SAVAŞIN YIKIMI başlıklı panelde vicdani retçi Vedat Zencir’in söyledikleridir.
NEREDEN BAŞLIYALIM.
Sivas’tan mı, Maraş’tan mı, 77 1 Mayısı’ndan mı, Cizre’den mi, Suruç’tan mı, Ankara’dan mı, Hrant’tan mı, Ayşe’den mi, Mesut’tan mı, Berna’dan mı… Ali’den mi, vahşete yüreği dayanamayan Gülşen’den mi?
Nereden başlayalım… Acıların hiç eksilmediği bu toplumda, acılar hiç bu kadar üst üste gelmemişti.
Sanki hesabını soramadığımız, katillerini yargılayamadığımız, yüzüne tükürüp teşhir edemediğimiz her katliamın ardından, her seferinde daha da fazla büyüyerek yeni katliamlar yaşamaya devam ediyoruz.
Batıda, çok az sayıda namuslu ve vicdan sahibi insan, kokuşmaya başlamış bu toplumun bütün zavallılıklarını ve günahlarını üstlenircesine bu ağır yükün altından, birbirlerine dayanarak kalkmaya çalışıyor.
Kürdistan’da durum farklı. Orada acılara neredeyse bütün toplum hep birlikte göğüs geriyor. Çünkü orada yıllardır sistematik olarak süren kıyım ve katliam karşısında insanların kaybedecek bir şeyleri kalmadı. Bir tek onurları var kalan, onu da almaya çalışıyorlar. Alamadıkça çıldırıyorlar, vahşileşiyorlar…
Aynı şey Batıdaki bir avuç insan için de geçerli. Onların herşeye rağmen direnmesi ayakta kalması, ruhunu şeytana satan diktatör bozuntusunu ürküttüğü gibi, yalakalarının aşağılık komplekslerini depreştiriyor.
Bugün direnen zulme boyun eğmeyen her insan, zulmün askeri olmuş zavallılar tarafından yok edilmesi gereken birer düşman olarak görülüyor.
Onun için onların vahşette sınır tanımazlığına, nefretlerinin korkunçluğuna şaşırmayalım.
Hiç bir insan ama hiç bir insan kendinden ölesiye nefret etmiyorsa, öldürdüğü bir insanı panzerin arkasına bağlayıp sürükleyemez. Nefret ve kin, kişilik ve kimlik aczinin en trajik göstergelerinden biridir. Ne yazık ki bir türlü yetişkinliğe erişemeyen bizimki gibi toplumlarda en kolay üreyen ve kısa sürede yerleşen bu duygu oluyor.
Kendisi olmayanlar ötekisiz yapamazlar. Nefretten beslenenler düşmansız yaşayamazlar. Onun için saraydaki ile Ankara’da bombayı koyan arasında hiç bir organik bağ olmadığını kabul etsek bile, en iyimser şekilde aralarında duygu bağı olduğu kesin.
Onlar her bir cana kıydığında kıyılan canlar inadına barış, inadına özgürlük demeye devam ediyor. Tükenmiş benlikler zavallı kişilikler her kıydıkları canda kendi aczlerini büyütüyorlar. Onun için bu kadar vahşiler. Onun için bu kadar acımasızlar. Onun için bu kadar sevgisizler.
EMİN OLUN BİZİM DOKUNDUĞUMUZ GİBİ DOKUNAMIYORLAR.
Biz birbirimize dokunduğumuzda birbirimizin yaralarını sarıyoruz.
Onlar dokunamıyorlar.
Onlar öldürüyorlar. Öldürdükçe yalnızlaşıyorlar. Öldürdükçe korkaklaşıyorlar.
Ben Cizre’de anladım zulme karşı direnenlerin düşmanlaşmadığını. Üniformayla içindekinin ayırılabildiğini. Acıyla yüzleşenlerin acıyı ortaklaştırdığını.
Anladım ki ancak boyun eğenler boyun eğdirmeye çalışıyor.
Ve anlamıyorlar, sanıyorlar ki zulmün şiddetini artırırlarsa boyun eğdirecekler.
