20/10/2016 21:00
“Adam gibi ölmek ya da madam gibi ölmek” açıklaması hakkında –hak ettiği üzere- epeyce konuşulduğu için bu faslı hızla geçiyorum. “Ölüm”den bu derece sığ ve acımasız bir dille söz edilmesi karşısında ne söylenebilir ki? .…
Dolayısıyla bu faslı hızla geçip konunun “adam gibi ölmek” kısmına yönelelim istiyorum:
Bildiğimiz gibi ‘adam gibi ölmek’, ( tercümesiyle) ‘erkekler’in bir dava uğruna ölmesi ‘savaşlar’da gerçekleşiyor. Bu ölümler ‘vatan için ölmek’ ve dolayısıyla ‘şehitlik’ olarak adlandırılıyor. Bu ‘şehitlik’ tabii ki din uğruna verilen savaştaki ‘şehitlik’ten farklı nitelikte. Din uğruna şehit olanlar cismani bir ‘vatan’ için değil, öte dünyadaki bir cennete yönelik bireysel umut ve iman için canlarını veriyorlar.. ‘Vatan için ölenler’ ise bunu bu türden bir ödül için değil tamamen seküler çerçevede gerçekleştiriyorlar.
Bilindiği gibi 20. Yüzyılın ilk büyük savaşı -Birinci Dünya Savaşı- bu ölüm türünün (‘vatan için ölmek’) en trajik biçimde yaşandığı bir savaştır. ‘Vatanseverliğin’ ‘bireysellik’in önüne geçtiği ilk büyük savaş yani. Bu savaşta askerlerin cepheden postaladıkları mektuplara bakacak olursak, 18-30 yaşları arasındaki askerler ‘vatan uğruna ölecekleri’ için iftihar etmektedirler…
‘Kendini vatan için feda etmek’ olarak da adlandırabileceğimiz bu ruh halinin sonucu – dönemin Jaures gibi ‘pasifistleri’nin öngördüğü gibi- Avrupa’nın o zamana kadar karşılaşmadığı bir büyük yıkımla tanışmasıdır.
Savaş, sadece Fransa’da 19-22 yaş aralığından 1.4 milyon gencin ölümüne, askere çağrılan 8 milyonun 4 milyonu cepheden yaralı olara dönmesiyle sonuçlanmıştır. Cephe gerisinde ise 700.000 dul, 1 milyon yetim bırakarak… Savaşın Avrupa’nın bütününe çıkardığı fatura ise 10 milyonu asker, 9 milyonu sivil olmak üzere 19 milyon ölüdür.
Peki bütün bu acılar ne içindi? Örnek olarak Fransa ve Almanya arasındaki düşmanlıktan hareketle söylersek, Fransızlar 1870’de ellerinden çıkan Alsace- Lorraine’ı ülkelerine tekrar bağlamak, Almanlar ise bu bölgeyi ellerinde tutmak için ölüyorlardı… Bu bölgenin başkenti sayılabilecek Strasbourg’un bugün AB’nin merkezlerinden birisini oluşturduğu hatırlanınca, birinci büyük savaşın arkasında bıraktığı milyonlarca genç insanın devletlerin elbirliği ile geliştirdikleri ‘militarist siyasetlerin şehitleri’ olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Milyonlarca gencin vatan uğruna şehit olmak –ve tabii ki karşı tarafa ‘şehit’ verdirtebilmek- için cephelere nasıl olup da büyük bir coşkuyla koşabildiklerini bireyselliğin belirleyici olduğu bugünün dünyasında yaşayanların anlamaları kolay değil. Nitekim –birçoğumuzun birçok kere şahit olduğu gibi- Batı’da bu yönde yapılan araştırmalar/anketler apaçık bir biçimde ‘bireysellik’in merkeze yerleştiği bu dünyanın ‘vatan için ölmek’ davetine hiç mi hiç olumlu cevap vermediğini gösteriyor. Bu sonuç tabii ki ‘Vatan için ölündüğünü sanıyoruz –ama aslında sanayiciler için ölüyoruz’ diyen Anatole France’ın ya da “Fransa’yı seviyorum, vatanı değil” / “Fransız milli