Mertcan Güler: “Bu sistemin askeri olmayacağım”

2017’nin sonuna doğru ülkeyi terkettim. Şu an Almanya’da ikamet etmekteyim ve o zamandan beri Türkiye’ye geri dönmedim. Sosyal medyada yazdıklarım yüzünden hakkımda dava ve soruşturmalar açılıyor.

1 Déc 2020, Ercan Aktaş
Mertcan Güler kimi sosyal bilimcilerinde ifadesi ile bir „Z Kuşağı“ bireyi. Benim üniversite öğrencisi olduğum Türkiye‘nin o „karanlık“ zamanlarında, 1992 yılında orta halli, Mersinli, Müslüman, Türk bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Ben bu tarihlerde marksist leninist ideoloji ile Kurdistan merkezli Türkiye ve oradan da Ortadoğu devrim perspektifi ile mücadele eden Kürt Özgürlük Mücadelesi‘nin aktif bir militanıydım.

Beyaz Toroslar‘ın sokak ortalarında muhalif ve de Kürt olduğu için siyasetçi, gazeteci, öğrenci, iş insanı kaçırdığı ve günlerce sonra bir yol kenarında bu insanların cesetlerini bulduğumuz zamanlardı. O günlerden bugünlere çok şey değiştirmek için çırpınıp duran çok güzel insanlar vardı. O günlerden bu günlere „beyaz toros“ların yerini „siyah ranger“ların alması dışında başka neler değişti geniş bir tartışma konusu, buna burada girmeyeceğim.

O zamanalarda Kürt olduğun, Alevi olduğun, emekçi bir aileden geldiğin için yaşananlar seni daha çabuk yakar ve hızlıca öğrenme ve devletin şiddeti ile de tanışma durumunda kalırdın. Şimdi bu süreçlerin bir parçası olmamış gençler, güzel vicdanlı çocuklar „ben bu düzene hayır diyorum“ diyorlar.

Demekki; Onca devlet şiddeti, baskı politikaları çok da işe yaramamış. Unutturmak istedikleri ne kadar yoksunluk ve acı var ise her gün biraz daha bir sarmaşık gibi onların etrafını sarıyor. İşte onların/birilerinin çok da görmek istemediği bu gerçeği bir kişi özelinde bir kez daha okuyacağız.

Bu kişi bir başak, bir tarla başağı, bir başına ne yapabilir ki? Diye düşünebiliriz, ama bu bir başak başka başaklar ile bir araya geldiğinde belki bu kez bize çok başka şeyleri fısıldarlar; „boşuna yaşanmadı bunca acılar…“

İşte şimdi sözü bu başaklardan birisine bırakıyorum:

—————————————————————————-

“Bu sistemin askeri olmayacağım”

Mertcan Güler’in Connection e.V. (Ed.) : Newsletter “KDV im Krieg”, 2020 Kasım sayısında yayınlanan açıklaması.

05.10.2020

Vicdani reddimdir.

İsmim Mertcan Güler. 1992 yılında Mersin’de dünyaya geldim. Henüz 3 yasındayken anne ve babam ayrıldılar. Beni büyüten babam ve babaannem, Atatürkçü tipik Türk insanıdır. Hikayemi kronolojik sıraya göre anlatacağım.

Askere gitmeyi reddetme meselesi daha çocukken ve aklım ermezken başladı. Altı yaşında babaanneme askere gitmek istemediğimi söylediğimi, babaannemin de benim zamanıma kadar zorunlu askerliğin kalkacağını söylediğini hatırlıyorum. 20 seneden fazla oldu ve Türkiye’de zorunlu askerlik hala var.

Üniversite eğitimime kadar her Pazartesi sabahı okuldan önce ve Cuma akşamı okul çıkışı İstiklal Marşı’nı ve Andımız’ı okumak zorundaydık. “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” ile başlayan bir marşı eğitim süreci boyunca okutan Türk devleti, çocukların zihinlerini tüm eğitim süreci boyunca arka planda militarizm ve faşizmle dolduruyordu.

Benim zamanımda, özel okula gitmeme rağmen tarih derslerinde ağırlıklı olarak Osmanlı ve Atatürk işlenirdi. Şimdi durum nasıldır, düşünmek bile istemiyorum.

Tarih ve politikaya ilgim, lisede Nazi dönemini keşfetmem, ve tarihteki önemli meseleleri araştırmamla başlamıştır. Bu araştırmalarım esnasında, babam zaman zaman yanıma gelir, bildiklerini benimle paylaşırdı.