Tıpkı bizim onları anlamadığımız gibi onlarda bizi anlamıyorlar. Biz ve onlar diyorum. Sakın ola ki yanlış anlaşılmasın, moda terimle ötekileştirme yapmıyorum. Her zamanki gibi kibarlığımı muhafaza ediyor ve anlamaya çalışıyorum.
Belki iyi ile kötü arasında bir ayrım yapıyorum.
Bana hislerim ve tecrübelerim şunları söyletiyor: Türkiye’deki hangi faşist duygunun altını kazırsanız kazıyın, horlanmış aşağılanmış bir kimlik ya da bir azınlık geçmişini bulacaksınız.
Ben Arnavutum. Bu duygunun ne olduğunu en hafifinden yaşamış bir insan olarak iyi biliyorum. Baba tarafım 1930’ların sonlarında göç etmişler. Babamın ana dili Arnavutca olmasına rağmen anlıyor ama konuşamıyordu. Ama Türkçeyi çok iyi konuşuyordu. Annem hala bilir. Geçmişte bizim aile bireyleri sıkıştıklarında anında ikinci dile geçerlerdi. Aile kalabalıksa evde Arnavutça konuşuluyorsa volüm artar, herkese nedense bir özgüven gelirdi. Yıllar sonra benim akrabalarımın çoğu Kürt düşmanı oldu. Bir zamanlar ikinci dile geçtiklerini çok çabuk unuttular. Bu gün ikinci dile geçenleri hazmedemiyorlar, aşağılıyorlar.
Babam müteahhit olmasına rağmen bir tek kendine ev yapmadı; bir türlü yerleşemedi. Senede en az bir ev değiştirirdik. Bugün bu konuşmayı hazırlarken babamın ruhunun Makedonya’da kaldığını anlıyorum. Onun güvensizliğine, kaygı eşiğinin yüksekliğine dair her şey, yerli yerine oturuyor.
Çok kültürlü çok dilli, çok ırklı, eski Yugoslavya. 1980’’de gittim. Baba tarafında akraba kalmamıştı. O zaman için ikinci kuşak dayılarımın yaşadığı Priştina’ya bağlı Vuctirn kasabasına ve Mitrovica şehrine gittim. Herkes en az üç dil biliyordu. Her dilde gazete ve halkların nüfuslarına göre televizyonda o dilde yayın hakkı vardı. Ana dilde eğitimden söz etmeye bile gerek yok. Marksizmi, sosyalizmi biliyorlardı. Ama bir ay içinde dehşetle anladım ki bütün kesimlerde inanılmaz bir milliyetçilik hakimdi. Arnavutlar Türkiye’ye ve bir Tiranın yönettiği Arnavutluk’a hayrandılar. O günlerde bile bir iç savaşın yaşanacağı o kadar belliydi ki. Sonra komşular akrabalar birbirini öldürdü. Ne oldu? Her şey daha mı iyi? Bu gün Mitrovica’nın bir bölümü Sırp, bir bölümü Arnavut. Gerilim sürüyor. Bosna Hersek savaştan ve katliamlardan yeni çıktı. Avrupa’da yolsuzluğun ve rüşvetin en fazla olduğu ülke.
KÜRTLERDEN NİYE BU KADAR NEFRET EDİYORUZ…
Söyleyelim: Onların kimlik mücadelesi bu memlekette sindirilmiş herkesi hem rahatsız ediyor, hem de hafızalarına gömdükleri korkularını hatırlatıyor.
Ve o korkular katillerin yanında saf tutmaya neden oluyor.
Vahşet her zaman daha çok içeridekini değil dışarıda kalanı korkutur. Savaşın ve şiddetin amacı çoğunlukla muhatabına değildir. Amaç, seyirciye, çoğunluğa korku salmaktır. Ve ne yazık ki muktedirler genelde istediklerini elde ederler.
Cizre’de korkunç bir katliamın ve sekiz gün sokağa çıkma yasağının ardından, orada korkunun egemen olmadığını şaşkınlıkla gördüm. Sonra kendi kendime mırıldandım, asıl korkan biziz herhalde diye. Bir gariplik vardı. Kocaman bir soru işareti.
