“Militarizmle Çocuk Hakları Sözleşmesi sürekli çiğneniyor” (Prof. Dr. Serdar Değirmencioğlu’yla söyleşi)

Militarizm, devlet-bayrak-din vb. kutsalların yaşamdan önemli sayılmasını gerektirir. Bu kutsallar yüceltilirken, çocukların gelişme haklarının hiçbir önemi kalmaz. Okul yerine karakol kışla yapılması, Yedigöller yerine Çanakkale ziyaretleri, müzik dersi yerine marş konulur.

Barış akademisyeni ve psikolog Serdar Değirmencioğlu’yla çocukların militarizmden nasıl etkilendiğini konuştuk

Bir taraftan bağrımıza bastığımız asker selamı veren bebek, diğer taraftan örtbas etmek için devletin adeta seferberlik ilan ettiği, gazeteci dostlarımızı alıkoyduğu Rabia Naz cinayetiyle Türkiye’de sıradan bir Dünya Çocuk Hakları gününe daha merhaba. Son üç senede üç sınır-dışı “harekât”, daha da geriye, şehir ablukalarına gidersek silahların hiç susmadığı dört yıllık bir dönem geçirdik. Militarizmi bu hükümet icat etmedi. Ancak çatışmayı ve düşmanlığı körükleyen bir dil, yeni doğan bebeklerin bile alet edildiği askerî imgeler hiç olmadığı kadar baskın.

Barış akademisyeni, gelişim psikolojisi uzmanı ve çocuk hakları savunucusu Serdar Değirmencioğlu’yla militarizmi Çocuk Hakları Sözleşmesi üzerinden de ele alarak çocukların insanın değersizleştirildiği, nefretin aşılanmaya çalışıldığı bir ortamdan nasıl etkilendiğini konuştuk. Türkiye’de yasaklanmak, çarpıtılmak istenen barış kelimesinin çocukların en temel haklarından biri olduğunu hatırlayarak…

Söz barışı savunduğu için Doğuş Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde profesör unvanıyla görev yaparken Nisan 2016’da ihraç edilen, Şubat 2017’de KHK’yla yaşam boyu kamu hizmetinden yasaklanan Değirmencioğlu’nda:

Üç senede üç sınır-dışı “harekât” ve özellikle son ikisinde hedef alınan Suriye’deki Kürt milislerinin nefret objesine dönüştürüldüğü, öldürülmelerinin kutsandığı ve ‘barış’ kelimesini dahi tehdit gören bir söylem. Böyle bir ülke gündeminde büyüyen bir çocuk nelere maruz kalıyor?

Türkiye, darbeler, sınır ötesi harekâtlardan tutun, televizyon dizileri, hattâ reklamlara dek militarizme batmış durumda. Sınır ötesi harekâtlar üzerinden bakarsak, bunlar yeni değil. Çözümsüzlüğün parçası olarak sürüyor. Ama Haziran 2015 sonrası rejim, kendisini sürdürebilmek için hem içeride, hem dışarıda, savaş siyaseti uygulamaya başladı. Bu nedenle harekâtlar çoğaldı ve büyüdükçe büyüyor.

Bugün Türkiye’de düşmanlık üreten ideolojiler titizlikle kışkırtılıyor. Rejim, kendi savaş siyasetinin ürünü olan sorunları bile kendi lehine düşmanlık üretmek için kullanıyor. Suriye’de savaşı destekleyen rejim, savaştan kaçan ve Türkiye’ye sığınan insanları Avrupa Birliği ülkelerine karşı koz olarak kullanmakla kalmadı. Ardından batan ekonomiyi milliyetçilik ve ırkçılık ile örtebilmek için onları nefret nesnesine dönüştürdü.

Kalıcı barış ancak insana değer verenler tarafından kurulur. Düşmanlıkların ve düşmanlık üreten ideolojilerin ortadan kaldırılması istenir çünkü bunlar değerli olanı yok eder. İnsana değer vermeyen rejimler ise, eskiden beri var olan veya yeni ürettiği kutsal imgeler adına savaşı yüceltir ve düşmanlık üreten ideolojileri (milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi) yayarlar.

Çok açık ki, rejim için insanın değeri yok. Savaşmaya gönderilenler değerli değil. Gidip öldürmeleri istenen kişiler de insan değil çünkü onlar düşman. KHK ile sivil ölüme terk edilenler de değerli değil çünkü onlar iç düşman. Her gün ama her gün öldürülen kadınlar da değerli değil. Özetle, düz insanın değeri yok. İnsanların değerli olabilmesi için “birilerinin bir şeyi” olmaları gerekiyor.

Çocuk Hakları Sözleşmesi çocukların değerli olduğunu söyler. Her çocuk değerlidir. “Birilerinin bir şeyi” olmasa da her çocuk ama her çocuk değerlidir. Çocuklar arasında ayrımcılık yapılamaz; cinsiyete, yaşa, kimliğe göre önem sıralaması vs. kabul edilemez. Türkiye Cumhuriyeti Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış olduğu için anayasası dâhil, tüm yasaları ve uygulamaları ile çocuklara değer vermek zorundadır. Var olan durum, insana değer vermeyen rejimin bu sözleşmeyi sürekli çiğnemesinden ibaret. İnsan değersiz olduğunda koruyucusu olmayan, güçlü olmayanlar ezilir. Bu doğal karşılanır. Türkiye’de çocukların, kadınların, yoksulların, Romanların veya sığınmacıların tehlikede olması bundandır.

