19 Ekim 2016
Roboski katliamının 4. yıl dönümünde vicdani ret çağrısı yaptığımız gerekçesiyle ben ve Roboski ailelerinden vicdani retçi Necdet Encü hakkında ‘halkı askerlikten soğutmaktan’ dava açılmıştı. Davanın birinci duruşması 3 Mart 2016 da görülmüş, ikinci duruşma ise 26 Mayıs 2016 tarihinde yapılmıştı. Mahkemeden esasa ilişkin savunma hazırlayabilmek için süre istemiştik bu yüzden mahkeme üçüncü duruşmaya 20 Ekim 2016 tarihini verdi. Bu yüzden önümüzdeki perşembe ‘Halkı askerlikten soğutmaktan’ yine yargı önüne çıkacağız.
Savaş karşıtı, barış sever bir anti militarist olarak, hangi süreçten geçersek geçelim tavrımızdan milim adım bile geri atmayız. Hele hele bugün tavrı en net olması gereken kesim bizleriz ve gücümüz yettiği kadar militarizme ve onun getirdiği sonuçlara karşı durup mücadele vereceğiz. Bu minvalde Uludere Asliye Ceza mahkemesine hazırladığım savunmamı kamuoyu ile de paylaşmak istedim.
ULUDERE ASLİYE CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA
Kısaca benim militarist geçmişim ve anti-militarist dönemime geçiş sürecim…
Daha önce mahkemenize kendi geçmişim ile ilgili bilgilendirme yaptığımı hatırlamıyorum. Bu yüzden kısaca militarist sistem ile bağlarımı ve nasıl anti-militarist olduğumu anlatmak isterim. Ben Samsun’un Bafra ilçesinde doğdum ve askerliğe gelinceye kadar Bafra dışına bir iki seyahat dışında nerede ise çıkmadım. Bizim oraların yakın tarihine baktığımız da pek de hoş şeyler ile karşılaşmayacağımızı sizde biliyorsunuzdur. Bunun son örnekleri ise Ogün Samast ile Hrant dink cinayeti ve Trabzon’da ve Samsun’da hiristiyan din adamlarına saldırılar ile görebilirsiniz. Bu gençler biz 90’lı yılların sıcağın da birçok kirli şeye bulaşmış olanların alt kuşaklarıydı. Bizler de belki Abdullah Çatlılarının bir alt kuşağıydık.
Bugün belki olmasa da hükümet bizim gibilerin 1937-38 dersim katliamında neler yaptığını kabul etmiş, yüzleşme için bir kapı aralamıştı. Hatta bu durumu daha yakın tarihe çekerek 80 darbecileri ile yüzleşmek için referandum dahi yapılmıştı. AKP Hükümetleri belki de bu zamana kadar hiç kimsenin yakalayamadığı tarihi bir fırsat yakalamıştı. Sol’un da bu anlamda bir kısmının desteğini dahi almıştı, işte ‘Yetmez ama Evet’ çiler bu kesimi ifade ediyordu. Hep beraber bu sürecin nasıl elimizden kayarak kaçıp gittiğinin canlı şahitleriyiz.
Ben hesaplaşılmayan 80’li darbeci yılların ürünü faşist kafatasçı bir birey olarak Bafra’da şekillendikten sonra askerlik dönemim geldiğin de yine bugün devlet politikası olarak düşündüğüm birçok Karadenizli gibi doğu’ya savaşa askere gönderildim. Gerçi o dönemde bu durumdan hiç de şikayetçi değildim, hatta bilakis ben de savaşmaya gitmeye can atıyordum. Nasıl bir sürecin parçası olacağımızı bilmeden yangın yerinin ortasına düştük. Sonrasını da ben anlatırım da buna zamanımız yetmez fakat o süreçte neler yapıldığını, savaş ve insani hukuk nasıl ayaklar altına alındığını bilmeyen yoktur. Bizim coğrafyamızda Kürt halkına karşı yürütülen savaşın nelere yol açtığını hepimiz iyi biliyoruz. O dönemin kirli savaş konsepti günümüzde ki birçok sorunun nedeni olduğunu söyleyebilirim. Tabi bu durumun daha da ağır arka planı var ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan daha önceki süreçlere gittiğini bugün rahatlık ile söyleyebiliriz. Belki bu durumdan rantlanan yani savaş sürecinden rantlanan kesimlerin işine geldiği için bu durumdan hiç rahatsız olmayabilirler. Benim için böyle bir durum söz konusu değil, Kürt halkına karşı yürütülen savaşa sadece ezber ve yanlı bilgiler yüzünden dahil oldum. Yine bu ezber bilgiler yüzünden o dönem kendimi Türk milliyetçisi MHP’li olarak adlettim. PKK ile mücadele adı altında aynı bugün olduğu gibi Kürt halkına karşı görülmemiş nefret ile kirli bir savaş yürütüldü. Ben o dönem asker olarak Şırnak bölgesinde yürütülen kirli savaşın bir parçası oldum. Belki bugün adil bir yargılama olsa tüm özürlerin dışında o süreçteki suçlarımızdan dolayı uzun bir hapishane süreci bizi bekliyor olurdu. Fakat böyle bir durum olmadığı gibi, bugün bizim 90’lı yıllarda işlediğimiz bir çok insanlık ve savaş suçu işlendiğini yine üzülerek bu bölgede yani Şırnak’ta yaşayan biri olarak görmekteyim.