Bu araştırmalarım, üniversite eğitimimin başlangıcına kadar sürmüştür. Tecrübesizliğime rağmen hükümetin yanlış yaptığını ve dinci bir hükümet olduğunu düşünüyordum. Ve seküler biri olarak bu beni itiyordu. Beni İslam’dan uzaklaştıran ve onu eleştirmeye iten şey AKP’nin islamcı politikalarıdır. İslam’ın başa geldiğinde ne kadar despot olabileceğini sadece görmedik, aynı zamanda yaşadık. Buradan, bana gerçekleri gösteren AKP’ye bu sebepten teşekkür etmek istiyorum.

Üniversite eğitimim esnasında, 2013 senesinde Gezi eylemleri meydana geldi. Politik olarak ilk girişimlerim ve fikirlerimin oturması bu dönemde başlamıştır.

Nasıl başladığı hala dün gibi aklımda. 28 Mayıs akşamında bir arkadaşımla oturmuş bira içiyor ve internette geziniyorduk. Twitter’da birdenbire Taksim Meydanında taraftarların eylem yaptıklarına dair bir video gördük. Baskıdan bunalan genç jenerasyon olarak, bir anda hükümetin sonunun geldiğini düşünmüştük. Burda bahsettiğim “baskı”; hükümetin islamcı/muhafazakar politikaları, insanların hayat tarzlarına karışılması ve dinci tarikat ve cemaatlerin el üstünde tutulması meselesidir.

Sonraki günlerde; İstanbul’daki polis terörüne dair videolar, resimler ve yazılar internete yüklenmeye devam etti. Sivillere karşı uygulanan şiddet ve terör korkunçtu.

Bizi ve diğerlerini bu noktada harekete geçiren şey; hükümetin gayet normal ve hatta politik olmayan insanlara karşı tavrıydı. Ve bunu sadece kendi istediğini hayata geçirmek için yapıyordu.

Protesto etmek, temel insan hakkıdır. Fakat Türkiye’de temel insan hakkını kullanmak ve protesto etmek isteyen biri, protesto ettiği şey Erdoğan rejiminin çıkarlarına ters düştüğü taktirde polisler tarafından tartaklanabilir, üzerine biber gazi boşaltılabilir, kafasına gaz bombası atılabilir, yüzüne plastik mermi sıkılabilir ve hatta yasal kurşunların hedefi olabilir. Ayrıca keyfi olarak gözaltına alınabilir, orada işkenceye uğrayabilir ve hatta öldürülebilir.

Aynı zamanda sabaha karşı 4’te evine makineli tüfeklerle donatılmış polislerce şafak operasyonu düzenlenebilir. Bunun dışında Erdoğan rejimi teorik olarak (bugün pratikte de) diğer insan haklarınızı da elinizden alabilir. Erdoğan rejimi açıkça “biz istediğimizi yaparız, bize karşı gelirseniz polis ve devlet terörü uygularız” demektedir.

O zamanlar Erdoğan; Gezi Parkını yıkmak, ve yerine başka bir şey inşa etmek istiyordu. Bu park, İstanbul’un ortasındaki belki de tek yeşil alandı. Bu yüzden ekoloji aktivistleri buna karşın tepki vermişti. Ekoloji aktivistlerine yönelik sert müdahale sonrasında tüm Türkiye’de hükümetin kolluk güçleri ve insanlar karşı karşıya gelmişti. Onlarca insan hayatını kaybetmiş, binlercesi hafif ve ağır yaralanmıştı.

Sokağa çıktığımızda şiddetle karşılaşacağımızı biliyorduk. Arkadaşlarımdan bazıları yoğun biber gazi sebebiyle astım krizleri geçirdi. Bir tanesi plastik mermiyle gözünden vuruldu. Her şey yanıbaşımda olup bitiyordu. Plastik mermi bana isabet etmediği için şanslıydım diyebilirim. Sokaklarda devlet terörüne karşı direnirken, islamofaşist hükümetin durdurulması gerektiğini haykırırken, yanıbaşımda solcular, demokratlar ve kürtler vardı. Bize okullarda canavar olarak öğretilenler. Kutsadıkları devlet ise karşımızda bize biber gazi ve mermi sıkıyordu.