Devletin militarizmi körüklemesi, barış ve hoşgörüyü tehdit olarak görmesi Çocuk Hakları Sözleşmesi temelinde nasıl bir ihlal oluşturur?

Çocukların her şeyden önce yaşam hakkı tehlikede. Militarizm, kaçınılmaz olarak ölüm getirir. Çözüm olabileceğini söylemek yalan söylemektir. Türkiye’deki durum düşünüldüğünde, rejim kimi çocukların sürekli olarak düşman olarak damgalanmasını sağlayacak bir siyaset güdüyor. Kendi “iyi çocuklarını”, yani sadık neferlerini üretiyor; bu “Pakito” nesil, “kötü çocukları” bulup temizlemekle görevlendiriliyor. Temizlik sırasında hem “kötüler”, hem de “iyiler” ölecekler. “İyi çocuklar” ölünce onlara “şehit” damgası yapıştırılacak ki, başka çocuklar da ölmek istesin. Oysa rejimin ÇHS uyarınca, bu topraklardaki tüm çocukların değerli olduğunu, onların arasında hiçbir ayrım gözetilemeyeceğini, her uygulamada önce çocukların yararının düşünüleceğini söylemesi gerekirdi.

Bir arada yaşayabilmek için gerekli barış iklimi, çocukların yaşama hakkı gibi korunma hakkını da güvenceye alacaktır. Çocuk istismarının artması, cinsel şiddetin artması demektir. Rejim bundan hiç rahatsız görünmüyor.

Militarizm, devlet-bayrak-din vb. kutsalların yaşamdan önemli sayılmasını gerektirir. Bu kutsallar yüceltilirken, çocukların gelişme haklarının hiçbir önemi kalmaz. Okul yerine karakol kışla yapılması, Yedigöller yerine Çanakkale ziyaretleri, müzik dersi yerine marş konulur. Ana dili Türkçe olmayan çocuklar için çok önemli olan ana dilde eğitim istemek, kutsallara ihanet olarak damgalanır. Okullara suratsız Osmanlı sultanlarının portreleri konulur. Okulun var olma nedeni olan, okula can katan çocukların portreleri hiçbir zaman okula asılmaz. Sultanlar, önderler değerlidir; çocuklar ise sıradan ve değersiz. Gelişmek ve gelişime kucak açan okullar ancak zengin ve seçkinlerin çocukları içindir.

Militarizm, kaba gücün otoritesinin ve boyun eğmenin toplumda yayılmasına da neden olur. Örneğin, okulların tıpkı birer kışla gibi işlemesi olağanlaşır. İçtima, rap rap yürüme, müdürün okulun komutanı gibi davranması. Oysa çocukların söz hakkı, yani karar alma süreçlerine katılım hakkı vardır. Katılım hakkı çocukların görüşlerinin değerli görülmesine, kendi çıkarlarını en iyi onların bileceği inancına, yani demokratik yaşamın çocuklar için de var olması görüşüne dayanır. Tüm toplumu tek adam rejimine uydurmak isteyenler, okulların demokratik ortamlar olması gibi bir fikre elbette ki, izin vermezler.

‘Her Türk asker doğar’, ‘askerlik yapmayana kız vermeme’ gibi çeşitli atasözü mertebesinde deyişler vardır, okullarda marşları da düşünürsek savaşı yücelten hem kurumsal hem de geleneksel bir altyapımız var. Çocuklar üzerinde en çok ne etki eder, neyi içselleştirirler?

Militarizm akıldan çok duyguların devreye sokulmasını gerektirir. Birilerini ölüme göndermek isteyen komutan onlara akılcı bir analiz sunmaz. Onun yerine, bağırır çağırır, zorlar ve bir dizi “kutsal” düğmeye basarak askerleri harekete geçirir. Bağırıp çağırması bundandır. Sıkıştırması gerekir ki, en hırçın duygular devreye girsin. Davranışları bu duygular yönetsin. Bayrak, vatan, vb. düğmeler yanında, “Savaşmayan yeterince erkek değildir,” gibi kışkırtmalar yapılır. Marşlar, özellikle de içeriğinde ölme-öldürme olanlar kullanılır.

Militarizm doğal değildir, yani kendiliğinden ortaya çıkmaz. Militarizmin yerleşmesi için yıllar boyunca çalışmak gerekir. Tam da bu nedenle okullarda militarizmin yaşanması istenir. Rap rap yürümek basit bir örnek. Yıllar önce Türkiye’de okumamış askerlerin rap rap yürümekte ne kadar çok zorlandıklarını görmüş; hem onlara, hem de kendime acımıştım. Çoğunluk ise rap rap yürümek bir eksiklikmiş diye düşünüyor; bu yürüyemeyen askerlere gülüyordu. Oysa onlar daha az militarizme maruz bırakıldıkları için yürüyemiyorlardı, yani şanslıydılar.