Ankara’da anladım. Ne zaman ki dostlarınızın yoldaşlarınızın parçalanmış bedenlerinin arasından yaralılarınızı taşıyorsunuz. Ne zaman ki ölümle Berna’nın gözlerinde yüzleşiyorsunuz. Artık kaçabileceğiniz bir yer kalmıyor.
Ben kendi adıma artık ölümden eskisi gibi korkmuyorum. Bundan sonra korkacağım tek şey dostlarımı yoldaşlarımı, hatta komşumu şu ya da bu nedenle yalnız bırakmak olur.
ÖLÜM BENİ ÖLDÜRMEZ.
Ama yaşarken kaçmak, imtina etmek beni öldürür.
Ankara’daki katliamı yaşadıktan sonra artık hiç kimseyi bir yere çağırmam. Çağıramam. Şiddetin bende elde ettiği tek şey bu olabilir. Çünkü çağırdığım insanların başına bir şey gelseydi o yükü taşıyamayabilirdim. Bundan sonra her eyleme, gücüm, zamanım ölçüsünde giderim ve dostlarımın bana yaptığı gibi sadece şuraya gidiyorum derim.
Bayramda küçük bir grup olarak Suruç, Cizre ve Diyarbakır’a gitmiştik.
Suruç’tan ve Cizre’den sanki ayağımızı sürüyerek geldik. Sanki oradan buraya ölümleri taşıyarak geldik.
Giderken de gelirken de aslında her şey o kadar açıktı ki. Yıldız, bir kadın olarak yaşananları şöyle tarif etmişti: “Biz bir salonda oturuyoruz. Oturma odası Cizre. Ateş topuna dönmüş durumda ve biz kapıyı açmıyoruz. Uzak gibi davranıyoruz. Açmazsak yangın salona gelmez diye düşünüyoruz”.
Kapıyı açtık. Oturma odası Ankara Garı’ymış. Dostlarımızın bedenleri kollarımıza düştü. Ev diye bir şey kalmadı. Evimizin her yeri yangın yeri.
Hala insanlar deve kuşu misali, görmezse, duymazsa, yangını söndürmeye çalışmazsa, yangının ondan uzak kalacağını sanıyor. Oysa ki yangın, onlar uzak kaldıkça onların evlerine ailelerine doğru hızlı bir şekilde ilerliyor.
Benim iş yerimde bir Suriyeli çalışıyor. Ona sordum ne zaman kaçmaya karar verdiniz diye. Karşı komşunun evine bomba düştüğünde diye cevap verdi. Peki dedim anlamadınız mı? Valla her şey yolunda gibiydi, bir şey olmaz diye düşündük. Ölüm bir saniyede geliyor. Ve bir gecede sığınmacı olabiliyorsunuz.
Aynı şekilde bir arkadaşım, Suriye’de her şey yolundayken tanıdığı Suriyeli bir tüccardan bahsediyor. “Ben ona anlatamadım” diyor arkadaşım, “iç savaşa sürüklendiklerini ve en azından ailesi için tedbir alması gerektiğini. En son Türkiye’de ailesi ile birlikte berbat bir durumdaydı. Elimizden gelen yardımda bulunduk”.
Şimdi ben arkadaşıma en azından ailesi için tedbir alması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Anlatabiliyor muyum? Hayır.
O bana sürekli şunu söylüyor. Çok riske giriyorsun kendine dikkat et. Riske giren insanlar, herkesin hayatının şu ya da bu şekilde zaten riskte olduğunu anlatamıyor; anlatamıyoruz…
Yanılmıyorsam Camus’nun bir araştırmasıydı. Ölüm mahkumlarının, darağacına ya da elektrikli sandalyeye giderken neredeyse hiç bir direniş göstermemelerinin nedenlerini sorguluyordu. İşte şu anda bizim toplumumuz tam da buna benzer bir konumda. Sanki bütün topluma bir ilaç verildi, hep beraber tıpış tıpış darağaçlarına doğru ilerliyoruz.