Tüm bu süreçleri görüp hiç kendini özeleştiriye tutmayan kişi ancak tam bir taş olabilir diye düşünüyorum. Çünkü tüm bu yaşananlar karşısında taş olsa orta yerinden çatlardı. Ben de doğal olarak kendimi uzunca bir süreç alacak fakat Irkçı-militarist olarak başladığım bu hayatta ki yolculuğuma antimilitarist şekilde devam edecek bir özeleştiri sürecine tabi tuttum. 90’lı yılların sonundan itibaren halkların ve inançların canına okuyan savaşlara karşı tutum alarak anti militarist ve vicdan retçi oldum. Bu durumu anlamak zorundasınız, bu durum mesai saati gibi değil yani cezalandırmalara tabii tuttuğunuzda bu durum geçmiyor, ya da bu cezaların sonucu bizleri hapishanelere koyduğunuz da hiçbir şekilde bu durum değişmeyecek. Bazı insanlar şanslıdır koşulları uygun olduğu için sadece okumak sureti ile öğrenirler, bazı insanların doğduğu yeryüzünden böyle bir şansı olamaz ve benim gibi kötü deneyimler sonucu bir şeyleri bilince çıkarır. Bugün cansiperane çırpınışım ve mücadelem hiç kimse benim yolumdan geçerek savaşların militarizmin kötü olduğu sonucuna ulaşmasın, o günün kötü deneyimleri bugün yaptığım şeyleri önüme insanlık sorumluluğu olarak koyuyor. Bugün anti-militarist savaş karşıtı mücadele yürüttüğüm yerde olmamı sağlayan şey işte geçmiş kötü deneyimlerim olduğunu size rahatlıkla söyleyebilirim. Kısa bir geçmiş okumasından sonra sürekli aynı durumdan yargılanmamıza neden olan halkı askerlikten soğutma suçu denilen şeye kısaca bakalım.
Avrupa konseyi Bakanlar Komitesi bu konu da 2011 tarihinden itibaren Türkiye devletinin adım atmasını bekliyor.
Türkiye devleti kendisinin de bağlı olduğu Avrupa konseyi ülkelerinin de vicdani retti tanımayan bir iki ülkeden biridir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AKBK) 2011 eylül ayı toplantısında, vicdani retçi Osman Murat Ülke’nin Türkiye’ye açtığı ve kazandığı dava üzerinden hazırladığı raporda, Türkiye’nin aralık ayına kadar vicdani ret hakkı ile ilgili atacağı adımları belirlemesini istemişti. O dönemden beri Türkiye sürekli vicdani ret konusunda bir şeyler yapacağı taahhütünü veriyor. Fakat yargılanmamızdan da görüleceği üzere Türkiye devleti bu konu da hala bir adım yol almış değil, peki o dönemden günümüze yol alamadığımız TCK 318 madde yani Halkı askerlikten soğutma suçu denilen garabete birlikte bir bakalım istiyorum.
Halkı askerlikten soğutmak diye bir suç olamaz, halkı askerlikten soğutmak suçlaması varlığını asıl vicdan rettin hak olarak tanınmamasından alır.
Halkı askerlikten soğutma suçu: TCK md. 318, “(1) “Askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik veya telkinde bulunanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.” (2) fiil, basın ve yayın yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır.’’ diyor.
TCK madde 318’in Anayasa’da var olan Anayasanın 2. maddesi yani hukuk devleti olması, Anayasanın 25. maddesi düşünce ve kanaat hürriyetini, 26. maddesi ise düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini güvence altına alması, Anayasanın 13. maddesinin Bu minvalde, TCK’nın 318. maddesinin Anayasanın 25. ve 26. maddelerinde güvence altına alınan temel hak ve hürriyetlere getirilmiş bir sınırlama hükmü niteliğinde olabileceği düşünülecek olsa dahi Anayasanın 13. maddesinde öngörülen sınırlama nedenlerinin hiç birine de uymadığı, Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu kararlarda da görülebileceği gibi “özgürlükler ancak; istisnai olarak ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlanabilir.