Militarizme, milliyetçik ve ırkçılık gibi ideolojileri bağrına basmış öğretmenler seve seve hizmet ederler. Daha yakın zamanda buna İslamcı öğretmenler de katıldılar. Çünkü yaklaşık 15 yıldır çocuklara ve gençlere yönelik güçlü bir kampanya yürütülüyor. Bu “yeni nesil” üretme kampanyasında, çocuklara ve gençlere “yeşil militarizm” belletilmek isteniyor. Vatan-Millet-Sakarya artık yeterli değil. Bunu, “Vatan-Ümmet-Çanakkale” olarak işliyorlar. Şöyle: “Çanakkale mucizevi bir zaferdi. Ancak iman gücü ile kazanılabilirdi. Askerler öle öle bu zaferi kazandılar. Aslında millet için değil, ümmet için savaşıyorlardı.” Bunun arkasını siz getirebilirsiniz: Bugün var olan rejim, mucizevi bir şekilde Osmanlı’yı diriltiyor. Bütün dünyaya meydan okuyor. Bunu İslam ümmeti adına yapıyor. Zaten bunu yapmak için seçilmiş, üstün bir ırk çünkü diğer Müslümanların hepsi hep sonradan bozulmuşlar. Sonuçta bu kutsal görev Türklere kalıyor. Türk demek, Müslüman demek. Buyurun!

Bütün bu efsanevi anlatıyı aktarmak için 6-7 yaşı da beklemiyorlar. Yıllardır daha 4-5 yaşındaki çocuklara okullarda savaşta şehit olma mizansenleri yaptırılıyor. Çocukların gittiği okullara, parklara, hatta yuvalara “şehit” adları veriliyor. Olabildiğince erken yaştan çocukların kafalarına çok duyarlı, çok hızla devreye girecek öğeler yerleştirmek istiyorlar. Ben buna kafalara mayın yerleştirmek diyorum. Rakel Dink’in sorduğu soru, işte bununla ilgiliydi. Bebeklerden bu yolla gözü insanı görmeyen, kin dolu bir nefer kitlesi yaratılıyor.

Kafasına namus mayını yerleştirilmiş erkeklerin, namus ile ilişkili en ufak bir kuşku da çok abartılı, ölçüsüz tepki vermesi de böyle ortaya çıkıyor. Yani, akılcı bir değerlendirme devreye giremeden, mayın devreye giriyor. Erkek, hızla şiddete ve hatta yok etmeye yöneliyor…

Militarizm, çocukların kafalarına yerleştirilen ve hemen devreye giren öğelere gerek duyar. Bayrak gibi. Marş gibi. Belirli simgeler ile bu mayınların harekete geçirilmesi söz konusu. Bir şarkı, örneğin Ölürüm Türkiyem ile tüylerin kabarması ve saldırıya geçmeye hazırlanılması gibi. Son beş yılda futbol maçları öncesinde başka ülkelerin marşlarının ıslıklanmasına çok şaşılıyor. Evet, bu utanç verici ama nedeni belli. Militarizm ile yatan kalkan çok büyük bir nüfus var. Kafalarında mayınlar taşıyorlar. Maçta kendi marşlarını dinleyince savaş havasına giriyorlar. Milli maç zaten spor değil, ölüm-kalım meselesi, namus meselesi. Diğer marş ise karşı takımın değil, düşmanın marşı. Tabii ki, ıslıklanacak.

Bu defa da çocukların kendilerine örnek alabilecekleri futbolcuların gol sonrası asker selamı yaptıklarını gördük – ki bu futbolcuların birçoğu da 20’li yaşlarının başında, 90’lı, 2000’li yılların o bitmek bilmeyen harp hâlini tanımıyorlar. Bunun gibi tavırlar ve olası etkileri önemsenmeli mi?

Evet, önemsenmeli! İşi kolaylaştırmak için ABD’den örnek vereyim. Irak İşgali ve sonrasında toplumun militarizme ısınması ve öyle kalması için Savunma Bakanlığı büyük çaba gösterdi. Özellikle çok izlenen beyzbol ve ABD futbolu maçlarında askerlerin sahaya çıkması, bayrakların dalgalanması, ya da sahada elinde kocaman bayraklar olan askerlerin koşturması gibi mizansenler kullanıldı. Tabii, marş da. Daha sonra, Irak’ta veya Afganistan’daki askerlerin eşleri stadyumlara taşındı. Büyük ekranlarda boy gösterdiler ve tıpkı eşleri gibi ülkeleri için büyük özveride bulundukları duyuruldu. Stadyumdakilerin bu özverili eşleri alkışlaması sağlandı. Sonra ortaya çıktı ki, bu gösteriler için bakanlık ABD Futbolu Federasyonu’na 6 milyon dolar ödemiş.

Buradan şunu çıkarmak gerekiyor. Militarizm, kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden sürmez. Sürmesi için onu kullanan ve ondan çok yararlananların ciddi çaba göstermesi gerekir. Özetle, bu tür halkla ilişkiler kampanyaları etkili oluyor ve herkesi olmasa da büyük bir kitleyi etkiliyor.