15 yaşındaki Berkin Elvan‘ın gaz bombasıyla kafasından vurulup hastaneye düşmesi çok zorumuza gitmişti. Devlet terörünün bu derece ileri gideceğini düşünememiştik. Buna karşın eylem yaptık. AKP binasına yürümek ve binanın önünde protesto yapmak istedik. Polis tekrar şiddetle cevap verdi. Bu sayede polis; insanları korumak için değil, AKP’yi korumak için var olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Polisler üzerimize hedef alarak gaz bombaları ve plastik mermiler sıkarken, oradan uzaklaştık. Bir binaya sığındık ve ortalık sakinleşene dek orada bekledik. Takip edilme olasılığına karşın, eve giderken farklı rotalar kullandık. Eve varana dek arkama baktığımı hatırlıyorum.

Protestolar esnasında Ahmet Atakan isimli gencin de polis tarafından katledildiği haberini aldık. Buna karşın tabii ki tepki göstermek ve eylem yapmak istedik. Bu eylemde üzerime puşi almıştım. Yüzüm kapalı değildi, gayet normal bir şekilde protesto etmeye gitmiştim. Puşim polislerin dikkatini çekmiş olacak ki; yaklaşık 3 metre uzaktan fotoğrafımı çekmeye başladılar. Bunu farkettiğimde yüzümü çevirip bulunduğum yeri değiştirdim. Bu eylemin sonunda polis eylemcilere saldırdı ve bazılarını gözaltına aldı.

Arkadaşlarımız sokaklarda katledilirken, ve yeni kurban her an içimizden biri olabilecekken, Erdoğan destekli medyanın bu zaman sürecindeki tavrı beni tiksindirmişti. Buradan onlara bu kadar açıkça yalan söyledikleri ve gerçekleri görmemde rol oynadıkları için teşekkür ediyorum. Aktivistler bu sözümona medyada “terörist” olarak lanse ediliyordu. Ben de oradaydım, ama ben terörist değildim. Eylemler esnasında gördüğüm tek terörist açıkçası polislerdi. Medyanın bu konuda yalan söylemesi kafamdaki bazı ampulleri yakmıştı. Bu konuda yalan söyleyen medya, Kürtler ve diğer meseleler hakkında neden yalan söylemesin diye düşünmeye başlamıştım. O zamandan beri televizyon izlemem.

Gezi Parkı eylemleri sona erdiğinde; hükümet bir cadı avı başlattı. Eylemlere katılanların evlerine baskınlar yaptı. Bu bazılarını korkuttu, bazılarının ise ateşini harladı. Ben ikinci gruba dahil oluyorum.

Bu olaylardan sonra anladım ki: fikir özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, toplanma özgürlüğü gibi temel insan haklarım için ve her şeyden önce var olabilmek için direniş göstermem gerekecekti. Bu esnada araştırmalara ve sınıfımdaki kürt ve alevi arkadaşlarla fikir alışverişleri yapmaya başladım. Neler yaşadıklarını, çektikleri acıları öğrendim. Bu adaletsizliklere ve haksızlıklara karşın tabii ki tepkisiz kalamazdım. Artık yerimde duramıyordum. Bunun etnik köken, din veya azınlık olup olmama gibi konularla alakası yoktu. Bu; insanlık meselesiydi.

Gezi eylemleri aynı zamanda insanları da ayrıştırdı. Bu eylemlere destek vermeyen kişilerle arkadaşlığımı kestim. İnsanlar, temel insan hakkı olan protesto hakkını kullanmak için sokağa çıkıyor ve bu esnada şiddet görüyor ve öldürülüyordu. Bunu reva gören kişilerle arkadaş kalmak tabii ki mümkün olmadı. Bu sebepten arkadaş çevrem solcular ve demokratlardan oluşmaktaydı. Farklı ideolojilerden rengarenklerdi. Sivil itaatsizliği hep beraber yaşamıştık. Bu esnada bir çok farklı fraksiyonu tanıma fırsatım oldu. Sadece gerçek hayatta değil, aynı zamanda sosyal medyada da örgütleniyor ve belirli konularla ilgili istişare ediyorduk. O zamanlar kişisel olarak tanımadığımız birini Facebook’ta eklemek anormal değildi. Vicdani ret ile tanışmam da ilk o zaman, şu an Fransa’da yaşayan Ercan Aktaş‘ı eklememle başladı.