Demokratik hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük kısıtlamalarının bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeye vardırmaması gerektiği, Atılı suçun maddi unsurunun ‘Askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik veya telkinde bulunmak’ olduğu düşünülecek olursa; ceza kanunu tarafından yasaklayıcı sonucu doğuran fiilin neyi kapsadığının açık olmadığı da ortaya çıkacaktır. Hukuken üzerinde uzlaşı sağlanamamış ‘teşvik’, ‘telkin’, gibi ifadelerin bireyin temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına sebebiyet verecek şekilde yorumlamaya cevaz verecek olması ihtimali -aşağıda belirtilecek başka gerekçelerle de- kanunun lafzının açık ya da belirli olmamasından ileri gelmektedir.
Bilindiği üzere, ceza hukukunun en kadim ilkelerinden olan ve Anayasanın 38. maddesinde de hüküm altına alınmış olan ‘kanunilik ilkesi’, ‘suç ve cezaların açıklığı/belirliliği ilkesini (lex certa)’ zorunlu kılar. “Suçun unsurları, suç karşılığında verilecek ceza, ağırlatıcı nedenler yasada açıkça belirlenmiş olmalıdır. Aksi takdirde yapılan hareketin suç oluşturup oluşturmadığı konusunda tereddüde yer verir ve bundan suç ve cezada keyfilik doğacağından (Centel, Zafer, Çakmut; Türk Ceza Hukukuna Giriş, s.56, İstanbul, 2005)”. Ayrıca TCK md. 318, dosya içinde mevcut beyanlarımız ve yukarıda izah edilen gerekçelerle usulüne göre imzalanıp yürürlüğe konulmuş uluslararası insan hakları hukuku sözleşmeleri ile bu sözleşmelerin uygulanmasına dair kararların içeriğine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Dolayısıyla Anayasa md. 90/son ile hüküm altına alındığı üzere bu düzenlemelerin iç hukukta doğrudan uygulanması ilkesi TCK md 318 ile ihlal edilmekte ve Anayasaya aykırılık ortaya çıkmaktadır.
Avrupa konseyi Bakanlar komitesinin 2011 eylül ayı toplantısında Osman Murat Ülke’nin davası üzerinden hazırladığı raporun ardından başlayan ve her sene aralıksız belirttiği üzere ve ayrıca Türkiye devletinin altına imzalar attığı uluslararası belgeler gereği de, anayasa md. 152 gereğince Anayasaya aykırı olup iptali gereken 6549. Sayılı yasanın 13. Maddesi ile değişik 5237 sayılı TCK’nın 318. maddesi Anayasa Mahkemesi’ne götürülmeli ve bu kanun maddesi kaldırılmalı, bu durum ile de yetinilmeyerek aynı şeyden sürekli yargılanmamız ile ortaya çıkan mağduriyetimizin asıl kaynağı olan Anayasa’nın 72 maddesi : – Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir maddesi ve ayrıca 21 Haziran 1927 günlü 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nda “Askerlik hizmeti Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her erkek için zorunludur” diyen askeri kanununun ortadan kaldırılarak veyahut revize edilerek vicdani ret düzenlemesi gerekmemektedir.
Yukarıda açıkladığım üzere böylesi kanunların bir kısmını anayasal zorunluluk gereği olarak yargı gidermek zorundayken, diğer kısmını ise yasama ve yürütme organlarının yapması gereken şeylerdir. Tüm bunlar olup biterken yaşam devam edecek ve biz vicdani retçiler, savaş karşıtları, anti-militaristler, inancımız, politik düşüncemiz, ahlâki tutumumuzdan dolayı yürütülen savaşlara karşı sesimizi yükseltmeye ve hiçbir militarist organizasyonun silahını kaldırmamaya devam edeceğiz.
Bu ara dönem de mahkemeler ve yargıçlar pek alışık olmasak da var olan yasaları daha güvenlikçi değil, daha özgürlükçü yorumlarsa, yaşamımızın uzun bir bölümünün mahkemelerde geçmesini önlerken, Türkiye’nin geleceği için de olumlu adım atarak belki bir nebze de olsa siyasetçileri bile cesaretlendirmiş olurlar. Mahkemeden şahsım adına istediğim bir şey yok, çünkü yukarıda belirttiğim gibi ben halkı askerlikten soğutmak diye bir suç olabileceğine inanmıyorum.
Kaynak: Demokrat Haber