonu İran’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırı, her ne kadar göstermelik bir saldırı olarak okunmaya açık olsa da dünyayı topyekûn bir savaşa bir adım daha yaklaştırdı. Rusya’nın Ukrayna işgalini başlattığı günden beri zaman zaman gündeme gelen III. Dünya Savaşı’nın hâlihazırda başlamış olabileceği ihtimali, hiç olmadığı kadar ikna edici görünmeye başladı.
2021’den beri adım adım büyüyen bu küresel krizler dizisi, dünyayı nükleer bir kıyamete yıllardır olmadığı kadar yaklaştırmış durumda. Nitekim, Soğuk Savaş döneminin sembollerinden olan Kıyamet Günü Saati (Doomsday Clock), bugün itibarıyla gece yarısına bir buçuk dakika kalayı gösteriyor. Nükleer bir yıkıma Soğuk Savaş döneminden bile daha yakın olduğumuzu gösteren Kıyamet Günü Saati, tüm dünyaya bir uyarı olarak karşımızda duruyor. Nükleer savaşın neye benzediğini bilenler için dehşet verici bir tablo. Ancak bu uyarıdan belki de daha endişe verici bir şey var ki o da bu uyarının boşlukta kaybolup gitmesi. Soğuk Savaş döneminin aksine bugün, ne televizyon ekranında, ne de sinema dünyasında bu uyarının kayda değer bir yankısını görüyoruz. Oysa geçmişten öğrendiğimiz bir şey var ki o da sinemanın nükleer savaşa karşı en önemli savunma hatlarından biri olabileceği.
Batılı politikacıların Rusya ile nükleer savaş ihtimalini alelade bir şeymiş gibi gündeme getirmesinin (bkz: I, II) ana akım medyada yer bile bulmadığı günümüzün aksine Soğuk Savaş döneminde, özellikle de 80’li yıllarda, karşılıklı kesin yıkım ihtimali milyonlarca insanın uykularını kaçırıyordu. Bu duyarlılığın yaratılmasında özellikle bir filmin payı çok büyük.
The Day After: Nükleer Savaşın Ardından
20 Kasım 1983’te, dünyanın nükleer kıyametin eşiğinden döndüğü 26 Eylül krizinden yalnızca iki ay sonra, ABD’nin en çok izlenen TV kanallarından biri olan ABC’de, The Day After adlı bir televizyon filmi yayınlandı. Nicholas Meyer’in yönettiği bu film, NATO güçleri ile Varşova Paktı arasında nükleer savaşın başlaması hâlinde nasıl bir felaketle karşı karşıya kalınacağını, Kansas kırsalında yaşayan sıradan insanların yaşayacakları üzerinden anlatıyordu. Olası bir nükleer savaşın korkunçluğunu gözler önüne seren film, Amerikan halkının kolektif bilincinde bir kırılma yaratacaktı.
Yayınlandığı esnada 100 milyondan fazla kişiyi ekran başına kilitleyen The Day After, Amerikan televizyon tarihinin en çok izlenen yayınlarından biri oldu. Nükleer bombaların patlamaya başladığı sahneden itibaren reklam arası verilmeden yayınlanan film bittikten hemen sonra, Carl Sagan‘ın da katıldığı bir açık oturum başladı. Henry Kissinger‘ın da konuşmacılar arasında yer aldığı bu açık oturum, The Day After’da kurmaca formatında aktarılan nükleer savaş ihtimalini çok daha gerçekçi ve çok daha muhtemel bir senaryo olarak somutlaştırdı. Ertesi gün, ABD’de insanların nükleer silahlanmaya bakışı tamamen değişmişti. ABD halkının bu yeni kazanılmış korkusu, nükleer silahlanmayı körükleyen siyasilerin işini epey güçleştirdi. Öyle ki The New York Post gibi müesses nizama hizmet eden birkaç yayın, filmin yönetmeni Nicholas Meyer’i vatana ihanetle, Sovyet yanlısı olmakla suçluyordu. Ancak artık olan olmuştu. The Day After, Amerikan halkının nükleer savaş ihtimaline karşı pozisyon almasında kritik bir rol oynadı. Hatta ABD Başkanı Ronald Reagan bile, filmi izledikten sonra nükleer savaş konusunda fikrinin değiştiğini söyleyecekti.
The Day After’ın insanlar üzerindeki etkisi ABD’yle de sınırlı kalmadı. 1987’de, ABD’deki ilk yayınından yaklaşık dört yıl sonra, The Day After Sovyet televizyonlarında da gösterildi. Sovyetler Birliği‘nin Gorbaçov liderliğinde Soğuk Savaş’ı geride bırakmaya hazırlandığı dönemde gerçekleşen bu yayın, Sovyet halkının bu değişime ikna edilmesine katkı sağladı.
Gerek Henry Kissinger’ın dâhiliyeti, gerek ana akım medyanın bu projeyi öne çıkarması, The Day After’ın ABD’nin uzun vadeli planlarına hizmet eden bir propaganda aracı olma ihtimalini de akıllara getiriyor elbette. Kalabalıklar üzerinde böylesine büyük etki yaratmış bir yayına her zaman şüpheyle yaklaşmak gerekir. Ancak günün sonunda su götürmez bir gerçek var ki o da, televizyon ve sinemanın nükleer savaşa karşı etkili bir savunma hattı olabileceğinin, The Day After ile birlikte kesin bir şekilde kanıtlanmış olması.