Futbolcuların ve bazı sporcuların yaptıkları ise iki şeyi gösteriyor: Militarizme batmış bir toplumda bu tip davranışlar ortaya çıkar ve var olan hezeyanı güçlendirir. Diğeri ise, rejimin propagandasının başarılı olduğu. Vatan-Ümmet-Çanakkale efsanesi Belçika’da, Almanya’da vs. birçok insanı ikna ediyor. Buralarda yetişen ve yaşayan profesyonel futbolcular bile böyle davranışlara yatkınlık gösteriyor…

Şehitlik üzerine çok çalışmalarınız var. Ölümün kutsanmasının çocuklar üzerindeki etkisi hakkında ne diyebilirsiniz?

Bu konuda konuşmak beni çok üzüyor. Kısaca yanıt vermeye çalışayım. Son 15 yıldır çocuklara her olanakta şehitlik aşılanıyor. Bu “Vatan-Ümmet-Çanakkale Kampanyası” bünyesinde yapıldı. 2003-2013 döneminde, nüfusun yüzde onu Çanakkale’ye götürüldü. Milyonlarca insandan söz ediyoruz. Kamusal alanlar, sokaklar parklar vs. ne varsa hepsine, “şehit” damgası vuruldu. Çanakkale yetmedi, kitlesel ölümün diğer örneği Sarıkamış yüceltildi. Binlerce genç donarak ölmeye yollanan askerleri ve militarizmi yücelten uzun yürüyüşlere götürüldü. Önde Gençlik ve Spor Bakanı, yanında İçişleri Bakanı. Akıl almaz törenler. Özellikle çocuklara yönelik çalışmalar, 4-5 yaşındaki çocuklardan başlanarak, sürdürüldü. Çocuklara savaşta şehit olma mizansenleri yaptırılması, okullara, parklara, hatta yuvalara “şehit” adlarının verilmesi hepsi büyük bir kampanyanın parçaları. Sincan’da 35 kadar parkın hepsine “şehit” adı verildi. Bir düşünün!

Haziran 2015’den bu yana, söz konusu kampanya artık çok daha açıktan yürütülüyor. Diyanet İşleri şehitlik ne kadar iyi ve güzeldir anlatan yayınlar üretiyor, çocuklara dağıtıyor. Diyanet İşleri Başkanı yangında ölen çocukları “hükmen şehit” ilan ediyor. Çünkü yangın Kur’an kursunda çıktı. Bu kadar pervasız.

Sünnet törenine bakan arabası gönderiliyor çünkü çocuğun babası rejimin açtığı savaşta “şehit” olmuş. Bakan arabası yetmezmiş gibi, “bordo bereli kız” mizanseni düşünülüyor. Rejim çocuklara ölüm ve savaş bir “görev” ve “yazgı”, hatta bir ödül olarak benimsetilmek isteniyor. Çocukların küçük bir bölümü bundan etkilenebilir. Ama bu çaba utanç verici.

Geçen sene görece ucuz bir bedelli askerlikten 723 bin kişi yararlandı. Daha önceki dalgalarla bedelli askerlik yapanları da eklediğimiz zaman, rakam 900 bin kişinin üzerinde. Türkiye’nin 19-45 yaş arası erkek nüfusu ise yaklaşık 17 milyon. Yani bu yaş grubunda 17 erkekten 1’i bedelli askerlikten yararlanmış. Ailelerini de hesaba katarsak bedelli askerlikle temas eden ciddi bir kesim var.
Sorum şu: Tüm bu manzaraya ve ekonomik krize rağmen son “harekât”a destek yüzde 85, HDP seçmenlerini de saymazsak yüzde 90 civarı. Kendisi, eşi, kardeşi, çocuğu askerliğe gitsin istemeyen ama çatışmayı cânı gönülden destekleyen bir toplumu nasıl açıklıyorsunuz?

Biraz önce belirttiğim üzere, Türkiye militarizme batmış durumda. Öte yandan rejim, bir savaş siyaseti sürdürüyor. Medya neredeyse tümüyle ellerinde. CHP buna karşı çıkabilirdi. Ama çıkmadı, çıkmıyor. Militarizm ile cumhuriyet geleneğini ayırt etmekten kaçınıyorlar. Öte yandan, Kılıçdaroğlu yönetimi iyice ortanın sağına kaydı. Yani, ülke ne kadar sağa kayıyorsa, CHP de oy yitirmemek adına o kadar sağa kayıyor. CHP destekçileri de dahil olmak üzere, toplumda ilkesel ve akılcı duruştan çok, kafa karışıklığı, çıkarcılık ve kolaycılık ağır basıyor.

Bedelli askerlik meselesine de bu pencereden bakmakta yarar var. Madem, “her koyun kendi bacağından!” ve “gemisini yürüten kaptan” anlayışı baskın; madem her gün “insanın değeri yok!” açık açık görülüyor, yaşanıyor; o zaman “ben çocuğumu kurtarayım!” ve gençlerde, “Aman kendimi kurtarayım!” neden gayet kabul edilebilir olarak görülmesin?

Ama burada da önemsenmesi gereken bir ışık var: “Bedelli istemez. Seve seve savaşa göndeririz!” demiyorlar. İran-Irak Savaşı sırasında, Humeyni Rejimi yüz binleri ölüme gönderebilmişti. Büyük bir propaganda gerekmişti ama gönderebilmişti. Türkiye’de rejim bunu başarabilmiş değil.

