Süreklileşmiş savaşın dönüşüm grameri
7 Ocak 2020
İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin ABD tarafından nokta operasyonu sonucunda öldürülmesi ile birlikte uzunca bir süredir özellikle Kürt Siyasi Hareketi’nin lügatında yer alan “Üçüncü Dünya Savaşı” tanımlaması yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı.
Her ne kadar bu tanımlamayı reddeden yaklaşımlar olsa da bugün, dünden farklı olarak tanımlanmayı gerektiren süreklilik, aniden gerçekleşen ve yayılan şiddet deryasına bir ad koymak gerekiyor. Hâlbuki geldiğimiz nokta itibariyle, Ortadoğu özelinde içerisinde bulunduğumuz kaosa bir ad vermek, tanım koymak tarihte hiç olmadığı kadar zor. Çünkü yüzlerce yıllık kapitalizm ve onun son aşaması olan onlarca yıldır yürürlükteki neo liberalizm düşünceyi ve kavramları, sınırları ve olguları, tanımları ve yaşamları koca bir müphemlik içerisinde bırakarak yoluna devam ediyor.
Bu müphemlik, alamet-i farikaları kafa karışıklıkları, tikel pasifizmler, belirsizlik alanları olan ve bu farikalarla tahakkümünü yeniden üreten ve süreklileştiren bir iktidar stratejisiydi. Dolayısıyla içerisinde bulunduğumuz herhangi bir durumu ve geleceğe dair bir öngörüyü binlerce olasılık arasından düşünme, binlerce tanıma ayrı ayrı bakma ve bunlarla birlikte takatsiz kalma şeklinde karşıladık. Oysa şiddetin tekelini ellerinde tutanlar, şiddetin kurucu ve koruyucu niteliğini her daim işler halde tutuyor.
Bu niteliklerdeki şiddetin yaygınlaştığı ve tanım arayışlarının başladığı bir eşiğin tam ortasındayız. Her savaş kendi gramerine sahipse, içerisinde bulunduğumuz durumu tanımlayabilmek için grameri kılcal damarlarına kadar güçlü şekilde anlamak zorundayız. Fakat bu grameri anlamanın yolu, kendisini var eden, ebelik yapan tarihsel, toplumsal ve iktisadi koşulları analiz etmekten geçiyor.
Gramerin oluşumu
Evren Balta Tedirginlik Çağı[1] adlı kitabında savaşın genel tanımını şöyle yapar: “Savaş, toplumsal ve tarihsel bir formdur. Sosyal ve ekonomik ilişkilerin yapısının, teknolojik gelişmelerin etkisiyle biçim değiştirir. Toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiği gibi, toplumsal ilişkileri de belirler.” Savaş kavramının içkin anlamı bir değişim dönüşüm sürecine işaret ediyor.
Nitekim bu dönüşümün güncel halini Metin Gürcan şöyle tarif ediyor: “Zaten artık savaş dediğimiz şey Suriye ile uzun soluklu ve düşük yoğunluklu çatışmalar, suikastlar, vekâlet savaşları, drone savaşları, özel askeri şirketlerle yönetilen hibrit karakterli, az maliyetli ve az politik riskli bir güç mücadelesine dönüştü. Artık savaş topyekûn mobilizasyon gerektirmiyor ya da savaş ilanı.”[2]
Kavrama içkin bu niteliğin izini sürerek bugün içerisinde bulunduğumuz ahvalini tasvir edebiliriz. Bunun için takvim yapraklarını biraz geriye saralım.
Dünyaya en büyük yıkımlardan birini getiren İkinci Dünya Savaşından sonra hızla kurulan uluslararası kurumlar ve yaraların sarılması sürecinde iken Carl Schmitt 1963 yılında yayınlanan Partizan Teorisi[3] adlı eserinde bir politik “kehanet”te bulunuyordu.