The Day After’dan yaklaşık bir yıl sonra, bu kez Birleşik Krallık’ta Threads yayınlandı. Mick Jackson’ın yönettiği film, The Day After ile aynı korkunç senaryoyu öngörüyor ve oldukça benzer bir hikâye anlatıyordu. Ancak bu kez nükleer savaşın korkunç sonuçlarıyla karşı karşıya kalanlar Kansas’ta yaşayan Amerikalılar değil, Sheffield’da yaşayan İngilizlerdi. Filmin Birleşik Krallık’takiler üzerindeki etkisi, bir yıl önce The Day After’ın Amerikalılar üzerinden bıraktığı etkiye oldukça benzerdi. Threads’in bir diğer özelliği, The Day After’ın aksine kurmaca ile belgeseli harmanlayarak bu meseleyi daha gerçekçi bir düzleme oturtmasıydı.
Bu iki film de o dönemde nükleer kıyamet ihtimaline karşı halkı uyandırmış olmaları açısından son derece kıymetli. Ancak bugünden bakıldığında ikisi de gerek içerik gerekse teknik bakımdan epey zayıf kalıyor. Öte yandan ikisinin de nükleer savaş sonrası ortaya çıkacak felaketi tasvir etme konusunda bazı eksiklikleri var. Bu yüzden her iki film de kendilerinden yıllar önce çekilen ve çok daha usta işi bir film olan The War Game’in gölgesinde kalıyor.
Herkese İzletilmesi Gereken Film: The War Game
Sinemanın kıymeti yeterince bilinmeyen ustalarından olan Peter Watkins‘in imzasını taşıyan Savaş Oyunu (The War Game), Threads gibi BBC tarafından hazırlanan bir televizyon filmi. 1965 yapımı bu sahte belgesel, Birleşik Krallık’ın nükleer füzelerle vurulduğu bir senaryoda yaşanacakları ekrana taşıyor. The Day After ve Threads’in aksine gerçek bir belgesel estetiğinde ve gerçekçiliğinde çekilen The War Game, nükleer savaşın korkunçluğunu çok daha etkili bir şekilde gözler önüne seriyor. Üstelik bunu Watkins’in usta işi rejisiyle yapıyor. Bu da The War Game’i bugün bile etkisini koruyan, unutulmaz bir esere dönüştürüyor.
The Day After ve Threads’ten çok daha üstün bir yapım olan, nitekim Akademi tarafından En İyi Belgesel Oscarı‘yla ödüllendirilen The War Game, buna rağmen bu iki filme kıyasla çok daha kısıtlı bir etkiye sahip oldu. Çünkü İngiliz hükûmeti ve onun kontrolündeki BBC yönetimi, The War Game’i fazla rahatsız edici, hatta düpedüz tehlikeli buldu ve televizyonda yayınlanmasına izin vermedi. Bu da The War Game’in geniş kitlelere hiçbir zaman ulaşamamasına sebep oldu. 1966 yazında Londra’daki National Film Theatre’da bir aylığına gösterime sokulan film, daha sonra aralarında Venedik’in de bulunduğu çeşitli film festivallerinde gösterildi. The War Game’in ulaştığı kitle, bu gösterimlere gelen sinema seyircilerinden ibaret olsa da film kendi meziyetleri sayesinde sinema çevrelerinde adından söz ettirdi ve bu sayede yolculuğu Oscar Ödül Töreni’ne kadar uzandı.
Peter Watkins’in unutulmaz belgeseli, Kıyamet Günü Saati’nin gece yarısına korkutucu şekilde yakın olduğu şu günlerde, dünyanın her köşesinde insanlara izletilmeli; televizyonlarda tekrar tekrar gösterilmeli. Devletlerin yönetim kadrolarında yer alanlar içinse izlenmesi zorunlu tutulmalı. Ne var ki The War Game gibi filmlerin kalabalıklara gösterilmesinin imkânsız olduğu, aksine bu tarz uyarıların hasır altı edildiği bir politik iklimle karşı karşıyayız. Bunun yerine insanlara nükleer savaşı, evlerine çekilip pencerelerini kapatarak atlatabilecekleri bir senaryo olarak pazarlamaya çalışan bir anlayış hüküm sürüyor bugün batıda. Geçtiğimiz yıl New York yönetiminin yayınladığı bu içler acısı kamu spotu, kalabalıkların nasıl manipüle edildiğinin açık bir kanıtı.
Batı bloğunda iktidar sahipleri nükleer savaşın insanlık için ne anlama geleceğini unutturmak için elinden geleni yapıyor olsa da bu hafta sonu yaşanan İran-İsrail gerginliği gibi krizlerin sıklaşması, insanların gitgide daha olası hâle gelen bu felaketi yıllar sonra ilk kez ciddi ciddi düşünmeye başlamasına sebep oluyor. Nitekim Amerikalı gazeteci Annie Jacobsen‘ın bir nükleer savaş sırasında neler yaşanacağını adım adım anlattığı son kitabı Nuclear War: A Scenario, geçtiğimiz günlerde NY Times’ın çok satanlar listesine girdi. Bu sırada Legendary Entertainment da bir açıklama yaparak, Denis Villeneuve‘ün bu kitabı bir filme uyarlayacağını duyurdu.
The Day After’dan 40 yıl sonra, dünya bir kez daha kalabalıkları uyandıracak bir uyarıya ihtiyaç duyuyor. Sinema bu konuda eşsiz bir beceriye sahip olduğu için, Denis Villeneuve gibi sinemacıların çıkıp bu uyarıyı ekrana taşımasının zamanı geldi de geçiyor. Umalım da bu uyanış çok geç olmadan gerçekleşsin.
Kaynak: Alt Sinema