Şunu da ekleyeyim: Askerlik Türkiye’de kangrene dönüştüğü için, büyük bir nüfusu etkilediği için, aynı zamanda çok etkili bir araç. Rejim istediğinde istediği kadar para topluyor. Bankalar kredi vermek için yarışıyor. Sonra? Siyasi bunalım mı var? Bedelli çıkar, bunalımı unuttur; kamuoyu desteği al… Bu inanılmaz bir oyun ama militarizm toplumu böyle korkunç çıkmazlara sokabiliyor.

Bir yandan da son dönemde silah romantizmi aşılanıyor. SİHA üreticisi Baykar’ın başı çektiği Teknofest’in düzenleyici kuruluşları arasında Genelkurmay, MEB ve Gençlik ve Spor Bakanlığı da var. Küçücük çocuklar SİHA’ları geziyor, gençler SİHA ve roket tasarlama yarışmalarına katılıyor. Bir yazınızda, “sevgi dolu silah olur mu” diye soruyorsunuz — Çocuklar ve gençler ölüm araçlarının kutsanmasından nasıl etkilenir?

Bütün bunlar çocukların militarizme ısındırılması için. Bir yandan kafalara ideolojik mayınlar yerleştiriliyor. Diğer yandan her gün militarizm propagandası yapılıyor. Ardından çocukların silahlara ve ölüm araçlarına ısındırılması oyunu devreye sokuluyor. Çocuklara bu ölüm araçlarını sevdirmenin yollarından biri, ellerinde tutmaları, içine girmeleri, üstüne çıkmaları. Kan yok, acı yok, ölüm yok. Pırıl pırıl bir Kirpi, pırıl pırıl bir otomatik silah. Çocukların çok ilgisini çekebilecek şeyler. Özellikle erkek çocuklara yönelik olarak yapılıyor. Bence utanç verici bir taktik. Bir çocuğu uçağa pilotun yanına bindirin, kontrol panosu çok ilgisini çekecektir. Aynı şekilde, tanka bindirilse, içerideki donanım çok ilgisini çekecektir. ABD ve İngiltere’de silah üreticileri çocukları bu anlamda kirletmek için büyük çaba gösteriyorlar. Militarizmin güçlü olduğu ve güçlendirilmek istendiği yerlerde, bu tip çalışmalar yapılıyor. Çocukların zayıflıklarını kullanmaya çalışan bu şirketler ve sektör, son derece utanmaz çünkü işleri ölüm pazarlamak. Nereden bakarsanız bakın, korkunç!

Afrin “harekâtı” sırasında Erdoğan’ın kürsüye çıkardığı, bordo bere giyen küçük kız çocuğunu görmüştük. Hatırlarsınız, Erdoğan cebindeki bayrağı kast ederek “Şehit olursa bayrağı da inşallah örtecekler” demişti. Bu kez de A Haber’de yayımlanan “doğar doğmaz asker selamı veren bebek” videosu sadece Twitter’da 1 milyon 150 bin kere görüntülendi. Mizansenli, PR çalışması tarzında bir video bu aslında. Çocuk hakları savunucusu bir psikolog olarak, militarizm uğruna çocukların siyasete alet edilerek istismarını böylesine normalleştirmemizi nasıl görüyorsunuz?

Normalleştirme yani olağanlaştırma, büyük bir çabanın sonucu. Kimse bugüne dek bir bebeğin asker selamı verebileceğini düşünmemişti. Bu videolu haberin şimdi ortaya çıkmış olması, bu rejimin ve bu rejimin sanki baş propaganda makinası gibi çalışan kuruluşların indiği düzeyi gösteriyor. Bebeklerin bile propaganda malzemesi yapıldığı bir dönemdeyiz. Bu korkunç bir şey.

17 Kasım tarihli yazımda bu haberi inceledim. Videoda, “Askerî harekâtı destekleyen sanatçılar ve sporcular asker selamı göndermişti. Ama böylesi hiç görülmedi. Çünkü bir Türk daha asker doğdu!” deniliyor. Müthiş mantıksız: Her bebek asker doğuyorsa, niye hepsi böyle selam vermiyor? 2019 yılındayız ve “Her Türk asker doğar!” diye video kurgulayan ve bunu dağıtan bir öbek insan var.

Özetle durum şu: Çocuklara hiç değer verilmiyor. Kötüye kullanılmaları hiç sorun değil çünkü değersizler. Bu rejimin tek derdi, çocukları kalıplara dökmek ve onları tek tip insan yapmak. Rejim, dindar ve kindar yeni nesiller istiyor. Artık geldiği nokta, her çocuktan bir nefer ya da milis yaratmak: Franco’nun Pakitoları gibi…

Diğer yandan da devlet dersinde öldürülen çocuklarla ilgili kemikleşmiş cezasızlıkta bir arpa boyu ilerleme yok. Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Berkin Elvan, Nihat Kazanhan ve yüzlerce çocuk. Son olarak Rabia Naz’ın ölümünü araştıran gazeteci arkadaşlarımız gözaltına alındı. Bir yandan da toplumsal destek yine “bebek katili” sıfatıyla yani çocuklar üzerinden sağlanmaya çalışılıyor. Bu samimiyetsizlik neden sizce yeterince tepki çekmiyor?