İktidar hırsının delirttiği bir manyak, bütün toplumu önüne katmış kendisi ve çevresi de dahil olmak üzere herkesi uçuruma doğru sürüklüyor. İşin ilginç yanı şu anda o uçurumdan düşen düşene. Hala toplumun geneli sessiz, korkak ve kötülükten medet umar halde.
Ne yazık ki bu toplumun geneli, kendi çocuklarının hayatını, geleceğini savunmaktan korumaktan aciz.
Her gün ölseler de öldürülseler de çocuklarımızı savaşa kurban veriyoruz. Ve bizim çocuklarımız öldürülürken, cenazelerin kefaretini üstlenmeden taşımaya devam ediyoruz. Onların hayatından gasp ettiğimiz zavallı çaresiz bir hayatı sürdürmeye zorlanıyoruz.
Bırakın başkalarının dertlerini ve sorunlarını görmeyi, duymayı, kendine hayrı olmayan milyonların değişimini, dönüşümünü beklemek ne yazık ki kısa vadede pek de mümkün görünmüyor. Çünkü bu toplum, Kürtlerin büyük bölümü ve sol muhalif kesimler hariç, kendi çocuklarının ölüme sürülmesinin, öldürülmesinin hesabını hiç soramadı. Bu toplum yıllardır kayıp çocuklarını inatla arayan Cumartesi annelerini yalnız bıraktı. Onları yalnız bıraktıkça kendi çocuklarını kaybetmeye devam edecekler.
Ama benim, kendimi de, kendi çocuğumu da, dostlarımı da, yoldaşlarımı da kaybetmeye niyetim yok!
Bu arada biz, cenazelerimizi kaldırmayı da öğrenmeye başladık. Nerdeyse ilk defa ritüellerine saygıda kusur etmediğimiz büyük cemaat, başka cemaatlerin, başka inançların da olduğunu görmek zorunda kaldı. Ölülerimizin arkasında namaza duran da durmayan da aynı saftaydı. Dostlarımızı alkışlar arasında uğurlarken, korkularımızı, ayıp olmasınlarımızı da toprağa gömdük.
Ben herşeye rağmen umutsuz değilim. Kastım, toplum, çoğunluk falan değil. Ben kendimden umutsuz değilim. Dostlarımdan, yoldaşlarımdan da umutsuz değilim.
Bize daha ne yapabilirler? Her şeyi yapabilirler. Ama ben biliyorum. Sindiremezler! O eşik burada da aşıldı.
Cizre’de insanların onca acılarına rağmen, insanı sarıp sarmalayan öylesine dokunuşları vardı ki. Orada adını koymuştum ama Ankara’dan sonra dostlarıma sarıldığımda, onlar bana sarıldığında, nasıl bir duygu olduğunu ancak o zaman anladım. O duygu sizi ayakta tutuyor ve güçlü kılıyor.
Her şeye rağmen bir Kürt yoldaşınız “biz ölseydik, biz ölmeyi biliyoruz… Siz ölmeseydiniz” diye yanınızda ağlıyorsa, bizim yıkılmaya hakkımız da yok, yıkılma lüksümüz de yok. Ben oğlunun babası, can dostu Ali’yi toprağa verirken Emel’in duruşunu gördükten sonra umutsuzluğa kapılamam… Geri duramam, sakınamam…
Savaşın yıkımı bu… Normalite adına ne varsa sizden alır götürür. İşinizi, gücünüzü, okulunuzu, tatilinizi… “Hadi şöyle büyük bir pazar kahvaltısı yapalım” diye düşünemezsiniz. Geleceğe ait planlar yapamazsınız. Hayat hızla, sadece ayakta kalma, hayatta kalma mücadelesine dönüşür; nefret ve düşmanlık olmazsa olmaz bir parçanız haline gelir. Dün beraber yemek yediğiniz komşunuz, hatta ailenizden biri düşmanınız haline gelebilir. Ve bütün bunlar o kadar hızlı olur ki nereden nereye savrulduğumuzu, ancak iş işten geçtikten sonra anlayabiliriz.