marşının müziği fena değil ama sözleri tartışma götürür” diyen Georges Brassens gibi pasifistlerin doğrudan etkileri sayesinde ortaya çıkmadı. Bu sonuç (politik ya da sendikal militanlık, vatan, sınıf savaşı, komünizm, üçüncü dünyacılık…) gibi büyük anlatıların yerini bireyin merkeze konması, özel otonomi, bedenin değerleri, tüketim / rekabet gibi yeni değer ve ilgilerin almasından kaynaklanıyor. Bu dünya artık özellikle birinci büyük savaşta ruhları –ve bedenleri- esir alan ‘kendini vatana/millete feda etmek’ ruh halini kendinden çok uzak buluyor. Şöyle de diyebiliriz: Bu dünyanın ‘moral’i artık epeydir teolojik çerçeveden beslenmediği gibi Aydınlanma’nın onun yerine geçirdiği seküler ama ‘vatani ödevler’ gibi yine ‘kendini feda etmek’ üzerine kurulu morale de karşıdır. Bu yeni çerçeve tabii ki söz konusu toplumlarda iktidarlar tarafından da önemli ölçüde içselleştirilmiş durumdadır. Bir Fransız düşünürün altını çizdiği gibi, insanları artık vatan için ölmeye çağıran yok; oysa ikinci dünya savaşına kadar gençlere aşılanan ‘vatansever moral’ çerçevesinde Alsace-Lorraine için ölünebileceği anlatılıyordu. (Durkheim’ın ‘vatanseverlik’i moral yükümlülüklerin başına yerleştirdiği gibi.)
Okul’dan söz açılmışken bu çerçevede (‘vatan için ölmek’) bu kuruma ne büyük görevler yüklendiğini de hatırlayalım. Fransa’da Jules Ferry’nin zorunlu ve laik okulunun bu ‘ölçüsüz vatanseverlik’in yerleşmesinde nasıl bir işlev gördüğünün, bir tür ‘disiplinli askerler ve örnek vatandaşlar’ üretim merkezine dönüştüğünün altı çizilerek belirtilmesi gibi.
Yazıyı Türkiye’ye gelerek toparlamaya çalışalım: Okulumuzun Jules Ferry’nin yirminci yüzyılın başındaki okulundan konuştuğumuz açıdan bir farkı yok. ‘Vatan için ölmeyi bilmek’ düsturunun bu kurumun temel yakıtlarından birisi olduğu malum. Ordu-askerlik deseniz hatırlatmama gerek yok. ‘Bedelli’ye izin var ama ‘vicdani ret hakkı’nın ağza alınması bile sakıncalı. (Yıllar önce Mustafa İslamoğlu bu konuda bakın ne diyordu: “Hatırlayın o fıkıh usulü kuralını: ‘Harama aracı olmak da haramdır’: İşte bu yüzden ‘vicdani ret hakkı’ bu ülkede en çok dinine bağlı samimi Müslümanları ilgilendirmektedir.”)
Peki ruhları ve bedenleri perişan eden bu resmi/gayri resmi idelojinin panzehiri nedir? Tabii ki ‘pasifizm’ denilen ruh hali ve de tabii ki bu adı taşıyan politik duruş. Dikkat ederseniz bu fikir, bu politik duruş ülkemizden neredeyse sürünerek bile geçmemiştir. Bana sorarsanız bu ülkenin en başta gelen eksikliklerinden birisi ‘pasifizmin’ bir düşünce ve politika olarak yeşermemiş olmasıdır. Bu felsefi-politik anlayışın yeşerdiği zeminlerde ‘adam / madam’ türünden lafların dolaşması memnudur. ‘Pasifizm’in muhakkak ki, Birinci Büyük Savaş’tan sonra Batı Avrupa’nın savaş karşıtlığı ile tanışmasında ve ‘kurucu babaları’nı “Artık Avrupa’da savaş olmasın” diye düşündürerek ortaya iyi/kötü bir Avrupa Birliği’nin (AB) çıkmasında da büyük rolü vardır.
Toplum olarak ruh ve beden sağlığımız için ‘Pasifizme övgü’den vazgeçmeyelim…
Kaynak: diken.com.tr