Türkiye 12 Eylül sonrası sürekli olarak bu yöne itildi. Özal, geliri yetmeyen devlet memurunu kimse merak etmesin çünkü “işini bilir” ve kendini kurtarır diyebilecek denli rahat ve pişkindi. Milli Selamet çizgisinden geldi; ordu onun önünü açmak için gerekli bütün kötülükleri yaptı. Ardından Özal, Türkiye’yi bir güzel siyasal İslam ve neoliberal kapitalizm bataklığına itti. Doğru ve dürüst olmanın değeri düşerken, dini bütün ve kurnaz olmanın değeri yükseldi.

Yıllar geçti. 12 Eylül ile başlayan girdap, korkunç bir rejime vardı. Özal döneminde ortaya çıkan sivil girdaba, kendi çizgisine uygun, benim “yeşil militarizm” dediğim bir militarizm kattı. Bir diğer deyişle, var olan tüm yaygın ideolojileri ve kötü eğilimleri bünyesinde toplayacak bir tek adam rejimi yarattı. Bu rejimin neler yapacağını önceden kestirmek zor çünkü ilkesizlik üzerine kurulu. Durum ve çıkarlar ne gerektirirse, tek adam onu istiyor ve hizmetindekiler onu yapıyorlar. (Trump’un yaptıklarına şaşıranlar da bu nedenle yanlış yapıyorlar. Kendi ve kendisi gibi bir öbek insanın çıkarları ve inançları dışında hiçbir şeyi umursamayan, megaloman biri. Su katılmamış kapitalist. Her an her şeyi yapabilir. Öyle ulusal çıkar, diplomasi, vs. tanımıyor.)

Şu an var olan düzen, ilkesiz insan üretiyor. AKP karşısında duran bir parti mi var? Bu parti de, tıpkı AKP gibi tepeden mi yönetiliyor? Yok etmek kolay. Başkanını alıyor ve bakan yapıyor. Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu gibi. Tek adama en ağır sözleri söyleyen kişiyi al. Bakan yap. Ardından daha da aşırı, daha ağır sözleri bir bakan olarak en masum insanlara yöneltsin. Hem de çok önemli bir bakanlığın başı olarak açık tehditlerde bulunsun. Bunları söylemek gerek çünkü var olan otoriter, baskıcı, şirret ve acımasız düzen, ilkeli insanlar değil, “akıllı ol!” uyarınca davranan kitleler üretiyor.

Tarih bize şunu gösteriyor: Düşündüğünü söyleyen, bunu yapmaktan korkmayan kitleler korku rejimleri varken ortaya çıkmıyor. Diktatörlükler “samimiyet” değil, boyun eğme üretir. Bu bağlamda, Türkiye artık içi boşaltılmış kavramlar ile dolu. Bu içi boş kavramlarla samimiyet nasıl olabilir? Samimiyet, şeref gibi sürekli kullanılan ve içi boşaltılmış kavramlardan bence olabildiğince uzak durmak gerek.

Daha somut bir örnek vereyim. Askerlik yapan birini düşünün. Plastik kullanmayı, dünyayı plastikle kirletmeyi istemeyen biri. Çay içmek istediğinde ona plastik bardak veriliyor. Cam bardak komutanlara ayrılmış. Üst rütbeli gelirse, kristal bardak çıkıyor. Bardaklar bile hiyerarşik. “Ben plastik kullanmam, benim ilkelerim var!” diyebilir mi? Otoriter yönetimlerin militarizme neden hızla kayabildiğini gösteren basit bir örnek.

Son harekât öncesinde Eğitim Bakanı’nın sözleri şöyleydi: “Evlatlarımızı Barış Pınarı Harekâtı’na uğurladık. Gidemeyenler, geride kalanlar, gitmediklerini sanmasınlar. Hepimiz onlarla birlikte, onların yanında, cephenin gerisindeyiz.” Bir Eğitim Bakanı “hepimiz, okullardaki çocuklar bile savaşıyoruz, savaşı soluyoruz” diyor. Nasıl yorumluyorsunuz?

Bu soruyu biraz kişiselleştirerek yanıtlamak zorundayım. Bakan Selçuk benimle yaşıt sayılır; o da galiba Ankara’da büyümüş. Benim gibi, gelişim psikolojisi alanında derecesi var. Doktorasını ise psikolojik danışmanlık ve rehberlik alanında yapmış. Hem eğitim, hem psikoloji okumuş birisi bakan olunca sevinmek gerekebilirdi. Ama Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı yaptığı dönemde de, sonrasında da beklentileri boşa çıkardı. Neoliberal, gerici düzene tam uyumlu; özel okul ve üniversitelere inanan biri. Daha uzatmayayım: Gerçek bir bilim insanı olsa, şu an okullarda yapılanları, çocuklara yapılanları bildiği için görevi reddetmesi gerekirdi. Gazi Üniversitesi’nden ihraç edilen meslektaşları ile karşılaştığında utanmayan birisi.