Nefes aldığımız, konuşabildiğimiz, toplanabildiğimiz her an çok kıymetli. Şu an Suriyeli dostumuz Sawsan ile aramızda önemli bir fark var… Zaman ve mekan farkı var… O, yaşadığı yıkımı burada anlatmak durumunda kaldı. Çünkü kendi topraklarında anlatma imkanı yok.
Söyleyeceğim fantezi gibi gelebilir. Demokrasi adına, özgürlük adına, barış adına elimizde tutabildiğimiz ne varsa hepsi çok değerli. Uğruna mücadele verdiğimiz değerlerimiz ve yapabildiğimiz her şey çok önemli.
Ben herşeye rağmen umutsuz değilim. Çünkü Ankara’da İnadına Barış, İnadına Özgürlük diye buluştuk. Katliamın ardından neredeyse, her cenaze aynı sloganlarla, aynı güçle defnedildi…
Bu bizim meşrebimiz. Onların bize yaptıklarını biz onlara yapamayız. Biz, bir katilin soğukkanlılığında asla olamayız. Ama direndiğimiz yerin derinliğini, kendimize bakarak daha iyi anlayabiliriz
Unutmayalım, bizim ellerimiz kansız olduğu için birbirimize dokunabiliyoruz. Ve ellerimiz kansız olduğu için ellerimizi hala diğerlerine uzatabiliyoruz.
Ben her şeye karşın umutluyum. Umut etmeyi Cizre’de, İstanbul’da kurulan yeryüzü sofralarından öğrendim. Ben umut etmeyi kurşunlarla delik deşik edilmiş evlerde misafir ağırlayan Cizrelilerden öğrendim.
Ben bir vicdani retçiyim. Devletten ve toplumdan bir şey beklemek pek adetim olmadı. Hayata dair bir ilkeniz ve duruşunuz varsa bunun devlete ve topluma rağmen korunabileceğine hep inandım. Bireysel irade aşığı değilim, politik alanı hiç küçümsemem. Ama bu zor günlerde tek tek kendimize kendi yapabilirliklerimize dönmemizin bize iyi geleceğini düşünüyorum.
Dolayısı ile kimse kimseyi beklemesin. Şöyle mi olur, böyle mi olur diye hesap yapmayalım. Hesap yapacak dönemi çoktan geçtik. Çocuklarımızın hayatlarına tek tek de olsa sahip çıkalım.
Ben kendi çocuklarını öldüren bu devlete askerlik yapmadım. Askerlik çağı gelmiş bütün gençlere sesleniyorum: Askere gitmeyin! Benim oğlum henüz askerlik yaşına gelmedi. Geldiğinde onu askere göndermem.
Annelere, babalara sesleniyorum: Çocuklarınızı askere göndermeyin! Askerde olanları da ilk fırsatta geri çekin. İzne geldiklerinde geri göndermeyin. Buna hakkınız var. Çocuklarınızın hayatını korumaya hakkınız var. Onların hayatını bir caninin insafına bırakamazsınız.
Biz çocuklarımızı sokakta bulmadık. Onları emek emek büyüttük. Kendi çocuklarını askere göndermeyenler hangi fütursuzlukla hangi edepsizlikle bizim çocuklarımızın hayatını gasp etme yetkisini kendisinde görebilir.
Ölen çocuklarımız kahraman değil. Ölen çocuklarımız şehit değil. Onlar bizim biricik varlıklarımız. Unutmayın, onlar son kertede Erdoğan’ı değil, annelerini çağırarak ebediyete intikal ediyorlar.
Gerilla anne babalarına sesleniyorum: Diliniz dilimizdir… Irkınız ırkımızdır… Renginiz rengimizdir… Kültürünüz kültürümüzdür…
Çağırın çocuklarınızı dağdan.
Hep beraber yüreğimiz temiz, ellerimiz kansız çıkalım katillerin karşısına.
https://www.facebook.com/yavuz.atan.96/posts/10153694377513390