Er ya da geç askere gitmek zorunda olma fikri, beynimi kemiriyordu. Bu sisteme hizmet etmek zorunda olmak beni çıldırtıyordu. Hiç bir zaman birini öldürmeyi, ve öldürmeyi öğrenmeyi düşünmedim. Fakat askere gitmemenin mümkün olduğunu, bunu reddetme gibi bir konseptin var olduğunu bilmiyordum. Ercan ile yaptığım sohbetler neticesinde, bu konu ile ilgili bilgilendim.

Bizi öldürmeye ve temel insan haklarımızı elimizden almaya planlı bir makineye karşın, örgütlü olarak savaşmak zorundaydık. Bu sebepten; bana uyan bir örgütün olup olmadığını araştırmaya başladım. HDP ile ilk temasım burada gerçekleşmiştir.

Hükümeti aynı zamanda sosyal medyada eleştirirdim. AKP rejiminin cihadcılara verdiği desteği eleştiriyordum. Bununla beraber Kürtlerin İŞİD’e karşı Rakka zaferini kutluyordum.

Bir zaman sonra annem aradı. Terörle mücadeleden onu aradıklarını, ve yazdıklarımı silmem gerektiğini söyledi. Korktum ve Facebook hesabımı kapattım. Takip, zulüm ve eziyet yalnızca dava ve soruşturmalarla değil; aynı zamanda el altından olabiliyor. O dönemde demokratlara ve özellikle HDP’ye karşı yoğun bir baskı vardı. Mersin’deki HDP binasında bomba patlatılması buna örnek olarak verilebilir. Aynı zamanda bunun yanına Suruç ve Ankara’daki hükümet destekli cihatçı çetelerin patlattığı bombaları da koyabilirsiniz. Ankara gar patlamasına bizim üniversiteden de otobüs kalkıyordu. Gitmeyi düşünsem de, sınavlarım sebebiyle gitmedim. Aslında orada olabilir, ve suan yaşamıyor olabilirdim. Evet; bu kadar basit.

Fikirlerim bu dönemde ailemle çatışmaya başladı. Ve ailenin kara koyunu ben oldum.

O dönem, ismini vermek istemediğim bir marksist-leninist örgüte kendimi yakın hissettim. Bir süre bahsi geçen örgütü ziyaret ettim ve bazı ideolojik tartışmalardan sonra benim yerimin orası olmadığını anladım. Bahsi geçen örgüte yakın bir müzik grubu, Mersin’e gelecekti ve bunu biz organize edecektik. Fakat bu örgütün kan, ölüm ve silahtan beslendiğini farketmem üzerine, onlardan uzaklaştım. Aynı zamanda LGBT bireylerine karşın ayrımcı söylemleri vardı. Benim hedefim marksist-leninist bir devlet kurmak değildi. Bu sayede benim yuvamın HDP olduğunu anlamış bulundum. HDP, her insana kucak açıyordu. Partinin insan hakları, azınlık hakları, vicdani ret ve ekoloji konularındaki hassasiyeti tam olarak aradığım şeydi.

15 Temmuz 2016’da darbe girişimi oldu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Erdoğan insanları sokaklara davet etti. Kaos hüküm sürüyordu. Camilerden sürekli cihad çağrıları yapılıyordu. Ailem tüm politik kitap ve dergilerimi bu esnada yok etti. Tabii ki ailenin kara köyününün; diğerlerinin hayatını mahvetmeye hakkı yoktu. Kendimi 2. Dünya Savaşındaki bir yahudi gibi hissediyordum. O gece; doğup büyüdüğüm ülkeyi, çocukluğumu geçirdiğim sokakları, ailemi ve diğer her şeyi geride bırakıp gitme kararı aldığım gecedir.

Darbe girişiminden hemen sonra OHAL ilan edildi. Bunu tutuklamalar ve muhalefete yoğun saldırılar takip etti. 1767 kurum ve kuruluş kapatıldı. Binlerce kişi KHKlarla bir gecede işten atıldı. Yüzbinlerce kişi zindanlara atıldı ve işkenceye maruz kaldı. Bir çok kişi kaçırıldı ve katledildi. HDP eşbaşkanı sayın Selahattin Demirtaş dahi hapise atıldı. Her şey keyfiydi. Muhalefetin artık ne can ne de mal güvenliği vardı. Seyahat ederken bir çok polis kontrolü oluyordu. O dönemler hakkımda dava ve soruşturma olmamasına rağmen, bu beni huzursuz ediyordu. Her polis kontrolünde acaba bir şey çıkacak mı, acaba hakkımda bir şey var mı diye düşünür olmuştum. Bir gecede yakalama/tutuklama kararları çıkıyordu. Bunun dışında polisler GBT yaparken yer aldığınız tüm politik aktiviteleri görebiliyordu. Bu korkunç bir şeydi.