Daha da açık söyleyeyim: AKP dönemi eğitim bakanlarının hepsi “misyon” adamları olmak zorundaydılar. Özal döneminde eğitim bakanlarının özellikle böyle insanlardan seçildiğini anımsatayım. Bakanın sözleri, okullarda ne kadar büyük bir yanlış yapılmakta olduğunun teslim edilmesi olarak görülebilir. Bakan okullarda yapılanların çocuklara verdiği zararı çok iyi biliyor. Bunu bile bile destekliyor. Bu utanç verici, bağışlanamaz bir tutum.

Bu kadar militarizmin pompalandığı ve onaylandığı bir toplumda büyüyen çocuklar, yetişkin olduklarında silahı merkezine alan çözümlere daha yatkın olur diyebilir miyiz?

Evet. Ama şiddeti ve şiddete yönelimi olasılık olarak düşünmek gerekir. Biraz açayım: Militarizm, şiddetin gerekli, etkili ve yeterli olduğu üzerine kurulu bir ideoloji ve bu nedenle şiddetin toplumun içine işlemesine de neden olur. En ağır militarizm deneyimleri, yani doğrudan maruz kalma, doğrudan savaş veya askerlik ile yaşanır. Örneğin, askeri üsler ve kışlalar şiddet üretir çünkü şiddet kurumun ta kendisidir. Milliyetçi, ırkçı, dinci, cinsiyetçi, homofobik vs. eğilimler hızla şiddete dönüşür: İçeride üreyen şiddet dışarıya da taşar. Çevredeki siviller, üslerdeki veya kışlalardaki askerlerin kavgaları, cinsel tacizleri, hattâ tecavüzleri ile karşı karşıya kalır. Ağır dozda militarizm şiddete yönelme olasılığını artırır. ABD’deki örneklerden biliyoruz ki, kadın askerler ve subaylar cinsel taciz ve tecavüz tehlikesi ile karşı karşıyadır. Kadın askerlerin tecavüze uğraması olasılığı yüksektir.

Bu bağlamda düşünüldüğünde zorunlu askerlik çok büyük bir yanlıştır. Nüfusun yarısını çok yanlış bir işleyiş ile dolu bir dünyaya, hem de uzun süre ile hapsetmek, hem bu bireyler, hem de toplum için zararlıdır. Bazı bireylerin bu militarist dünyaya dayanamayıp kendilerini öldürmelerine şaşırmamak gerekir. Aynı şekilde, savaşa gönderilen askerlerin yaşadıkları korkunç deneyimler ile geriye dönmeleri, hem bu bireyler, hem de toplum için çok tehlikelidir. Çünkü ağır dozda militarizm şiddete yönelme olasılığını yükseltir.

Yan dairedeki komşunuzun, iki yıl önce bir köyü boşaltan ve köylülerin kayıplar listesine eklenmesine neden olan taburda yer aldığını bir düşünün. Trafikte sizi kızdıran sürücünün, “düşman” olarak nitelenmiş onlarca insanla dolu bir kampı bombalayan ve yok eden ekipte yer aldığını aklınıza getirin. Şiddet, savaştan veya zorunlu askerlikten dönen bireyler ile birlikte topluma yeniden aşılanır. Eğer toplum yoksulluk, işsizlik ve kışkırtılan nefret ideolojileri ile çalkalanıyorsa, şiddete yönelme daha da kolaylaşır. Var olan rejim militarizmi benimsemişse, şiddete yönelme olasılığı güçlenir ve yaygınlaşır.

Savaşa maruz kalan çocuklar da şiddeti içselleştirebilirler. Uzun süreli çatışmalar içerisinde büyüyen çocuklar için şiddet yaşamın olağan bir parçası olur. Savaşa doğrudan maruz kalmayan çoğunluk içinse, militarist ideoloji şiddet ve zorlamayı kullanmayı benimsetir. Şiddet, birkaç değil, birçok durumda başvurulan bir araca dönüşebilir. Bu özellikle erkek çocuklar arasında daha yaygındır. Silah kullanımının yaygın olduğu bölgelerde, yine özellikle erkek çocukların silah kullanmaya yönelmesi kolaylaşır. Eğer var olan rejim silah kullanılmasını destekliyorsa, çocuk ve gençlerin silahı çekici bulması ve kullanmaya çalışması da yaygınlaşabilir.

Ama silahlı şiddet her zaman daha enderdir. Bu nedenle, asıl mesele şiddetin olağanlaşması, çocuk ve gençlerin birbirleri ile konuşmak, anlaşmak ve uzlaşmaktan çok zorlamaya başvurmasıdır. Türkiye’de var olan durum, çocuk ve gençlere şiddet ve zorlama dışındaki yolların pek anlamlı olmadığını gösteriyor. Evde, sokakta, okulda, mecliste her yerde şiddet ve zorlama işlemekte görünüyor. Siyasette barışçıl görünen liderler, ya muhalefette ya da hapiste. Elinde urgan ile miting yapan lider ise şu an iktidarın içinde yer alıyor. Tek adam ise istediği zaman, istediğini tehdit ediyor.

Çocukları barışa, hoşgörüye yatkın bir şekilde yetiştirmek için nereden başlamalıyız?