Carl Schmitt’e göre dünyada artık savaşlar devasa savunma bütçeleri ve envanterleri ile örgütlenen devletlerin konvansiyel cephe savaşları şeklinde değil, partizan savaşları öncülüğünde gerçekleşecekti. Partizan savaşları bir yandan gelişen savaş teknolojilerini kullanacak diğer yandan toplumsal ilişkileri dönüştürecekti. Dolayısıyla tarihe özgü bir form olarak savaş, teknoloji, birikim stratejileri ve siyasal egemenlikler dönüştükçe dönüşen; dönüştüren bir kapsama oturuyordu.
Carl Schmitt, bu yeni nesil savaşların kökenlerine İspanyol gerilla savaşlarını koymakta ve savaşın devletlerin tekelinden çıkarak gittikçe kitlelerin alanına doğru kayışına işaret etmekteydi. Dolayısıyla kendi gramerini oluşturan yeni tür savaşlar çağının haberciliğini yapmaktaydı. Nitekim bugün Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın dört bir tarafında yürütülen vekâlet savaşlarını da benzer bir gramer üzerinden değerlendirmek mümkündür. Vekâlet savaşları gittikçe arkalarındaki küresel ve bölgesel emperyal güçleri gizleme gereği duymayan transandantal niteliği güçlenen yeni savaşların bir tezahürüdür. Sınırları aşan meşruiyet fikirleri, sınırları aşan ve anlamsızlaştıran “düşman” kategorileri ve sınırları geçersiz kılan ulus aşırı müdahaleler vekâlet savaşlarının süreklileştirdiği bir süreç söz konusu.
İçinde bulunduğumuz durum, liberalizmin konforuna sığınarak sığ bir “dünya savaşında değiliz” reddiyesiyle karşılanamayacak kadar güçlü teknolojik dönüşüm ve toplumsal ilişkilerin değişimi momentidir. Liberallerin görmesi gereken gerçekliği Achille Mbembe, kapitalizmin asla ilkel birikimden vazgeçmediği ve bu birikimin hakikati her ortaya çıktığında liberal devletin “bir savaş motoruna” dönüştüğü ifadeleriyle sarih şekilde aktarıyor.
Diğer yandan içerisinden geçtiğimiz bu duruma bir ad koymak için bir ve ikinci dünya savaşlarını başlatan ve hafızalarda simge haline gelen ayinlerle ilgili, tören gibi gelişmelerin tekrar yaşanmasını bekliyorsak büyük bir yanılgı içerisindeyiz. Eğer adına yeni bir dünya savaşı diyeceksek Ferdinand’ın geri dönüp öldürülmesine ihtiyacımız yok. Böylesi bir beklenti, ilkinin trajedi, ikincisinin komedi olarak ifade edilebileceği bir durumdan başkasını yaratmayacaktır.
Birikim rejiminin krizi
Elbette ki, savaş teknolojisinde değişim ve bu değişime bağlı olarak gelişen vekâlet savaşları içerisinde bulunduğumuz durumu tek başına yeniden adlandırmaya yetmiyor. Bu yeterliliği sağlamak için kapitalizmin güncel durumunu analiz etmek gerekiyor.
Kapitalizmin son aşaması olan finans kapital “sürdürülebilir borç ekonomisi” sloganı ile neo liberalizmi toplumsal ve iktisadi yaşamın her bir hücresine zerk etti. Finans kapital bir yandan parayı gittikçe daha fazla dijital hale getirip reel toplumsal hayattan izole etti. Diğer yandan bu dijital para ile toplumsal sınıfların kahir ekseri diyebileceğimiz çoğunluğunu borçla yaşama alıştırdı. Olmayan para ile yaşam standartlarını yükseltme özellikle orta ve orta-alt sınıflar açısından cazip olarak kabul edildi. Bu dijital para öyle bir aşamaya geldi ki, tüm dünyanın milli geliri, dünyadaki toplam dijital paranın yüzde onuna bile tekabül etmeyecek raddeye ulaştı. Finans kapital, her türlü sloganı ve mimarisi ile birlikte sermaye birikim stratejisinin adıydı. Finans kapitalle birlikte işler olan toplumsal ve politik ekonomi boyutu olarak neo liberalizm, dünyadaki servet ve gelir eşitsizliğini hiç olmadığı kadar derinleştirdi. -2007 yılında en zengin ile en yoksul yüzde beş arasındaki gelir farkı 19 kat iken bugün 25 kata çıkmıştır-. Politik olanın reddiyle kamusal alanı ve iktidar-birey, iktidar-toplum ilişkilerini kuru bir tahakküm ilişkisine indirgedi.