Yukarıda bahsettiğim marksist-leninist örgüt de OHALden Mersin’de nasibini almış ve kapatılmıştı. Örgütten tanıdığım biri gözaltına alındıktan sonra ona benim resimlerimi gösterdiklerini ve sorular sorduklarını söylemişti. Sıranın bana geldiğini hissetmeye başlamıştım.

Psikolojik olarak bitmiştim. Uyuyamıyordum. Uyusam da kabuslarla uyanıyordum. Gece yarılarında kaç kere nefessiz kalıp acile gitmek zorunda kaldığımı hala hatırlarım. Ne zaman polis görsem korkuyordum. Gece yatarken, pencereme yansıyan kırmızı-mavi polis arabası ışığını ne zaman görsem, benim için geldiklerini düşünürdüm.

Aileme gitmek istediğimi söyledim. Bu konuda bana yardım ettikleri için onlara minnettarım. 2017’nin sonuna doğru ülkeyi terkettim. Şu an Almanya’da ikamet etmekteyim ve o zamandan beri Türkiye’ye geri dönmedim. Ailemi bir daha görebileceğimi sanmıyorum. 3000 kilometre uzakta yaşamama rağmen sosyal medyada yazdıklarım yüzünden hakkımda dava ve soruşturmalar açılıyor.

Hiç bir zaman birini öldürmeyeceğim. Beni yok etmek isteyen bu sistemin askeri olmayacağım. Politik görüşlerimden dolayı, birinin cesedimi bir kışlanın köşesinde bulmasına müsade etmeyeceğim. İslamcı bu hükümeti “şehit” zırvası ile beslemeyeceğim. Neden birini öldürmek zorunda olayım? Beni kabul dahi etmeyen bu “vatan” için neden savaşayım? Fikrimi söyleyemiyor ve var olamıyorsam neden orası benim ‘vatanım’ olsun? Vicdani, politik ve dini sebeplerden askere gitmeyi reddediyorum.

Orduda, her şeyden önce Türk ordusunda bulunmayı reddettim ve her zaman reddedeceğim. Hiç bir vakit silahlı bir yapıya hizmet etmeyeceğim.

Askerlikte sizi neler bekliyor? Ana akım ve devletin onay verdiği fikirlere sahip olmayan biri, komutanlar tarafından her daim eziyete uğrar. Sizden önce, MİT raporunuz kışlaya varır. „İntihar etmeniz“ de muhtemeldir ve hiç kimse de aksini kanıtlayamaz. Bunun bir çok örneği var. Bunun dışında emredildiği taktirde savaşmak zorunda kalırsınız. Buna ek olarak fanatizm ve milliyetçilikle beyniniz yıkanır ve sorgulamanız yasaklanır. Ben şahsen sınırlar, sözde terör ya da vatan için savaşmayacağım. Ya da bunlar için savaşan bir yapıda yer almayacağım. Ben insan olarak doğdum, insan olarak kalacağım. Militer şiddet beni canavara dönüştürmeyecek.

Vicdani ret bir insan hakkı olmasına rağmen Türkiye’de hala tanınmış bir hak değil. Vicdani retçi biri; önce para cezasına daha sonra hapis cezasına çarptırılmaktadır. Askere gitmeyi reddettiğiniz taktirde; otelde kalmak istediğinizde, başka bir şehire yolculuk etmek istediğinizde veya sokakta basit bir kimlik kontrolünde polisler size 15 gün içinde teslim olacağınıza dair bir belge imzalatmaktadır. Asker olmayı reddediyorsanız, Türk devleti sizi sivil ölüme mahkum etmektedir.

Bu Türk toplumunun bir yarasıdır. Devlet ve Erdoğan rejimi şiddet ve militerliği yücelttiğinden dolayı insanlar askerlik yapmayı erkeklik ve vatanseverlik olarak görmektedir. Ben buna hayır diyorum. Yeni jenerasyonu zor olsa da askerliği reddetmeye davet ediyorum.

Kaynak: Kedistan

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org