Bu çok zor bir soru çünkü rejim her gün bireylere kendilerine güvenemeyeceklerini, toplumsal muhalefete zayıf ve çıkmazda olduğunu göstermek için uğraşıyor. “Yasama, yargı, yürütme, medya hepsi bizde!” diyor. “Sokaklara çıkıp güç göstermek isterseniz, bir 10 Ekim daha yaşatırız,” deniyor. Bu propaganda karşısında direniş ve umut odaklarından söz edip, okuyucuları ikna etmek zor. Ama deneyelim.

Militarizm, şiddetin gerekli, etkili ve yeterli olduğu üzerine kurulu bir ideoloji. Türkiye örneğinde, çözüm sürecinin bitirilmesi, ancak ölüm siyaseti ile yol alınabileceğinin söylenmesi bundan. Şu çok açık: Ölüm siyaseti kamu yararı için gerekli değil. Var olan rejimi sürdürmek için gerekli. Ölüm siyaseti olumlu anlamda etkili değil. Daha önce de etkili olmadı. Ancak olumsuz anlamda etkili. Kin ve nefreti büyütüyor. Acıyı derinleştiriyor. Toplumu etnik olarak ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya dayalı: yani Kürtlerin “kamusal düşman” olarak damgalanması isteniyor. Peki yeterli mi? Kesinlikle değil.

Militarizm büyük bir hırsızlık demek. Silahlara akıtılan kamu bütçesinden birilerinin zengin edilmesi demek. Öğretmenlere ayrılması gereken bütçenin, hiçbir şey üretmeyen uzman çavuşlara, “ulusal güvenlik danışmanları” vb. rejim hizmetçilerine akıtılması demek.

Çocuklara barış, hoşgörü ve çocuk hakları aslında en kolay ve doğrudan evde yaşatılabilir. Buna inanmak için öncelikle ev, okul, mahalle, medya gibi ortamların birbirlerinden ayrı etkileri olduğuna ikna olmak gerekir. Bu çok önemli çünkü birçok öğretmenin buna inanmadığını biliyorum. Çocuklara ne verilirse verilsin, verilenlerin evde bozulduğuna inanan ve bu nedenle çabalamaktan vazgeçen, gerçekten zor koşullarda çalışan öğretmenlerle çalıştığım dönemden biliyorum. Bu inanç bugün öğretmenler arasında daha da yaygın çünkü rejim güçlerin birliğini büyük ölçüde gerçekleştirdi. Güçler birliğinin diğer yüzü ise ev, okul, mahalle, medya birliği, yani teksesliliği. Gülenciler yıllarca hep bunun için çalıştılar. Çocuklara özgürlük, adalet ve hak arayışı erişmesin diye. Şimdi rejim sürdürüyor: Baba, ana, komşu, muhtar, öğretmen, müdür ve tabii tepedeki adam, hepsi aynı mesajı versin, aynı dilden konuşsun isteniyor. Tam anlamıyla, totaliter bir rejim kurmak isteniyor. Buna mutlaka direnmek gerekiyor.

Militarizme dönersek, militarizm çocuklara okullar aracılığı ile etki eder. Tam da bu nedenle, okulların militarizmden ve şiddetten arındırılması gerekir. Öğretmenlerin sınıfta bunu olabildiğince gerçekleştirmesini istemek ve bunu ısrarla dile getirmek gerekiyor. Aynı şekilde, komşu ile ilişki kurarken, otobüste, veli toplantısında ısrarla barış, hoşgörü ve çocuk hakları aramak gerekiyor. Biliyorum, “barış” demek bile zor. Başka dille de olsa, başka sözcüklerle de olsa, birlikte var olmanın barışçıl yollarını dile getirmek gerekiyor.

Son söz olarak: Bu siyasi ortamda çocuk yetiştiren ve bundan kaygılanan ebeveynlere ne önerirsiniz?

Biraz önce söylediklerime ek olarak, militarizm ve ölüm kokan oyuncakları eve sokmamak; filmleri, dizileri ve diğer yayınları bu açıdan titizlikle süzgeçten geçirmek gerekli. Diyanet çocuklara şehit olmayı anlatan dergiler basıyorsa, bunların eve girmesini engellemek gerekiyor. Geçen hafta bir “uzman” Diyanet kanalında, “Kim çizgi filmi kontrol ederse, çocuk onundur!” diye yakınıyordu. Söylemek istediği, biz “yerli ve milli” çizgi filmlerimizi üreterek, çocuklara “yerli milli” ideoloji belletelim. Rejim tamı tamına bunu yapmak istiyor. Gülenciler aynısını müthiş bir şekilde uyguluyordu. Bu nedenle, “yerli ve milli” yayınları olabildiğince süzgeçten geçirmek gerekiyor.
Bunlar ve başka öneriler, çocukla zaman geçirmeyi ve onun neye gereksinim duyduğunu anlamayı, en zor konulardaki sorularına birlikte yanıt aramayı gerektirir. Çocuğu ile zaman geçirmeyen ana babaların çocuklarını rejimden korumaları söz konusu olamaz. Çocuklara dayatılan her türlü propagandayı ancak çocuk ile zaman geçiren ebeveynler duyabilir ve önlem alabilir.

Kaynak: P24

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org