Finans kapital stratejisinin sürdürülebilirlik sloganının aksini kanıtladı. 2019 yılı Temmuz ayında yayınlanan bir habere bakıldığında finans kapitalin insanlığın başına ne büyük bir bela açtığı açıkça ortaya çıkıyor: “Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) yayınladığı rapordan derlenen bilgilere göre, bu yılın ilk çeyreğinde küresel borç tutarı 3 trilyon dolar artarak 246 trilyon dolara yükseldi.” Haber bununla kalmayarak dijital paranın gerçeklerin boyunu nasıl aştığını mukayeseli olarak gözler önüne seriyor: “Toplam borcun ülkelerin toplam gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYH) üç katını aşarak yüzde 320’sine ulaşması dikkati çekti.”[4]
Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi finansallaşan ekonomi esasında bir anti-ekonomi olarak işlem görüyor. Sermaye tek elde kristalize olmaya, devlet bir savaş aygıtına dönüşerek tahakküm ilişkisini dayatmaya çalışmıştır. Neo liberalizm ve savaş aygıtı olarak örgütlenen devletin ortaklığı, anti-ekonomiyi yaratmıştır. Ekonominin kelime anlamı, geçimlik ürün üretim-tüketim döngüsüdür. Bu döngü içerisinde meta fetişizmin dışında konumlanır. Anti ekonominin en net görüntüsü ise finans kapitaldir. Öcalan’ın bu analizini şu şekilde bir soruyla bitirmesi süreklileşen ve derinleşen şiddet gerçekliğini anlamak açısından önemli bir yerde duruyor: “Yani kapitalizm sadece anti ekonomi değil, anti pazardır da. Böyle olmasaydı, sürekli bunalım ve finans oyunlarıyla toplumsal yaşam alt üst edilebilir miydi?”[5]
Şiddet, kurucu ve yeniden üreticiliği ile finans kapitali buluşturunca toplumsal yaşamın sürekli olarak alt üst edildiği bu momentte kuşku yok ki, kapitalizmin yapısal krizi baş gösteriyor. Bir yandan tıkanan sermaye birikim stratejisi diğer yandan neo liberalizmin sürdürülemezliği ile ortaya çıkan faşist liderler, anlayışlar kapitalizmin doğasına içkin olan krizi aşma çabası olarak beliriyor. Aşırı finansallaşma ve teknolojinin geldiği aşama itibariyle sermaye döngüsünün tıkanması gramerin dönüşümünde birikim rejiminin yaşadığı krizin etkisi ile dönüşüyor.
Tarihi dönüştüren gramer
Bir yandan dönüşümle eş güdümlü olarak süreklileşen ve derinleşen savaşlar diğer yandan tıkanan ve yapısal krize giren kapitalizm toplumsal tarih bağlamında da değerlendirilmeyi gerektiriyor.
Unutmayalım ki Birinci Dünya Savaşı kapitalizmin kendi içsel krizleri ve yükselen devrimci dalganın önünde bariyer olması açısından gerekçelerini yaratmıştı. Yoksa Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın öldürülmesi tamamen sembolize edilmiş bir teferruattı. Foti Benlisoy Birinci Dünya Savaşının patlak vermesine dair şu dizeleri[6] yazdı: “Yüz küsür yıl önce de böyle değil miydi? Jacques Pauwels “Büyük Sınıf Savaşı” adlı çalışmasında, Birinci Dünya Savaşı’nın kendi hâkimiyetlerini tehdit eden toplumsal/siyasal eşitlik ve özgürlük taleplerinin önünü almak adına Avrupa hâkim sınıfı tarafından adeta istenildiğini yazıyor. Savaş işçi sınıfını disipline edecek, radikal reform taleplerini rafa kaldıracak, grevlere, sosyalist ve feminist ajitasyona nihayet verecekti.”
Elbette ki, yüz yıl önceki hâkim sınıf bugünkü hâkim sınıfın sabiti değil, elbette ki yüz yıl önceki devrimci sınıf bugün hala yerli yerinde durmuyor. Ve fakat sınıfın siyasal kurucu mantığı benzer mekanizmalarla işleyebiliyor.
İkinci Dünya Savaşının da benzer politik ekonomi gerekçelerine ve zeminine dayandığı bilinen gerçek. Yıkımın büyüklüğünün arkasından hâkim sınıflara kalan şey “yeniden yapımda elde edilecek artı-değer” hedefi. Nitekim büyük bir yıkım yaşayan Suriye’ye dair Türkiye emperyalizminin amentüsünün TOKİ yapmak olduğunu, yıkımdan zenginlik çıkarmak isteyen haritaların BM Genel Kurulunda sergilendiğini hepimiz tanık olduk.
Derinleşen ve kendi gramerini yeniden üreten durumlar gelişiyor ve bu durumları Evren Balta “başı ve sonu belirsiz bir savaş hali” olarak tanımlıyor. Sonu belirsiz bir savaş hali, egemen güçlerin kendi savaşlarını öngörüsüz şekilde yapmalarının yarattığı bir “tedirginlik” göstergesi olabilse de egemenler değil, toplumsal yaşam, halklar ve insanlar üzerinden baktığımızda ya bir topyekûn yok oluşa ya da başka bir hayat mümküne kapılarını aralayacaktır.
Öteki kıyıdaki insan ve toplum
Başı ve sonu belirsiz bir savaş halinde insanın-toplumun-halkların ahvalini belirlemek bu savaşın nasıl bir tanımı hak ettiğini gösterebilecek en önemli olgu olarak önümüzde duruyor. Öcalan’a dönersek toplumsal yaşamın alt üst olduğunu net bir şekilde ifade edebiliriz. Halkların bir bütün olarak düşmanlaştırıldığı “terörizm” retoriği de özellikle 2001 İkiz Kule saldırılarından bu yana emperyal müdahalenin maymuncuk anahtarı konumunda. Peki, tüm bu savaş içerisinde teknolojik araçlarla birlikte iktidarlar açısından insanlık nerede duruyor?
Carl Schmitt Siyasal Kavramı[7] adlı eserinde yeni tür savaşların insanları bir sarfiyat malzemesine çevirdiğini, savaşın politika ile arasındaki bağ koptukça kamusal düşmanın kişisel düşmana dönüştüğünü ve ahlaki kategorilerle değerlendirilmeye başlandığını ifade ediyor. Bu tür bir kategorizasyonun insanlar için yıkımı getireceğini/getirdiğini ifade etmek zor olmasa gerek.
Son dönem savaş teknolojisi üzerine çalışan Chamayou “Kategorileştirilmiş yaşam, artık sarfiyat malzemeleri yığını olarak belirleniyor ve savaşçıya addedilen erdemlerin, askerlik destanlarının artık aranmayacağı, robotların “yapay zekâlarına” karşı yüklem olacağı “post-heroik” bir durumun söz konusu olduğunu gösteriyor.8”
Egemenlerin dünya savaşlarında insana-topluma-halklara dönüp baktığımızda gördüğümüz karanlık tablo, teknolojinin gelişimi ile dijitalleşen savaş araçlarının dönüştüğünü, toplumsal ilişkileri ve iktidar yaklaşımlarını da dönüştürdüğünü açık şekilde ifade edebiliyoruz. Dolayısıyla başka bir momentteyiz artık. Kapı aralandı. Eşik aşıldı ve yeni gramere uygun tanımlara ihtiyacımız var.
Toparlarsak;
Evren Balta’nın dünyadaki ruh halini isabetli şekilde yansıtan tedirginliğin kendisine de sinmiş olduğu gerçekliği gün gibi önümüzde duruyor. Dolayısıyla öncelikle tedirginliği aşmanın ve dahi neo liberalizmin müphemliği bir siyasal tahakküm stratejisi olarak uyguladığı bu çağda önce detoks yapmak ve tedirginlik ile müphemliği yerleşik bilgi yapılarımız veya hıncahınç semboller arayan hafızamız pahasına aşmamız gereken bir dönemdeyiz.
Adlandırmak ve/veya tanımlamak mücadele etmenin ilk koşulu ise; içinde bulunduğumuz durum insanı sarfiyat malzemesine dönüştüren, toplumsal yaşamı alt üst ederek krizi süreklileştiren, finans kapitalle bugünümüzü rehin, geleceğimizi belirsizlik alanına sevk eden ve gerçeklikten uzaklaştıkça kendi sonunu hazırlayan; bu sonu engellemek/ertelemek için bir savaşa gereksinim duyan kapitalizmin üçüncü dünya savaşıdır.
Yeni gramerde, düşman artık alt-insan olarak kodlanıyor. Politik olanın yerini ahlaki kategoriler alıyor. Şiddet kurucu ve koruyucu vasfını aşan amaçlara yönelerek süreklilik ve derinlik kazanıyor. Sermaye birikim stratejisi ve kapitalist birikim rejiminin tıkanması ile donan sermaye döngüsü gerçekliği alt yapının betimlenebilir hale geldiğini gösteriyor. Bu tıkanma ve sermaye döngüsünün durması ile Achille Mbembe’nin dediği gibi insanlar sermaye için “fuzuli insanlık” olarak kabul edilmeye başlanıyor. Economicus olma vasfını dahi yitiren insan her türlü şiddetin nesnesi haline geliyor. Öte yandan tüm bunlarla birlikte, geçmişteki tarihsel benzerlerine semboller ve analojiler üzerinden bakmak yerine toplumsal tarih ve sınıflar üzerinden baktığımızda yeni bir dünya savaşının içerisinde olduğumuzu net şekilde görüyoruz.
Egemenler bu savaşı eskatolojik referanslarla hem açıklamak hem de bu yolla meşruiyet sağlamak istiyor. ABD’de Evanjelistler, İran’da muhafazakarlar, Türkiye’de ise Erdoğan’ın başdanışmanı Tanrıverdi gibi politika yapıcılar Mehdi-Mesih denklemi ile “son savaş”a referans vermekten geri durmuyor.
Egemenlerin ideolojik ve zor araçları ile “son savaş”a referans verdiği bu çağda ezilenlerin görevi, tedirginliği atıp müphemliğe teslim olmamak ve şiddet, toplum, iktidar vb kategorimiz ne olursa olsun yeni bir grameri dayatan derinleşmiş ve süreklileşmiş savaşın adını net şekilde koymaktır. Diğerlerine benzemeyen yaygınlaşmış ve yoğunlaşmış bir dünya savaşının kapısını aralayıp içeriye doğru yol aldığımız gerçekliği ile karşı karşıyayız. Eğer gerçekten “son savaş” içerisindeysek, ezen ile ezilenin karşılaştığı her durumda; ezilenler toplumu savunma, hakikati her daim yeniden üretme ve doğru stratejiler geliştirme sorumluluğunu taşıyor.
[1] Evren Balta, Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine Tedirginlik Çağı, İletişim Yayınları.[2] http://cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1712669/turkiye-olarak-kemerleri-baglamaliyiz.html
[3] Carl Schmitt, Partizan Teorisi, Nika Yayınevi.
[4] https://www.dunya.com/finans/haberler/kuresel-borclar-246-trilyon-dolara-ulasti-haberi-449988
[5] https://www.academia.edu/19015719/Ekonomi_%C3%9Czerine
[6] https://baslangicdergi.org/gecmistekigelecekteki-savas-ve-gelenegimiz/
[7] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis Yayınları.
[8] https://www.habernediyor.com/ozel-haber/savasci-dronlar-cagi-degistiriyor-h11224.html
Kaynak: Karınca
**